İnsanın işi gücü, mesleği, “rütbe”si, unvanı bazen ömür boyu üzerine yapışıyor/yapıştırılıyor. O âdet, “gelenek” işleyişiyle o hâlinden, o postundan itibar, emekli olsa bile “durum ve vazife” çıkaranlar, kurum kurum kurumlananlar için fevkalâde, sonsuz bir ikramiye.
O vazife sadece durumdan değil “kurum”dan da çıkıyor. Her anlamıyla… Kurumun sözlük anlamı zengin: “1. Kuruluş, müessese. 2. Büyüklük taslama, gururlanma, kibir, çalım. 3. Dumanla bacalarda, borularda biriken is.” Bazısında Nescafe misali üçü bir arada.
Emniyet, Askeriye de unvanı, rütbesiyle itibarı köklü, ebedî kurumlar. İtibarı taşırmazsa tabii… Rütbe aldın mı “âmirim, komutanım” da hazır. Hatta rütbesiz düz memura, ere de sen veriyorsun o âmirliği, komutanlığı. Kamusal rütbe, âdetten… Devletlû rütbeler; silahlı üstelik. Saygıda tabii ki kusur olmaz.
“Reisim”le sivilleşme…
Misal, dizisiyle Behzat Ç. neredeyse herkesin “Âmirim”i olmuştu gönülden. O karakteri harika canlandıran sanatçı Erdal Beşikçioğlu’nun MHP’nin kaleleri arasında sayılan Etimesgut’ta rakibine büyük fark (203 bin oya karşı 117 bin) atmasında etkisi, sempatisi ne kadardır bilemiyorum ama “Yoktur” demek de zor.
Beşikçioğlu’na dil alışkanlığıyla “Âmirim” yerine “Başkanım” demek de zaman almıştır belki. Sivilleşme kolay değil azizim. “Başkanım”, “Bakanım”, “Reisim”le “sivilleşmek” de ayrı dert. Önü ilikli, vatkası nafile takım elbise de bir tür “üniforma”. Başkanım, bakanımla “fotoğraf çekinmek” de de ki “asker”lik hatırası. Kimin kimin “asker”i-komutanı, tayfası-reisi olduğunu bile hayal edebiliyorsun bazen o karelerden.
Asker “aga” cumhurbaşkanı
Askerlik zaten öyle bir kurum. Adı üstünde… Osmanlıdan bu yana “asker ağa”dan “asker efendi”ye itibarı sağlam. 27 Mayıs’ın darbeci generali “Cemal Aga”yı cumhurbaşkanı yapmak da o “görenek”in filizleri arasında. “Evren”in öyle olunca, paşa paşa cumhurbaşkanı…
Darbeler de o “kurum”dan vazife çıkarmanın şahikası. “Bi durum” olmasa da yaratır, çıkarırsın. Öyle âdetler orada “örf” galiba. Osmanlıda “İdare-i Örfiye”yi de öyle okuduk, “Örfi İdare”yi de üç kez bittecrübe öğrendik.
“Komutanım”ın kuralları
Askerlikte o kullanımın, itibarın seyrinin de kuralı var elbet. Öyle kafana, rütbeye göre olmuyor. Üniformanı giyip askerlik yapıyorsan onbaşıdan çavuşa, fâni asteğmenden subaya kadar herkese “Komutanım”diyeceksin.
Şaşırıp da “Onbaşım” filan dersen, o olmaz işte. Başına onlar, binler gelebilir. İşleyişi, mantığı öyle zira. Müfrezinin başında onbaşın varsa komutanın o nihayetinde. “Ben o tepeyi paşamın komutasında almak istiyorum” diyemezsin.
Lâkin teskereyi alınca saygını hiyerarşik gösterebiliyorsun. Hele emekliyse “Paşam”ın kıyısında “Albayım”dan kimse rencide olmuyor pek. Trafikte “başçavuş”a çevrilince de askerlik günlerini hatırlayanlar oluyor tabii. “Komutanım” da, adı üstünde “esas duruş” da unutulmuyor bazen. Tanımı da üstünde; o duruşu bir “ölüm” bozuyor (o da Allah’ın emri), bir de “emir”. Hem “Her Türk asker doğar” nihayetinde. Kafa kâğıdı öyle.
“Asker emekli olmaz”!
Öyle doğduğun için o komutanlıktan, rütbelerden emekli olman da zor. O da vecize midir bilemiyorum ama “Asker emekli olmaz” demek mümkün bazı örneklerde. Olsa da görevde kimi. Fiilen emekli ama ruhen muvazzaf. Ki aslolan ruh elbette.
