Bir zamanlar MEB

Andre Gidé’in Oscar Wilde’ı yazdığı bölümde ondan aktardığı hikâyedeki gibi halimiz. Dünyada çok günah işlemiş bir adam bütün çıplaklığıyla Tanrı’nın huzuruna çıkar. Ruhu apaçık şekilde ortadadır. Amel defteri bir bir açılmıştır. “Hayatının çok kötü geçtiğine şüphe yok: Sen mademki bütün günahları işledin, seni elbette cehenneme göndereceğim.” der Tanrı. Adamsa, “Beni cehenneme gönderemezsin” der. Nedeni sorulunca, “Çünkü bütün ömrümce orada yaşadım” der, bu kez. Büyük bir sessizlik olur ve sonrasında Tanrı, “Peki, mademki seni cehenneme gönderemiyorum, bari cennete göndereyim” der. Adamsa, “Beni cennete de gönderemezsin!” der. Tanrı, “Niçin seni cennete gönderemez mişim?” diye sorunca, “Onu hiçbir zaman gözümün önüne getiremedim de ondan.” diye cevap verir adam.

Elimde, Andre Gidé’in Seçme Yazılar kitabını okuyorum. Okumama sebep, Gide’den çok Suut Kemal Yetkin çevirisi olması. Suut Kemal’de beni çeken, her zaman ağır başlı, derinlikli ve güzel bir Türkçeyle yazıyor olması. Hem son derece memleketçi hem de dünyaya açık oluşu. Fransa’yı ve Fransız edebiyatını daha iyi bildikçe kendine daha çok yaklaşmış, yerli ve milli olmanın yolunun sınırlarımızın dışından geçiyor oluşunu çok erken dönemde kavramış olması. Ne yazsa okurum dediğim biri. Yazdıkları bitinceyse çevirileri…

Okumamın bir de görünmeyen gizli nedeni var. Kitabı, MEB basmış. MEB yayınlarının bir zamanlar bastığı harika kitaplarla aynı listeden oluşu düşünmeden almam ve okumam için yeterli neden. Biliyorum ki çok iyi çeviri, hatasız editörlük ve ideolojiye batırılmaksızın, ciddiyetle yapılmış işler…

Seçme Yazılar’ın yer yer etkileyici bölümleri olsa da şimdilerde herhangi bir devlet yetkilisinin burun kıvırmadan okuyabileceği türde bir kitap değil bu. Pekâlâ kaynak israfı olarak görülebilir (Binek aracı değil sonuçta!) Oysa, kitap Millî Eğitim Bakanlığı’nca 1988 yılında basılmış. Tasarruf tedbirlerinin en az bugünkü kadar gerekli olduğu yıllarda yani! Devletimiz onca eser arasından bunun faydalı olacağına inanarak resmi bütçeden kaynak ayırmış. İlk baskı 20 bin adet yapılmış, üstelik. İlk parti ise, 5 bin.

Bir an için Yayımlar Dairesi’nin bugünkü başkanını düşünüyorum. Nasıl olduysa -Bakan memleket gezisindeyken mesela!- gündelik politikayla meşgul olmadığı, basın için bilgi notu hazırlamadığı boş bir gününde kurumunun eskiden basmış olduğu kitapların listesini istemiş olsun. Uzunca listeye göz gezdirirken ne düşünürdü acaba? Çok büyük ihtimalle, müstehzi bir edayla, nesillerin işte böyle böyle kimliğini kaybettiğini, yerli ve milli bir bilincin yok edildiğini, kendi değerlerimizi benimsetmekte neden zorlandığımızın kanıtı gibi görürdü. Buradan kendisine ne büyük payeler çıkarırdı, kimbilir! Nihayet, nesiller kaybolup gitmeyecek, öze dönüşün destansı ideallerine yürünecektir! Mavera, hiç bu kadar hayatımızın öteki yakası haline gelmemiştir! Diriliş muştusu hiç olmadığı kadar yakındır artık! Çocuklarımız, Anatole France ya da André Gide değil Necip Fazıl, Nuri Pakdil okuyacaktır! Ne büyük gurur!

Ne var ki bir zamanlar Bakanlık bu kitapları basarken, dönemin yetkilileri de çok benzer nedenlerle hareket etmişti. Dünyanın bütün değerli birikimine sahip olunmadan, içe kapanan bir kültürün düşünsel yaratıcılığını kaybedeceğini, yerli ve milli olabilmek için sahip olduklarımızı başka bir aynada yeniden ele almamız gerektiğini düşünmüşlerdi. En az şimdiki kadar büyük bir idealle yüzlerce dünya klasiği kitabı böylece basmışlardı. Parası olsun olmasın herkes bu kitaplara erişebilsin istediler. En çok da küçük harçlıklarından başka varlığı olmayan öğrenciler… Bu sayede, şehirlerin merkezi noktalarında, çok önemli eserler çok iyi çevirilerle herkesin erişebileceği kadar ucuza satılabildi. MEB’in, bugünkü vasat tartışmalar yerine iddialı bir hali vardı. Eğitim demek, birileri için yapılan değil insanların kendi yetişmeleri için yaptıkları bir tahsil faaliyetiydi. Eğitimin tek amacı, eğitimdi. Batı klasikleri kadar doğu klasiklerinin de basılmış olması bize tam olarak bunu söylüyor! Her yerden, her yönden yeterince beslenen bir millilik kendi yolunu kolaylıkla çizebilirdi.

