Ana SayfaGÜNÜN YAZILARITanrı öldü ama vicdan olarak yeniden doğdu

Tanrı öldü ama vicdan olarak yeniden doğdu

Bu hakikati hemen ucuz ateistik sloganlara bağlamayalım. Zira dindar veya ateist çok anlayış yoksunu yobaz var. Evvela, yüzeysel ateistlere kötü haberim şudur: Tanrı öldü demek Tanrı yoktur demek değildir. Kral öldü demek, Krallık yıkıldı demek değildir. Kral değil krallık bile öldüğünde, yönetim gerçeği ortadan kalkmaz. En fazla öz-yönetim yahut demokrasi adını alır. Dinsiz olabilirsiniz ama ahlaksız olamıyorsunuz. Çünkü din modern çağda Kant gibi peygamberlerin eliyle ahlak suretini aldı. Tanrı dağıldı ama yok olmadı. İman yurttaşlık adını aldı. Kişiye özgü hale gelen Tanrı da vicdan suretini aldı. Yani Tanrı öldü ama vicdan olarak yeniden doğdu.

Kavramların tarih içinde bir ortaya çıkış anları vardır. Çünkü kavramlarımız da bizim gibi doğar, büyür ve bazan ölürler. Ne zaman yaşadıkları, hangi tadilatlardan geçtikleri önemlidir. Mesela şimdi Psikoloji ismine temel olan Pysche (psik) kelimesini ele alalım. Normalde bu kelime ruh demektir. Psikolojiye hala ürkek de olsa ruhbilimi denmesinin böyle etimolojik bir sebebi var. Fakat bilim artık ruh’u kabul etmiyor. Ruh var olduğundan veya yok olduğundan değil, bilgisayar dilinde söylersek, format uyuşmazlığından o dosyayı kabul etmiyor. Onun yerine “akıl” (mind) denmeye başlandı. “Ruh hastalıkları” mı yoksa “akıl hastalıkları” mı demeliyiz? Aynı şeye atıfta bulunan bu kavramlar zamanla pratik işbölümüne gidebilir. Mesela ruh hastalıklarına daha tıbbi, akıl hastalıklarına daha bilişsel bir tasnif uygulanabilir. Ancak bu karmaşa eski ile yeninin birarada kullanılmasının sonucu gibi görünüyor. Hatta “ruh”a göre daha yoksul bir kavram olan “akıl” da fazla soyut ve gayribilimsel olduğu için psikoloji bilimi bugün “akıl”ı da pek sevmez, onun yerine “beyin”i kullanır. Daha somut, biyolojik şeylere meyleder: Genler, loblar, sinirler vesaire. Bu tabi bir açıdan insana (manen olmasa da maddeten) daha çok nüfuz edebilmekten kaynaklanıyor. ‘Mutluluk geni’, hatta ‘Tanrı geni’ bulundu gibi haberler, populer bilimsel heyecanlar bu nüfuzu yansıtıyor. Bir açıdan da Ruh’tan ta Beyin’e kadar düşmek, insana dair tasavvurun gittikçe çoraklaşmasının bir sonucudur.

Vicdan kelimesi de hala çoğu zihinde tamamen temayüz etmiş, ayrışmış bir kavram değildir. Türkçede daha az sorun olmakla birlikte, mesela İngilizce’de çoğu insan vicdan demek olan “conscience” ile şuur veya bilinç demek olan “consciousness”i birbirine karıştırır. Fransızcada bu iki kelime ayrışmamıştır, aynı kelime ile ifade edilir. Diyebilirsiniz ki ama zaten şuurlu olmak vicdanlı olmak demek değil midir? Bunun cevabı hem evet hem de hayırdır. İşte bu yüzden zaten her kavram ve tarif ettiği atıf nesnesi bir kültürde her zaman kamilen netlik kazanamayabilir. Vicdanı bir kelime olarak çok kullanıyor olmamız onun mahiyetini iyi bildiğimiz anlamına gelmeyebiliyor.

Peki İslam’da vicdan var mı?