O yönüyle “emekli”lerle ilgili yargılardan, yakıştırmalardan, espriler, fıkralar, parodilerden, “emekli memur” mizahından da biraz muaf. Müstesna bir tipoloji bazısı. “Apartman yöneticiliği”nde ayrı bir tiplemesi bile var. “İntizam Apartmanı”nın işleyişi de ayrı filmlerde.
Önü ardıyla “yargı”ya, mizaha da elverişli bir alan. Bi dünya, başka dünya… Ekranlardaki bazı temsilcileri de yargılara, mizaha bereket katıyor. Mesela elinde sopasıyla ekrana çıkıp farklı düşünenlere “koca kafa” diye hitap eden “tetkik subaylığı”ndan emekli profesör… İsmini hatırlayamasam da o kendinde mizah benim için unutulmaz. Aynaya bakıp o deyimden alınsam bile beni bi gülme tutuyor, sormayın.
Eğitim, o da bir “asker”lik!
Her konuda fikir sahibi olan örnekleri de var, koltuğu konu ne olursa olsun hazır, hatta sabit olanı da… Ülkenin, dünyanın hâli de ona müsait, her mevzu da sünüp, bir yerlerden oralara değiyor. Her an bir düşman, bir harekât, bir hareket, kesesine bereket. Öyle olunca her meseleyi bir tür “savaş hâli”ne çevirmesi, “askeri müfredat”a tercüme etmesi de mümkün. Spontane…
Müktesebat öyle. Tarih desen askerlik, coğrafya, yurttaşlık desen öyle. Örgüt-örgütlenme-organizasyon da değiyor askerliğe, felsefe, “asker mantığı-psikolojisi”, beden eğitimi, müzik de… “Resim”i bile değdirdi de Kenan Evren, “asker fırçası”nın da şahsına münhasırını gördük, her yönüyle.
Hele ki “eğitim”. Bir nevi “asker”lik… Metafor değil harbiden. Bayramlarda statlara çıkmadan önce o eğitimden az geçmedik. 23 Nisan’da çocukken, 19 Mayıs’ta gençken marş söyleyerek az yürümedik uygun adım. “Sabah içtiması”nda esas duruşa geçip, süt tozundan önce “and” içtik. Turist Ömer elimize yapışan gündelik asker selamını şapkasının ortasına alınca neşelendik, “hazırol”dan “rahat”a geçtik biraz.
“Yeşil” eğitim reçetesi
Eğitim işte, “şart”. Lâkin milli eğitimin milli şartları da bünyemize, hatta keyfimize göre. Tedaviye muhtaç olduğu için hepimizin bir reçetesi de var muhtemelen. Emekli Genelkurmay Başkanı, AK Parti Kayseri Milletvekili Hulusi Akar’ın açıkladığı “yeşil” eğitim reçetesi misal.
Her anlamıyla yeşil reçete; çocuklara hap gibi verilmesi için “heyet raporu” bile yetmez bence. Korkunç bir reçete de… Zira dile getirdiği eğitimin temeli bilgiye değil korkuya dayandırılıyor:
“Eğitimin amacı bilgi edinmek değildir. Eğitimin amacı bir Allah korkusu, iki kuldan utanmak…” Üçü yok, yeter. Korkan, utanan, “dilsiz” çocuklar bana ilkokul ve öncesinin hazin tablolarını hatırlatsa da korkunçluğu ondan ibaret değil. Devam ediyor:
Korkulardan korku beğenin
“Çocuklara Allah korkusunu verirsek (…) milli ve manevi değerlerimizi onlara yüklediğimiz takdirde onun üzerine bu çocuk nereye giderse gitsin, dünyanın her yerine gitsin bu çocuktan korkmayın.” Hard diskine (katı beyin) yüklediklerimizle çocuk korkuyorsa bizim de o çocuklardan korkmamıza gerek kalmayacak. “Böö” ya da “Beka” dersin esas duruşa geçer. Bir tarafın korkması, arzu ettiğimiz gibi olması asıl şart.
O korku olmazsa olacakları da sıralıyor: “Eğer bu verilmezse şu gördüğümüz tablo olur. (Kimin, hangi “ressam”ın tablosuysa…) Bu sefer ateistle mi deistle mi uğraşacaksınız? LGBT ile mi uğraşacaksınız? Uyuşturucuyla mı uğraşacaksınız? Şaşırırsınız, şaşırırsınız…”
Buyurun, her alanda fikirlerden fikir, cephelerden cephe, korkulardan korku beğenin. “El”in türküsüne vokal/provokal, politikal vaaz mıdır, askerde “içtimai muhabbet” mi, cami de misin, askerde, kahvede mi… Bir an kestiremezsin. Ama çağdaş anlamıyla “okul”da olmadığın kesin.