O dönemde, eğitimin amacı evet, yerli ve millilikten çok uluslararası bir evrenselliğe ulaşmak idi belki de. (Evrensel olmayı, yücelttiğim için yazmıyorum ama her nedense aklıma Melih Cevdet Anday’ın yerli ve milli olabilmek için önce uluslararası ve evrensel olabilmeyi başarmak gerekir sözü geliyor ve aslında şüpheyle yaklaştığım bu görüşün doğru olma ihtimalinin bugün hiç olmadığı kadar fazla olduğunu düşünüyorum nedense. MEB’in düşünce dünyamıza katkısı yoktur diyemeyiz sonuçta!)

MEB bir zamanlar, yerli ve milli olmayı, karşıtlık olarak görmez, bugün olduğu kadar kaba komplekslerle hareket etmezdi. Bu nedenle, böylesi bir anlayışa sahip olduğu için Virginia Woolf basabildi, Anatole France ya da Goethe… Eğitimin amacı, birtakım ideolojilerin istediği gibi insanlar yetiştirmek değil kişileri, kendi yollarını en doğru şekilde çizebilmeleri için ihtiyaç duydukları düşünsel ve kültürel kaynaklarla buluşturabilmek, zihinleri işler hale getirebilmekti. Yolun sonunda varılacak yeri değil yolun kendisini amaç edinen bir anlayış hakimdi. Çok mu gerilerde kaldı o günler diyor insan. Sanki her türlü ölçüyü yitirmiş, sonuçsuz bir kör düğüşüyle yönümüzü kaybetmiş gibiyiz.

Tıpkı Gidé’in Oscar Wilde’ı yazdığı bölümde ondan aktardığı hikâyedeki gibi halimiz. Hikâye kısaca şöyle:

Dünyada çok günah işlemiş bir adam bütün çıplaklığıyla Tanrı’ın huzuruna çıkar. Ruhu apaçık şekilde ortadadır. Amel defteri bir bir açılmıştır. “Hayatının çok kötü geçtiğine şüphe yok: Sen mademki bütün günahları işledin, seni elbette cehenneme göndereceğim.” der Tanrı. Adamsa, “Beni cehenneme gönderemezsin” der. Nedeni sorulunca, “Çünkü bütün ömrümce orada yaşadım” der, bu kez. Büyük bir sessizlik olur ve sonrasında Tanrı, “Peki, mademki seni cehenneme gönderemiyorum, bari cennete göndereyim” der. Adamsa, “Beni cennete de gönderemezsin!” der. Tanrı, “Niçin seni cennete gönderemez mişim?” diye sorunca, “Onu hiçbir zaman gözümün önüne getiremedim de ondan.” diye cevap verir adam.

Gerçekten de yaşadığımız hayat yeterince iç karartıcı ama öyle olmayan şeklini de düşünemez hale gelmiş gibiyiz. İşlerin daha başka türlü yapılabilir olduğu şeklini tasavvur edemiyoruz. Tam da böyle zamanlarda geçmişe gitmek gerekli. MEB’nin ne olmadığını anlamak için bir zamanlar ne olduğuna, tarihsel kimliğine, uygulamalarına ve neler yaptığına bakmak gerekiyor. Her konuda olduğu gibi.

Andre Gidé’in kitabı bu açıdan bir sembol gibi geldi bana. Okuyunca büyük şeyler söylemiyor, eleştirel-deneme türünün ilk örneklerinden olan bu kitap bir takım edebiyatçı-düşünürlere dair yazarın kişisel fikirleriyle karışık yalın değerlendirmeler içeriyor, o kadar. İçerisinde ideoloji yok, yönlendirme yok, “değerler eğitimi” yok… Öfkeyle bağırmıyor, elinde sopasıyla terbiye etmeye çalışmıyor, bilmiş bir edayla her şeyi bir anda öğretmeye kalkmıyor. Kendinden emin olmanın rahat ve kısık sesli sevecen neşesi var içinde. Günün ilk ışığı gibi, yumuşakça içimize doluyor ve biz hissettiğimiz mutluluğun sırrını bilemiyoruz.

Kısacası bu kitap hiç de büyük şeyler söylemiyor, büyük laflar etmiyor, kompleksli bir kibirle seslenmiyor ve tam da bu yüzden kaybettiklerimizi çok iyi veriyor!

- Advertisment -