Görüntüde Bahçeli’nin başlattığı ve Erdoğan’ın hemen sahiplenip desteklediği Kürt ‘açılımı’, meselenin demokratik çözümünü isteyenlerce ‘ihtiyatlı bir coşku’ ile karşılandı. Ufkunun ne denli geniş olduğunu bilemesek de bunun ciddi bir adım olduğu ve ciddiye alınması gerektiği açık.
Başarı iktidarı ‘anlamayı’ gerektiriyor. İktidarın anlam dünyasındaki meseleler ve değerler hiyerarşisini göz ardı edersek boş hayallere kapılmak mümkün. Öte yandan bu girişimi kategorik olarak reddetmenin de siyasi vebali fazla.
Dolayısıyla konuya yaklaşırken, güncelin heyecanına kapılıp gitmemek ve daha geniş bir çerçevede değerlendirme yapabilmek adına, iki temel noktanın altını çizmek istiyorum.
*
Birincisi bu ‘açılımda’ dış konjonktürün ne denli belirleyici olduğuna ilişkin. İsrail’in tüm bölgeyi etkileyen operasyonları, İran’ın güç ve prestij kaybı, Rusya’nın mesafeli kalma zorunluluğu ve Amerika’nın ‘işlerin olgunlaşmasını bekleyen’ tavrı söz konusu olunca, Orta Doğu bir anda çok aktörlü ve egemenlik boşlukları içeren bir bölgeye dönüştü. Bu durumun iktidarı bir Kürt ‘açılımına’ sevk etmiş olması muhtemel, ama ‘açılım’dan ne anladığımıza bağlı.
Eğer Orta Doğu’daki ortam iktidarda bir ‘korku’ yaratmışsa dış konjonktürü ‘açılımın’ nedeni olarak görebiliriz. İşlerin kontrolden çıkabileceğini, Türkiye’nin Suriye’deki pazarlık gücünün devam etmeyebileceğini, Kürt hareketinin siyasi manevra alanının artabileceğini, bu dinamiğin yurt içi Kürt hareketine de yansıyabileceğini düşünmüşlerse bir an önce bir ‘açılım’ yaparak işin mecrasını değiştirmek istemiş olabilirler.
Eğer durum bu ise, dış konjonktür ‘açılımın’ nedenidir ama aynı nedenle de buradan meselenin demokratik çözümü yönünde pek bir şey çıkmaz. Çünkü iktidarın önceliği korkularının izale edilebileceği bir ortamı yaratmak olacaktır. Bunu kendince yeterli oranda yaptığında ortada bir ‘açılım’ kalmayacağından emin olabiliriz.
Ancak Erdoğan’ın “İsrail’in topraklarımızda gözü var” gibi mantığı ve gerçekleri zorlayan bir cümle kullanmış olmasını da (sonrasında kapalı Meclis oturumu yapıldığına göre) ciddiye almak lazım. Burada gerçek bir ‘korku’ olamayacağına göre, mesele bir ‘hayal kaybı riski’ olabilir.
İttihatçı vizyonun belirgin ayaklarından biri, (ille fiziksel olmasa da en azından nüfuz anlamında) ülkenin yayılmacı potansiyelini ve her durumda başka ülkelerdeki sorunlara müdahale edebilme gücünü yükseltmek. Belki İsrail’in bölge stratejisi giderek bu hayalin önünde bir engel teşkil ediyor.
Ne var ki böyle bir etken ‘açılımı’ tetiklemiş olsa bile, Kürt meselesinde ‘demokratik çözüm’ arayışına girecek kadar etkili olamaz. Çünkü bir yanda sadece bir ‘hayal’, bir potansiyel var. Oysa diğer yanda geri adımı olmayacak bir ilkesel reform söz konusu.
Nitekim karşımızda Kürt meselesini demokratik bir zemine oturtmak isteyen ve bir türlü uygun ‘fırsatı’ yakalayamayan bir iktidar yok! Bunu isteseler, sürece başlamak için ille uygun dış konjonktür beklemezlerdi. Bırakalım ki, böyle bir isteklerinin hiç olmadığını 2016’da bu yana net bir şekilde biliyoruz.