Olmak değil olmamak mesele
Zaten eğitimle ilgili ilgili ilgisiz (işte böyle bir tekerleme) kim bir “meşaj” verse, cephe açıyor bir şeylere… Olmak değil olmamak, işte bütün mesele! İktidarına, “düzen”ine uymuyorsa eğitimin amacı onun olmaması: “Öyle olmayın, şöyle olmayın, bunu, şunu olmayın yeter!” Eğitim sistemin de fiktif direktiflerin… Öğrenciye de “rahat” yok, hep bir şeylere karşı “Hazırol”da.
Öyle ki her konuda fikirbaz olmanın abidesi Evren Paşa’nın “Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in Milli Eğitime ait Direktifleri ve Sözleri” diye koca bir kitap (Milli Eğitim Basımevi, 1985) var mesela. MEB basmış o direktifleri, emir ve talimatları üstelik. Hesaplı kitaplı, çevir çevir oku. Bu eserin “pdf”ine ulaşamasam da, “o Evren”in şahsında bildiklerim, tahminlerim kitap doldurur tabii.
Kenan Evren’in milli eğitim mesajı da aklımda: “Eğitim ve öğretimde Atatürk milliyetçiliğini yurdun en ücra köşelerine kadar yaygınlaştıracak tedbirler en kısa zamanda alınacaktır. Evlatlarımızın Atatürk milliyetçiliği yerine yabancı ideolojilerle yetişerek birer anarşist olmasını önleyecek tedbirler alınacaktır.”
Devlet ve Allah korkusu
“Ya -eğitimde- tedbirler” derseniz, Evren Paşa onu da açıklıyor: “Biliyorsunuz, Ziya Paşa’nın meşhur bir beyti vardır. Şöyledir: Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir. Şimdi genç nesiller belki bunu anlamamıştır. İzah edeyim.
‘Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir’, yani evvela nasihat et diyor, nasihatle uslanmazsa, o zaman çıkış ona, bağır-çağır, eğer ondan da adam olmazsa, o zaman ‘Döv’ diyor. Şimdi, biz evvela nasihatle, eğitimle doğru yolu göstermeye çalışıyoruz.”
Evren’in evreninde sonrası malum. “Kötek” ne kelime, işkenceler, infazlar… “Devlet korkusu”nun yanında “Allah korkusu”nu da Evren’in zorunlu din dersini yasalaştırması üzerinden anabiliriz belki.
“Allah zihin açıklığı versin”
Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in tartışma yaratan açıklaması da “bekasal” korkuları başka korkularla bastırmayı temel alıyor esasında. “Allah korkusu”yla diyebilirim: “Sizin tarikat, cemaat dediğiniz, bizim STK dediğimiz yapılarla protokol yapıyoruz. Onlarla da protokol yapmaya devam edeceğiz. Çünkü onlar çocukların dağa çıkmasını engelliyor.”
Çocukların, gençlerin aldıkları “eğitim”in ardından o “düz ova”daki hâl-i pür melâlleri kimsenin derdi değil. Eğitimde “beyin göçüğü” de dert değil, “beyin göçü” de… Mesele olmak değil olmamak.
“Allah korkusu”na endeksli bir müfredatı “şahbaz” okul günlerimden bile hatırlamıyorum doğrusu. Bizi okula uğurlayan büyüklerin “Öğretmenlerini, derslerini dinlemezsen, uslu durmazsan, derste konuşursan Allah seni çarpar” kabilinden bir tehdidini de… Ama annelerin çocuklarını okula “Allah zihin açıklığı versin evladım” dileğiyle gönderdiğini bugün gibi hatırlıyorum.
“Zihin”den korkuyorlar
Zihnin açık olsun… Ne güzel, ne sade ama ne derin, değil mi? Bence bugün eğitimin en temel eksikliği, en acil ihtiyacı da o esasında: “Zihin açıklığı…” İster Allahtan, ister kuldan gelsin, “algılama, düşünce gücü, düşünceye açıklık”. Onun olmaması için korkutmaya çabalıyor iktidarlar.