Arapça’da “vicdan” “vecede” fiilinin mastarıdır. “Vücud” kelimesi ile aynı kökten gelir ve “bulunum yahut bulmak” gibi anlamları var. Vicdan bir tür mevcut olma halidir. İnsana özgü bir “bulunma” halidir. Vecd kelimesi ki kendinden geçmek anlamındadır, insanın kendisi ile arasındaki mesafenin kapanması anlamında bir “kendini bulma” halidir. Etimoloji her zaman yararlı olsa da birşeyi anlamak için etimoloji hiçbir zaman yeterli değildir.

İslami ilimler bize “vicdan”ın İslamın ilk asırlarında hiç kullanılmadığını söylüyor. Bu kadar kıymetli ve mübarek bir kelime acaba neden İslamın erken tarihinde yok? Hatta İslamda vicdan neden yok? diye de sorabiliriz bu soruyu. Fakat bu soru kulağa o kadar haksız bir soru gibi gelir ki insan rahatsız olur. Çünkü İslamın vicdanın maksadından uzak olduğunu söyleyemeyiz. Bilakis, mü’minler için İslam vicdandır. Lakin, bu kavramın kendisine İslamda neden yer bulamadığı sorusu yine de meşru bir sorudur.

Vicdan kelimesi, Yunan felsefe metinleriyle temas ve İslam felsefesinde “vücud” (varlık) kavramının kurcalanması ile tedavüle giriyor gibi görünüyor. En azından 8. Yüzyıldan önce İslam’da vicdan yok. Yine de bugünkü anlamda vicdan kavramı, mesela Hegel’e göre, Antik Yunan’da da yoktu. Yani kadim medeniyetlerin hiçbirinde vicdan yok. Çünkü Tanrı veya Tanrılar var. Tanrı çekilince, vicdana yer açılıyor. Tanrı doğrudan varsa, vicdana henüz ihtiyaç hasıl olmuş değil. Çünkü Tanrı o adı taşımasa da kollektif vicdanı temsil ediyor. Elektriğe bağlı olanın jeneratör bulundurması gerekmiyor.

Vicdan dini değil ahlaki bir kavram

Bugünkü anlamıyla Vicdan’ın doğması için insanın modern birey anlamında “muhtar” (ihtiyar sahibi), “otonom” (özerk) bir aktör (fail) haline gelmesi gerekiyordu. Taklid ehlinde vicdan olmaz. Sorumluluk almayan, emirkulu kategorisinde olan insandan yapma canlı türlerinde (yani asker, memur, alet-edevat, tetikçide, iletkende, meyyitte) vicdan olmaz. Vicdana izin vermeyen meslekler var. Eşyanın, müridin, vagonun vicdanı olmaz. Çünkü lokomotife bağlıdır. Eskiden merbut olunan lokomotife Tanrı deniyordu. Lokomotifi bozulan bir vagonun hareket etmesi, yani kendinden hareket edebilir hale gelmesi nasıl mümkün olacak? Kendi kendine hareket eden vagonlara biz bugünkü dilde otomobil diyoruz. Oto-mobil, hariçten değil zatından/kendinden hareket eden vagon demektir. İyiyi ve doğruyu ayırabilen (akıl ve baliğ) ve “sorumlu”(mes’ul) sayılan insanda “vicdan” ilk kez ortaya çıkar. Vicdan doğuştan değil, bulunuştan gelir. Toplumsallaşmamış bir insanda (yani vahşet halinde) vicdan bulunmaz, iman da olmaz.