Dolayısıyla eğer ‘açılım’ ciddi bir yöne gidecekse, dış konjonktür ancak bir katalizör işlevine sahiptir. Asıl neden yeni rejimin yerleşmesine hizmet edecek şekilde, Kürtleri de ‘makbul vatandaş’ kıvamına getirecek bir ‘fırsatın’ doğmasıdır. Bunun bir tür ‘kandırmaca’ olduğunu düşünmüyorum. İktidar nezdinde bu bir tarihsel imkan. Kürt meselesini ‘siyasi’ bağlamdan çıkartabilecek, Kürtleri İttihatçı (Kemalizm’e nazaran kimlik açısından çok daha kapsayıcı) bir kimliksel sentezin içine alma girişimi.
Dış konjonktür her zaman geçici, dengesiz ve güvenilmezdir. Yirmi yıl önceki Orta Doğu’yu hatırlamak yeterli. Bundan yirmi sene sonrakini ise herhalde hayal bile etmek zor. Oysa Kürt talepleri ve sonrasında bu devletin ‘kurucu kimlik’ meselesi toplamda iki yüz yılı aşkındır ortalıkta. Düşünün… Onca bölünme parçalanma, toprak kayıpları, üzerine gelen kuruluş macerası, önü ve arkasında iki dünya savaşı, nihayet soğuk savaş sonrası, tek ve çok kutupluluk vesaire… Bütün bu süreçte Kürt meselesi ana vasıflarıyla hiç değişmeden aynen duruyor!
Şimdi İsrail dengeleri bozar mı, ya da İran zayıflıyor mu veya bölgesel hayallerimiz sönebilir mi diye, devletin bu meseledeki temel duruşunun, vizyonunun ve önceliklerinin değişmiş olabileceğini varsaymak fazlasıyla naif.
Devlet için değişmeyen esastır. Bu devletin de önceliği daima kuruluş paradigmasının temelinde yatan kabullerin değişmemesi, değiştirilememesi ve hatta ‘değiştirilmesi teklif dahi edilememesidir’.
Dış konjonktür bir katalizör işlevi görebilir ve iktidar da bu tarihsel momenti Kürt ‘açılımı’ için fırsat olarak değerlendirebilir. Ancak hedef temel paradigmanın ‘içinde’ aranacaktır. Dolayısıyla bu ‘açılımın’ gittiği yere kadar gideceğini ve devlet nezdinde istenmeyen yollara sapma istidadı gösterdiğinde önünün kesileceğini öngörmekte, dış konjonktüre fazla bel bağlamamakta yarar var.
*
Meseleyi daha geniş çerçevede ele alabilmek adına değinmek istediğim ikinci husus, konuyu Bahçeli’nin başlatmasına verilen önem. Ben de bunun önemli olduğunu düşünüyorum ama Bahçeli’nin genelde sıralanan özellikleri nedeniyle değil.
Söz konusu ‘açılım’ belli ki düşünülüp taşınılmış, çok muhtemelen belirli bir stratejiye oturtulmuş, hangi yöne evrilirse ne yapılacağına ilişkin ön muhakeme süreçlerinden geçmiş bir hamle. Gerçekçi olacaksak bu ne Bahçeli’nin ne de Erdoğan’ın projesi. Onları da kapsayan ancak daha geniş konsensüsü yansıtan bir devlet politikası ile karşı karşıyayız.
Siyaset konjonktürel imkanları kullanarak, kendisine fırsatlar yaratarak ilerliyor. Bu pragmatizmden hareketle ideoloji okuması yapmak doğru netice vermeyebilir. Örneğin Bahçeli siyasette etkili olma uğruna bugüne dek hep fazlasıyla pragmatik oldu. Tutarlılık diye bir derdi hiç olmadı. Aynı şeyi Erdoğan için de söyleyebiliriz. Ancak her ikisinin de zor sarsılan ideolojik tutumları var. Söz konusu tespit, özne ‘devlet’ olduğunda daha da istikrarlı, tutarlı ve dirençli bir ideolojiye gönderme yapıyor.