Zira korkuyorlar. Çok korkuyorlar… Nâzım’dan mülhem; şafaktan korkuyorlar, görmekten, duymaktan, dokunmaktan korkuyorlar, gülmekten, sevmekten, tohumdan ve topraktan korkuyorlar, akan sudan ve hatırlamaktan korkuyorlar, ümitten korkuyorlar, ümitten, türkülerimizden korkuyorlar…
Din ve Askerlik dersleri
Ortaokul yıllarımda Din Dersi’nin -bir dönem- seçmeli olduğunu ve Bahçelievler Ortaokulu’nda bir ara müdürün verdiği derste kopya çekildiğini de hatırlıyorum. Oysa herkes geçiyor/geçiriliyor aslında o dersten. Kalan yok. Yüzde 99.5’umuz Müslüman nasıl olsa.
“Askerlik Dersi” de en çok kopya çekilen (kopyaya göz yumulan) derslerden. Üniformalı hocalarına öğrencilerden birisinin kapıda durup “Dikkaaaat!” çekmesi, sınıfın hep birlikte rap diye ayağa kalkması yetiyor olmalı. O dersten de bütünlemeye kalanı, bırakılanı yok zaten. “Her Türk asker doğar” nasıl olsa.
Temize çekilmiş hatıralar
Okul hatıralarının hafızadaki, gönüldeki yeri ayrı. Kapsadığı alan, nesi-nasılı yere-zamana göre değişiyor tabii. Kuşak farkı da önemli; ehvenişer de olsa, beterin beteri de olsa… Ama o mahut “askerlik hatıraları” gibi okul anılarının da -kenar süsleriyle- temize çekildiğini, ayıklanıp işlendiğini, eğlenceli, neşeli, esprili günlere dönüştürüldüğünü söylemek mümkün.
Emir-düzen-disiplinle, ezberle, kurallarla, korkularla örülü “bir örnek” dönemlerden “efsane” üretmek öyle bir şey. O günlerdeki anılar, arkadaşlıklar soluduğu havaya, bünyeye aldığı gaza da bağlı olarak yer ediniyor insanın yaşamında. Esprilerin-gerçeklerin de dank ettiği zamanlar, el-gönül yapımı tabloların, hatıraların da solduğu, karardığı anlar var tabii hayatta. Herkesin hatırası kendine…
“Yıkacağım”ın korkunç cazibesi
Mesela bizden bir iki kuşak öncesinin yazarı Emrah Serbes’in “Hikayem Paramparça”daki trajikomik hatırası:“Bir öğretmen arkadaşım var, okullarını depreme dayanıklı hale getirmek için yıkıp yeniden yapacaklarmış. Öğrenciler müdürün kapısına dayanmış, ‘Biz yıkalım hocam!’ diye. İşte okul sevgisi. Okul böyle bir yer, orada öğrenilen her şeyi nefret ederek öğrendik.”
Bu hatıra kim bilir kaç insanın, kuşağın hislerine tercüman. Öyle olması için de elimizden geleni yapıyoruz doğrusu. Hayallerim arasında olmadı ama bir başkan filan olsaydım -bina edilen bunca şeyi düşünerek- benim ilk vaadim de korkunç olabilirdi: “Hiçbir şey yapmayacağım, önce yıkacağım…”
“Hocam”ın yeri başka
Son yerine “eğitim”le ilgili zihni sinir vecizeler yuvarlayanlara hatırlatmak isterim. İşe güce, mesleğe dayalı saygıda “Hocam” da var ama o başka. Bambaşka… Hasbelkader bir koltukla, iskemleyle, tabureyle, salıncakla filan olmuyor. Diploma da yetmiyor bazen. O unutulmaz işte; hayırla, şükranla anıyor/anabiliyorsan unutulmamalı da…
O “rütbe”nin, “Hocam”ın ODTÜ’de gençler arasındaki zekâ eseri, sevimli, esprili, eşitlikçi hâli bile diğerleriyle kıyasa gelmez doğrusu. O “hocam”la “Herkesten öğrenilecek bir şey vardır”ın tahayyülüne ersen de “öğretmen” olamıyorsun.
Gazeteciyken “Müdür/Müdürüm” de biraz o tınıyla dolaştı ofislerde. Her şeyin, her işin bir “müdür”ü oluyor nasıl olsa. O ironinin bir örneğini de “Üstadım”la denemişti galiba “genç maliyeciler, hukukçular”. Zihinleri açıktı sanıyorum. Gelecek pazar unvanlar âlemimizden devam edeceğim. Durumdan, kurumdan her “vazife”nin keyfini keyfince çıkaran “sivil”leri de unutmadım kuşkusuz.