Tanrı öldü, vicdan doğdu

Bu hakikati hemen ucuz ateistik sloganlara bağlamayalım. Zira dindar veya ateist çok anlayış yoksunu yobaz var. Zira, cehaletin dini ve rengi yoktur. Evvela, yüzeysel ateistlere kötü haberim şudur: Tanrı öldü demek Tanrı yoktur demek değildir. Kral öldü demek, Krallık yıkıldı demek değildir. Kral ölünce, yaşasın Yeni Kral demek zorunda olanların Tanrı’nın ölümüne sevinmeleri kursakta kalacak kısa bir sevinçtir. Kral değil krallık bile öldüğünde, yönetim gerçeği ortadan kalkmaz. En fazla öz-yönetim yahut demokrasi adını alır. Dinsiz olabilirsiniz ama ahlaksız olamıyorsunuz. Çünkü din modern çağda Kant gibi peygamberlerin eliyle ahlak suretini aldı. Tanrı dağıldı ama yok olmadı. İman yurttaşlık adını aldı. Kişiye özgü hale gelen Tanrı da Vicdan suretini aldı. Yani Tanrı öldü ama vicdan olarak yeniden doğdu.

Tanrı’nın ölümünü ilan eden Nietzsche, özetle şöyle diyordu: Dinin anlattığı suretiyle bir Sultan gibi hükmeden Tanrı artık onu ispata çalışan akıl eliyle inanılamaz hale geldi. “Tanrı öldü” demek alemin nuru çekildi demektir. Yani elektrikler kesildi. Nietzsche şöyle der: Tanrı ölünce, herkes kendi birer Tanrı olmak zorundadır. Yani herkes kendinden nur çıkartmak, bir mum yakmak veya bir nur saçmak zorunda kalacak diyor. Çünkü uluhiyet ölmüyor, farklı bir surette yeniden doğması gerekiyor. O yüzden Nietzsche’yi okuyup da buna binaen ateizmi bir meziyet sayan kişiler cahil insanlardır. Nietzsche’nin işi Tanrı ile değil, değerler ile ilgilidir. Yani alemdeki nuraniyet: Sokak lambaları, trafik ışıkları, sinyaller… İnsanlara doğru davranışı gösteren (eski tabir ile hidayet ve irşad için kullanılan) elektriğin kaynağı olan eskimiş trafonun artık bu yükü çekemediğini ve yandığını söylüyor. Yeni bir batarya sistemine geçilmesi gerekiyor.

Bu yeni kurulum sağlanıncaya kadar zifiri bir karanlıktan geçişin yaşanacağını söylüyor. O karanlığa nihilizm diyor: Yani gözün yol görmediği bir karanlık, herşeyin gecenin zulmetiyle simsiyahlikta yekpare hale geldiği farksızlık halidir nihilizm. Yeni ışıklandırma sistemine olan lüzumu da şu kavramıyla dile getiriyor: “değerlerin yeniden değerlen’mesi” yani takdiri (re-valuation of all values). Tanrı’nın ölümü sokak lambasının sönmesidir. İnsanın Tanrı olması da ışığını artık kendi içinden jeneratör gibi üretmesi gerektiği anlamına geliyor. Görüldüğü üzere bir put olarak Tanrı devriliyor ama uluhiyet nuraniyet suretinde varlığını ve bir ihtiyaç olma lüzumunu devam ettiriyor.

Tanrı gündüze yolaçan Güneş idi. O batınca, ortaya çıkan karanlıkta herkesin kaynağı olduğu ısıkların oluşturduğu yeni aydınlık bir nevi güneş, bir nevi yeni Tanrı oldu. Biz buna amme vicdanı diyoruz. Herbir insanda diğer insanların huzurunda olmaktan kaynaklanan ve “şahitleri” olan vücud ve şuhud haline biz modern dünyada vicdan diyoruz.

Vicdan sosyal bir kurumdur

Vicdan sadece İslamda değil Batıda da yeni bir kavramdır. Vicdanın altyapı unsurları şunlardır: Hürriyet, akıl, irade. Çocukların, delilerin vicdanı olmaz. İstiklal için mesuliyet, mesuliyet icin istiklal gerekir. Kant meşhur “Aydınlanma nedir?” yazısında Aydınlanma için şunu söylüyor: “Tebaiyetteki insanın çocuk gibi taklitten çıkıp akıl ve baliğ bir yetişkin olarak başkasının iradesine değil kendi iradesine tabi olarak hareket etmesidir.”

