Başkanlık sistemi tartışmalarında CHP, Kürtleri etkilemeye yönelik propagandasında “tek adam yönetimi” ve “diktatörlük” vurgularını esas almakta. İnatla ve ısrarla, tek adam yönetiminin demokratik olamayacağı, bütün sorunları baskı ve şiddet yoluyla çözmeye kalkışacağı temasını işliyorlar. Hemen her gün “tek adam yönetimi” uyarısı yapan CHP, asıl Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü dönemlerinin “tek adam yönetimi” olduğuna; 1923’ten 38’e kadar Atatürk’ün, 1938’den de 50’ye kadar İnönü’nün bu ülkeyi tek başlarına yönettiğine değinemez. Hattâ öyle ki, CHP’nin tek adam yönetiminde, Nazilerden alınma “parti devleti” uygulanması benimsenmişti. 26 Aralık 1938’de toplanan olağanüstü kurultayda, tüzükte yapılan değişiklikle İnönü CHP’ye “değişmez milli şef” seçilmişti. Tabii “milli” ve “değişmez” olan, hukuki ve siyasi bakımdan da sorumsuzdu. CHP tüzüğüne göre “milli şef”in görevi sadece üç durumda son bulabilirdi: (1) Ölüm; (2) görev yapamayacak derecede hasta olmak; (3) İstifa.
CHP’nin derdi “tek adam” yönetimiyle değil, Kürtlerle
Bugüne kadar herhangi bir CHP’linin, CHP dönemindeki “tek adam” yönetimine karşı bir eleştiride bulunduğuna tanık olmadık. Buna rağmen, başkanlık sisteminin her hâlükârda Türkiye’yi “tek adam” yönetimine götüreceğini ve demokrasinin sonunu getireceğini söyleyebiliyorlar. 12 Eylül Anayasasına, yüzde 10 barajına, Kürtçe dil yasaklarına ses çıkarmamış ve en önemlisi, geçmişine yönelik samimi bir özeleştiride bulunmamış olan bir CHP, demokrasi meselesinde samimi görülebilir mi? Hayır; sadece kaybetmiş olduğu iktidarını geri kazanmak ve Kemalist otoriterliği yeniden inşa etmek istiyorlar.
Aslında CHP’nin derdi öyle “tek adam” yönetimiyle değildir; gerçek bir demokrasi kaygısı da değildir. CHP başkanlık sisteminin tekçi, diğer bir deyimle üniter yapıya zarar verebileceği ve yerinden yönetime imkân doğurabileceğinden korkmaktadır. CHP, bütün tarihi boyunca inkâr ettiği Kürt halkının, yeni sistem sayesinde eşit statüde vatandaşlık hakkı elde etmesinden korkmaktadır. Uzun yıllar CHP genel başkanlığı görevini yürütmüş olan Deniz Baykal, CHP’nin bu korkusunu şöyle ifade ediyor: “Cumhurbaşkanı tek başına eyalet ilan edebilir. Bu anayasa eyalet sisteminin kapısının anahtarını cumhurbaşkanına veren bir anayasadır. Eyalet kurma yetkisini cumhurbaşkanına vermeyin.”
Demek ki asıl mesele, öyle anlatıldığı gibi “tek adam” yönetimi sorunu değil. Bu ülkede “tek adam” yönetiminden rahatsızlık duyacak en son parti CHP’dir. Şimdi ellerimizi vicdanımıza koyup şu soruya cevap vermemiz gerekmekte: Eyalet yönetimlerinin olabileceği bir sistem mi “tek adam” yönetimi için elverişlidir, yoksa tekçi/üniter yapılar mı? Bir ilkokul öğrencisi bile, her şeyin tek merkezden idare edildiği üniter sistemlerin “tek adam” yönetimlerine daha uygun olduğunu bilir. Yine herkes bilir ki, yerel yönetimlerin güçlü olduğu, yetkilerin merkezden çevreye doğru dağıtıldığı, federal yapılanmalara imkân tanıyan yönetimlerin olduğu ülkelerde demokrasi çok daha güçlüdür. Dünyadaki en güçlü ülkelerin, yerinden yönetime imkân tanıyan ülkeler olması tesadüfî değildir. ABD dünyadaki hegemonik gücünü federal bir sistem üzerine oturmasına borçludur; benzer şekilde Almanya ve (eski Sovyet mirası sayesinde) Rusya da öyle.
Kemalistler “parti devleti” psikolojisinden kurtulamadılar
Evet, bu ülkedeki tekçi “yönetim elbisesi” 80 milyonluk dinamik bir topluma dar geliyor ve bu elbiseyi değiştirmenin zamanıdır. Türkiye nüfusunun 15-20 milyon olduğu dönemlerde bu koca ülkeyi tek merkezden, Ankara’dan yönetmek mümkündü. Ancak bu dönemde artık çok zor. Her şeyin tek merkezden yönetildiği katı üniter sistemlerde, bir ilin trafik ışıklarının nereye konacağına bile merkezden karar verilir. Bu ülke bir an önce bu dar elbiseden kurtulmak zorundadır, çünkü Türkiye, Kemalist paradigmanın şekillendiği 1920 ve 1930’ların otoriter aklıyla yönetilemez. Öte yandan Kemalistlerin model almak istedikleri, ancak tam anlamıyla uygulayamadıkları totaliter rejimler döneminin partileri de tamamen tarihe karıştı. Son olarak Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla, komünist tek parti sistemleri de (birkaç anakronistik kalıntı dışında) sona erdi.