Bugün önümüze çıkan ‘açılım’ bir ideolojik yenilenmeyi değil, aynı bildik ideolojik zemin üzerinde bir siyaset yenilenmesinin pragmatizmini ima ediyor. Dolayısıyla ‘açılımı’ ideolojik (hele zihniyete dair) bir değişim olarak okumak hayal kırıklığını davet etmek olur.
Bu tespiti açmak üzere Bahçeli’nin ‘terör bitmiştir’ sözünü alalım. Bu sözün doğru olmadığı apaçık. Nitekim Orta Doğu’ya ve oradan hareketle Türkiye içinde potansiyel PKK eylemlerini irdeleyen neredeyse herkes, şiddetin bitmek bir yana daha da yükselme, giderek kontrolden çıkma ihtimalinin arttığına dikkat çekiyor.
Demek ki Bahçeli’nin sözünü iki şekilde okuyabiliriz: ‘Terörü bitti varsaymaya hazırız’ ya da ‘terörle hiçbir yere varamayacağınızı görmüş olmalısınız’ şeklinde. İkisi de karşı tarafı konuşmaya davet ediyor ve bu iki okumanın birlikteliği ‘açılımın’ bir iyi niyet ya da demokratik aydınlanma sonucu değil, hesaplanmış bir gerçekçiliğe dayandığını söylüyor.
Bahçeli, Erdoğan ya da Devletin bizleri ‘şaşırttığı’ tespitlerine değinerek bitireyim. Siyaseti ideoloji ile karıştırırsak şaşırabiliriz. Aksi halde şaşıracak bir durum yok. İdeoloji hala yerinde (hatta daha sağlam) duruyor.
Öte yandan unutmayalım ki egemenler ancak yönetilenleri siyaset düzleminde şaşırttıkları ölçüde egemen kalabilirler! Hangi keyfi kararın hangimizi nasıl ve ne kadar etkileyeceğini bilmediğimiz ve bu durumu kabullendiğimiz sürece onlar bizim egemenimizdir. Egemenin tutarlı olma yükümlülüğü yoktur. Tutarlı olurlarsa bir süre sonra tamamen bürokrasiye indirgenirler. Rasyonel analizin çerçevesine sıkıştıkça da karizmaları çizilir, yönetilenler nezdinde kişiliklerinin zedelendiğini hissederler.
Siyaset bağlamında tutarsızlık, egemenin tehdit gücünü, sürpriz yeteneğini ayakta tutar. Biz yönetilenler de gözümüzü oraya diker, çözümü oradan bekleriz. Devletin ulaşamadığımız üst katlarında, arka odalarında bir büyük aklın olduğuna, gerçek bilginin orada yoğunlaştığına inanmak isteriz.
Kürt ‘açılımı’ da gördüğüm kadarıyla birçoğumuzu fazla ‘sevindirik’ olmaya davet ediyor. Haklı olarak bu ‘açılımdan’ demokratik bir sonuç elde etmeyi çok istiyoruz. Ama aynı ‘açılımın’ üretilme, lanse edilme ve siyasallaştırılma sürecinin çok muhtemelen egemenin yönetilenler üzerindeki hegemonik etkisini artıracağını, farkında olunmazsa egemene olan bağımlılığın derinleşebileceğini de görmek lazım.
Çare genelde muhalefetin ve aydınların gerçekçi olabilmesi ve farklı toplumsal kesimleri sabırla ‘açılım’ dinamiğinin içinde tutması. Kürt ‘açılımı’ muhtemelen ancak o durumda topluma yönelik farklı bir vatandaşlık ‘açılımı’ ile bütünleşebilir ve böylece kalıcı olma ihtimali güçlenir.