Herkes zatından mobil ve mesul hale gelince (Kant muhtereminin dilinde ifade edersek, “ahlaki özerkliğini” yahut “moral otonomisini” kazanınca) insanda diğer insanlardan kopmaktan kaynaklanan bir delik kalıyor. Tıpkı basket veya futbol topunun bir yerinde subap denen bir deliğin kalması gibi bir delik kalıyor insanda. Eğer basket topu örneğini sevmediyseniz, başka bir örnek vereyim: Vicdanı olmayan ve plasentaya göbekten bağlı olan bebeğin doğup dünyaya vacid olmasıyla birlikte “göbek bağı”nın koparak adına “göbek deliği” dediğimiz bir boşluk bırakması ile “sorumlu” hayat başlar. İşte insan ruhunda topluma olan bir nispet var, bu nispetin özerkleşme ile yolaçtığı boşluğa vicdan diyoruz. Bunu dişil bir priz veya erkek bir fiş olarak düşünebilirsiniz, her iki durumda da bir eksiklik ve tamamlanma lüzumu hükümfermadır. Vicdan toplumsal olanın bireydeki izidir. Eskiden birey hür olmadığı için cemaat hali bir yeniden bağlanmayı gerektirmiyordu. Elektrik akımı doğrudan insanların içinden geçiyordu. Modern çağda toplum hali kopup birey haline gelmiş insanların yeniden bağlanmalarını gerektiriyor. İşte bu görünmez (wi-fi’vari) bağlanma ve beslenme cihazına vicdan diyoruz. Bugün “vicdansız” dediğimiz şeye eskiden imansız denilirdi. İkisinin de anlamı şudur: Bağı kalmamış, nispeti olmayan, medeniyet sütü emmemiş.

Vicdan deliğinden duyulan ses kimin sesidir?

Bir toplumun kudsiyet toplamına, nuraniyet kültürüne din diyoruz. Eğer din insanları damardan (göbek bağından, kalbinden, ruhundan) yakaladıysa, insanlar kopup mobil hale gelince din de ya kişisel hale gelip mobil olacak ya da kopulduktan sonra ancak irade ile tekrar bağlanılabilinen bir şarj kaynağına dönüşecek. Yani artık din sana tepeden ve damardan gelen bir emir değil, senin hür iradenle seçtiğin, kendine taktiğin bir cihaz halini alıyor. Kelepçe yerine kol saati. Bu cihaza genelde din denmez de ahlak denir. Disiplin denir, tutarlılık da diyebilirsiniz. Dinin bugün ahlakla imtihanı tam olarak bu geçişin krizidir. Çünkü din eskiden ahlaklı olmak zorunda değildi. Şimdi din de ancak ahlak süzgecinden geçerek meşru hale geliyor, gelmek zorunda kalıyor. Neyse ana konumuz bu değil.

Vicdan genelde bir “iç ses” olarak görülüyor modern zamanlarda. Kant buna lumen naturale diyor, yani yol gösteren “fıtri bir nur” (buna bilahere pratik akıl da diyecektir). Vicdan akılla çok özdeşleştirilse de teorik bir akıldan çok pratik bir akla ancak nispet edilebilir. O yüzden vicdan düz bir şuur değil, bir bilgi değil, bir muhakemedir. En basit haliyle vicdan, insan ahlaken yanlış birşey yaptığında ona “yaptığın yanlıştı” diyen bir ses olarak da tarif edilir. Hatta vicdan bir sessiz konuşmadır. Bir sızı şeklinde kendini ifade eder.

Dini yaklaşımlar (hem İslamda hem de Hıristiyanlıkta) bu sesin İlahi bir ses olduğunu söyler. Bu ilahilik bir Zat olarak Tanrı’nın konuşması olarak anlaşılacağı gibi fıtratın (doğanın, doğallığın) insanda dile gelmesi olarak da ele alınabilir. Vicdan bir “Latife-i Rabbaniye” yani ilahi bir duyu olarak anlaşılır ve hep hakkı arar. İnsanı Hakka götüren bir arayüzdür. Mesela, Bediuzzaman vicdanı “alem-i gayb ve şehadetin nokta-i iltisakı ve iki alemden gelen seyyaratın mültekası” olarak tarif edip, vicdan için “fıtrat-ı zişuur”dur der. Vicdan, bu açıdan kendi kendini regüle edebilen bir bilince sahip olanlarin doğası olarak kavramsallaştırılır. Yani sabit bir doğası olmayan insanın doğası vicdanıdır.