Halen CHP içinde çalışan ilerici ve demokrat insanlar kusura bakmasın ve alınmasın, ama başkanlık sistemi geldiğinde büyük bir olasılıkla CHP ya kapanacak, ya da varlığını ancak gerçek anlamda sosyal demokrat bir partiye dönüşerek devam ettirebilecektir. Çünkü bu tekçi zihniyet, bu köreltici üniter yaklaşım ve “Kürt anasını görmesin” anlayışı CHP’yi asla büyütemez. Cumhuriyetin kurucu partisi olmak, bu ülkeyi ilelebet otoriter bir zihniyetle yönetme hakkına zemin teşkil edemez. CHF (CHP), 1935 yılında parti devleti modelini Almanya’daki Nazi partisini örnek alarak benimsedi. Böylece İçişleri Bakanlığı görevine Parti Genel Sekreteri getirilirken, valiler de bulundukları illerde partinin il başkanı olarak görev yaptı. Maalesef CHP ve Kemalist kesim halen bu parti devleti psikolojisinden kurtulabilmiş değil. Eskiden devlet denildiğinde akla “asker” ve Kemalist seçkinler gelirdi. Ancak AK Parti bu köhne statükoyu değiştirdi. Başkanlık sistemi sadece CHP’yi değil, İttihat ve Terakki’nin farklı versiyonları olan diğer bazı “parti”leri de işlevsiz bırakacak.
Şimdi artık Türkiye büyüdü. CHP zihniyetinin o dar elbisesi bu topluma uymuyor. İstanbul Anakent Belediye Başkanı Kadir Topbaş dahi “İstanbul kendi kendini yönetsin, başka müdahaleler olmasın, kendi kararını kendi versin. Bu yanlış mı? Doğru… Rejim değişikliğini 1923 yılında yaptık, o geride kaldı. Ama rahat hareket edebilen bir devlet yapısının oluşması gerekiyor. Biz bile İstanbul Büyükşehir Belediyesi olarak yetkilerimizin artırılmasını istiyoruz. Hattâ İstanbul’a özel bir yasa talebimiz oldu” demekte.
“Hayırcılar” Kürt fobisini esas alırken, Kürtler bir daha düşünmeli
Gerek CHP, gerek MHP’den ayrılan grup, gerekse Vatan Partisi, anayasa referandumunda “hayır”ı ağırlıklı olarak Kürt fobisi üzerinden gerekçelendirmekte. Vatan Partisi “hayır” propagandasında, “Siz Kürdistan bayrağının dalgalanmasını istiyor musunuz? İstemiyorsanız, Hayır deyiniz. Çünkü Evet derseniz, o bayrağın dalgalanmasını da kabul etmiş oluyorsunuz” diyor.
Kürtleri Kemalist trene bindirmeye çalışan (neo-Kemalist hüviyetteki) HDP’nin de “tek adam” ve laiklik üzerinden başkanlık sistemine karşı çıkması doğru bir politika değil. Çünkü Kürt meselesinin çözümüne ve demokrasinin gelişmesine hizmet etmiyor. HDP içindeki Kemalist unsurlar ve yönetime hâkim olan “Kemalist akıl,” ideolojik düşündüğü için bunu görmek istemez. Ancak HDP bünyesindeki Kürtler ve Kürdî düşünenler, başkanlık sisteminin Kürt meselesinin çözümü açısından büyük bir fırsat olduğunu görebilmelidir. Henüz barış süreci devam ederken, 4 Haziran 2015’te CNN Türk’te Sırrı Süreyya Önder, çözüm süreci için “MHP’yle bile yürütürüz”dedi. Ancak öyle olmadığını hepimiz gördük ve yaşadık.
Son iki yılda, Kürtlerin ve Türkiye halkının hayatını kolaylaştıracak, ekmeğini büyütecek ve özgürlük çıtasını yükseltecek iki önemli fırsat kaçtı. Birincisi, PKK’nin 7 Haziran seçimlerinden sonra hendek ve barikat politikasıyla sivil ve demokratik siyasetin canına okuyup Kürt halkının 40 yıllık tüm kazanımlarını sıfıra indirmesidir. İkincisi, Türkiye 15 Temmuz darbesiyle büyük bir travma yaşarken ve devlet yeniden yapılanırken, PKK’nin derhal şiddet politikasından vazgeçmemesidir. Kanımca bu iki yanlış kadar vahim olmasa da, üçüncü bir yanlış bu kez HDP tarafından yapılmakta. Kürt meselesinin çözümü açısından büyük bir fırsat sunan başkanlık sistemini reddetmek ve Kürtleri Kemalist trene bindirmeye zorlamak doğru bir politika değil. Yazık ki halen HDP, parlamenter sistemin Kürt meselesinin çözümünde başlı başına bir vesayet unsuru olduğunu görememekte.