Buna eklenebilecek üçüncü ve sosyal bir formülasyon şudur: İnsanın içinde konuşan o ses toplum’un şahs-ı manevisinin sesidir. Yani toplumun kolektif benliğinin sesi. Buna bizim gelenekte “icma-i ümmet” de deniyor ama töre ve gelenek de diyebilirsiniz. Yani herkesçe doğru sayılan doğruların sesi. (Tabi bunlar her zaman isabetli doğrular olmayabilir).

Nietzsche gibi toplumun çürütken ahlakını sigaya çeken fikir erbabına göre kendinin farkında olmayan, tamamen fıtri ve vahşi bir insanda vicdan olmaz. Vicdan bir toplumun birey olarak bizim üzerimizdeki toplam tesirine, husule getirdiği borçluluk hissine verdiğimiz isimdir. Toplumun içimize bıraktığı bakışların, onaylama ve ayıplamaların, helal ve haramların, “komşular ne der” yahut “Allah rızası için yap” ile “aman ha, sakın yapma”ların toplamıdır. Bu açıdan toplum bizi vicdanımızdan ele geçirmiştir. İnsanın nefsinin toplumca fazlaca inzibata tabi tutulmasından rahatsız olan Freud’a göre toplumun (onun tabiriyle Süperego’nun) birey üzerindeki hükmünün bir sonucudur vicdan. Vicdan, ona göre, toplumun ferdin içinde bıraktığı bir garnizondur. İnsanda asayişi temin için konulmuştur. Vicdan içimizdeki polistir.

Nietzsche insanın modern toplum tarafından kitleye çevrilip şahsiyetsizleştirilmesine tepki gösterdiği için vicdana çok sıcak bakmayan bir serazadlığı savunmuştur. Şahsiyeti korumak için vicdanı bir çürüme, bir kötürümlük sebebi, hastalık bulaştıran bir temas yüzeyi olarak görmüştür. Ama niyeti köleleşmeyi reddetmektir. O, ahlakta istilali savunmuştur. Freud da Nietzsche’den etkilenerek vicdan’ı negatif bir toplumsal tasarruf olarak tarif etmiştir. İkisinden de önce Hobbes ise vicdanı birşeyi birden fazla kişinin bilmesi olarak tarif etmiştir. Yani olaya vakıf olan nefislerin sayısının bir değil iki olmasına vicdan deniliyor. Con-science zaten “birlikte bilmek” demek. Çünkü diğerinin huzuruna düşmüş oluyorsun. Tok adam açların huzurunda rahatça yemek yiyemez. Bir suçlu şahitlerin huzurunda kolayca yalan söyleyemez gibi.

Vicdanın bir toplumun huzurunda olmanın yükü ve terbiyesi olarak gören bu yaklaşımlar dışında Arendt gibi mütefekkirler vicdanın aslında insanın kendi kendisi ile olan bir konuşmasının, kendi kendisiyle çelişmeme ve kendi kendini sigaya çeken bir muhakeme olduğuna dikkat çekerler. “Akşam eve döndüğünde [yani kendi nefsinle başbaşa kaldığında], seni bekleyen kişinin beklentisidir vicdan” diyor. Yani başa dönersek, insanın kendini bulmasıdır vicdan. Bir’in iki olarak hakikate şahitliğine vicdan diyoruz. Senin dışında en az bir şahidin huzurunda olma haline vicdan diyoruz. Sen ve nefsin. Veya nefsin ve Tanrın. Sen ve toplum. Sen ve gerçek. Nefsin ve kalbin. Liste uzatılabilir ama konsept aynı.

Vicdan kavramı insanın kendi kendine yalan söyleyememesini varsayıyor. Bunun her insanda sağlam işlediğini söyleyemeyiz. Ama insanın içinde tutarlılık lüzumu diye bir lüzumun doğması, insanın “kendi”si ile “yaptığı şey”i birbirinden ayırıp düşünebilmesini gerektiriyor.

Peki vicdan yanılabilir mi?

Evet. Çünkü muhakemeye dayanıyor. Muhakeme hatalı olduğunda vicdan da yanlış yapabilir: Doğruyu red veya yanılışı kabul edebilir. Bu açıdan bakılınca vicdanı her zaman mutlak bir doğruluk cihazı olarak göremeyiz. Ahlaki varsayımlar, toplumsal arkaplanlar, korku ve ümitlerimiz vicdanımızı etkiliyor. Amme vicdanından su içen şahsi vicdanlar bazan susuzluklarını giderip salih oluyorlar, bazan zehirlenip kötülüğe ortak oluyorlar.

Vicdan kavramı ile birlikte Tanrı artık yukarıdan bakan bir çift göz değil, içeriden takip edip sorgulayan bir iç mahkeme halini alır. Ama vicdan aynı zamanda bütün toplumun tersine giderek hak bildiğin bir şey uğruna (yani kendi kendinle çelişmemek için) toplumla çelişmeyi gerektirebilir. Modern çağda ortaya çıkan “vicdani retçilik” veya “sivil itaatsizlik” gibi kavramlar da bu açıdan yeni ve önemli olma biçimleridir. Bu hareketler vicdan’ın topluma rağmen hakka şahitlikte ısrar için bir zemin olduğunu gösteriyor.

Toparlarsak, demek ki müçtehidlerde vicdan olur, mürid, troll veya askerde vicdan olmaz. Modernlik herbir insanı bir müçtehid yaptığı için (yani ahlaki özerklik veya moral otonomi sahibi saydığı için) bir alet olmak yerine ferdiyet kazanmış her şahısta vicdan oluşur.

Vicdan, insanın, ne yaptığının farkına (toplum veya öteki aynasında) varmasıyla ortaya çıktı. Bu öz-farkındalık, bu kendi kendinin farkında olmaklık insanın kendi’ne (kendi bildiği doğruya yani Hakka) sadık kalması lüzumunu doğurdu. İnsan “kendi” ve “bilinci” (veya bir ben ve benden içeru olan bir ben) diye iki’ye bölününce vicdan bu ikisini eşitleyen bir tartı olarak karşımıza çıkıyor.

Toplumsal bir varlık olan insanda vicdan, hakka sadakatin insanda akıl ve iradenin tasarrufuyla tahakkuk etmesidir. Burada “hak” toplumsal olarak ahlak olabileceği gibi, dini olarak Tanrı şeklinde de anlaşılabilir. Eğer hükmü iradesini sarfeden bir birey veriyorsa, orada vicdan devreye girmiş oluyor. Emirkulları ve taklit ehli, kendileri aracılığı ile üstlerinin yaptıkları zulümlere “ne yapalım emir böyle” dedikçe “alet” olurlar, itiraz edebilip kendilerini çekebildikçe de “vicdanlı” olurlar.

İnsan, alemin de Tanrı’nın da ölçüsüdür. İman ettiğimiz, edebildiğimiz bir Tanrıya, bir referansa, bir ahlaki prensibe iman ederiz. Modern çağda kötülük sorunu insanın şahs-ı maneviler içinde alet/enstrüman haline gelmesi ile külliyet kesbetti. Vicdansızlık, yani insanın muhakeme ve hakka sadakat görevini yerine getirmemesi durumunda, “şerr” (kötülük) günümüzde devasa, kitlesel bir mahiyet kazanıyor. Vicdan, insanın ahlaki özerkliği ise, insaniyetimizin korunması vicdani hassasiyetimizin korunması ile aynı anlama geliyor.

(28 Eylul 20024 tarihinde Vicdan Vakfı’nın davetiyle verdiğim “Vicdan Nedir?” başlıklı konuşmamın metnidir.)

- Advertisment -