Bu yazıyı, on yıl önce, Eylül 2014’te bir dergi projemiz için kaleme almıştım. Projeyi hayata geçirmemiz mümkün olmayınca, yazı da öylece bilgisayarımdaki dosyalar arasında kaldı. Meğer yayınlamak bugünlere nasip olacakmış!)
“Kader ilim nev’indendir” sırrını hatırlatan bir süreçti olup biten. İçeride olanın bir türlü bilemediği, ama dışarıda olanın az biraz basiretle dahi pekâlâ görebildiği bir seyirde cereyan ediyordu herşey.
“Kader ilim nev’indendir” derken, yokuş aşağı giden bir araba ile yokuş yukarı giden bir araba örnek verilirdi hani. Biri kendi şeridinde giderken, öbürü inadına karşı şeritte giden… Tepeden yola bakan biri, ters şeritte giden kendi şeridine geçmediği takdirde muhakkak bir kazanın olacağını öngörür, dahası iki aracın hızına bakarak bu kazanın hangi virajda vuku bulacağını bile söyleyebilirdi. Elbette, o kazanın olma sebebi, o adamın öyle söylemesi değildi; kazanın sebebi şerit ihlali idi ve o adam bu gidişatı gördüğü için kazayı da öngörebilirdi.
‘Kutlu amaç’ uğruna “Her yol mübah” dedikten sonra “Her şerit benim olacak” aşamasına geçmekte hiç de zorlanmayan bir yapının, şerit ihlali konusundaki o kadar uyarıya kulak tıkayıp, yolun bir yerinde ve virajların birinde o kazayı yapıp arabasını uçuruma yuvarlayacağını görmek için ermiş, derviş, velî, mehdi, mesih filan olmak gerekmiyordu velhasıl. Dışarıdan bakabilen herkesin az biraz basiretle pekâlâ görebildiği bir gerçekti bu.
Dahası, şeridini ihlal ederek yokuş aşağı giden o arabanın artık freninin de patlamış olduğu gerçeğiydi. Nicedir söylüyorduk, “Ne olacak bu cemaatin hali?” diye soranlara: “Freni patlamış halde yokuş aşağı giden bir kamyon görüyorum.” Araç yokuş aşağı freni patlamış halde giderek hız kazanır ve kontrollü şekilde durdurulması gitgide daha da imkânsız hale gelirken, uyarılara bu bakımdan da kapalıydı kulaklar. Uyarılara açık olsalar hem şerit ihlalinden vazgeçer, hem de bir kaçış rampasına direksiyon kırıp arabayı o şekilde durdurarak ‘durup düşünme’ aşamasına geçerler idi belki. Ama hayır! Harfe değil rakama, söze değil sayıya değer verilen ‘âhir’ zamanda ‘niceliğin egemenliği’ne kendini bu kadar kaptırmışken daha fazla ‘hız’ı daha fazla ‘başarı’ olarak algılatan basiret körlüğü, bu hız artışını bir felâketin habercisi olarak göreceği yerde ‘başarı’nın, daha da fazla ‘başarı’nın nişanesi olarak algılamayı tercih ediyordu. Böyle olunca da, “Aman dikkat! Aman şerit ihlali! Aman frenler çalışmıyor!” diye mü’minâne bir şefkat ve de insaniyetin gereği bir rikkat ile feryad u figân ederek dışarıdan yaptığımız uyarılara karşılık, kamyonun içinde ve üstünde olanlardan “Hasetlerinden öye diyorlar. Bizi çekemiyorlar. Gerçeği göremiyorlar” psikanalizleriyle birlikte “Hızlı! Daha da hızlı!” tezahüratını işitiyorduk yalnızca.
Eh, durum böyle olduktan sonra, “Olacak olan, olur” kabilinden Wittgenstein-vari derin filozofik analizler gibi okunurdu bütün yazılanlar ve sözlenenler.
Olmuştu işte. Olacak olan, oluvermişti.
İşin garibi, ‘olacak olan olduğu’ halde dahi gerçekliğin reddi, hiçbir şey olmamış aymazlığı, canı yanan erkek çocuklarınkine benzer ‘acımadı ki’ inkârcılığıydı. Halbuki göz de, akıl da, acı da, olanın farkına varmak ve yanlışından çıkıp adımını doğrultmak için rahmânî imkânlardı.
Ama olmuyordu işte. Zira, seneler önce bir dizi tecrübenin bana öğrettiği basit iki gerçek, burada da geçerliydi: (i) Kendisine hiç yardım etmeyene, sen asla yardım edemezsin. (ii) İçinden gelmeyene, dışarıdan yaptıramazsın!
* * *
Durum ne yazık ki buydu. Ama nasıl bedenimizdeki hastalığı anlayalım diye bize türlü çeşit semptom, acı ve ağrılarla mesaj gönderiyorsa Rabbimiz, burada da arızayı, marazı, problemi tesbit için o kadar imkânı var ettiği halde, örneği olmayan bir asabiyet bütün bu mesajları devre dışı bırakıyordu. Ne de olsa, ‘örnekleri kendinden bir hareket’ idi onlarınki. Başkalarına önce öyle, sonra böyle olmuş olabilirdi; ama onlar farklıydı, başkaydı, bambaşkaydı. Bilmiyorlardı; aslında böyle düşünmek dahi tarih boyunca binlercesi zuhur etmiş böylesi hareketlerin ortak özelliklerinden bir diğeriydi. Ama güya ‘örnekleri kendinden olan’ bir hareket, başkaca hareketler örnekliğinde anlaşılmaz, başkaca hareketlerin akıbetinden onun da akıbetine dair bir hisse düşülemezdi onlara göre. Bilakis, önderinin bir vakit kamyon yine bir duvara vurduğunda söylediği gibi, “Ne sadece dün, ne bugün, ne de yarın” olan, bilakis ‘bütün bu zamanların hepsine sözünü geçirme konumunda bir sahibü’l-vakt’e dair destanlar yazmakla meşguldüler.
Ama ah, keşke ‘örnekleri kendinden’ olmak yerine, olan bitenden örnek alan olabilseydiler… Ah keşke kendilerini başkalaştıran bir teoloji veya hatta eskatoloji üretmekle meşgul olmak yerine, toplumların, toplulukların kaderine dair sosyolojiden, siyaset biliminden, sosyal psikolojiden; din adına varolan toplulukların imtihanına dair de kıssalardan ve hadislerden birer hisseye kendilerini açık tutabilseydiler… Keşke ‘ben’leri ‘biz’de buluşturmakla imtihanın bitmediğini; “Otuzuncu Söz”ünde Bediüzzaman’ın ısrarla dikkat çektiği üzere aslolanın ‘Ene’den ‘Hüve’ye bir yol bulmak olduğunu; aksi takdirde ‘ben’ terkedilse bile bu defa ‘asabiyet-i nev’iye ve milliye’ suretinde ‘ben’ enâniyetinden daha belalı bir ‘biz’ asabiyetinin zuhur edebildiği gerçeğini görebilseydiler…
Görseydiler, nefsini unuturken kollektif bir nefs-i emmâre üretmenin pekâlâ başa gelebilen bir bela olduğunu…
Görebilseydiler de, mü’min kardeşlerinin onlara yönelik tatlı sert uyarılarını haset psikanalizlerine meze edecek yerde, bir manevî/cemaatî tedavinin ‘ameliyat-ı cerrahiye’si olarak değerlendirebilseydiler. Hem, o pek de meftûnu oldukları övgülerdeki gönül çelen, kalp çalan ‘anestezi’ye de uyanabilseydiler keşke.
Ama bünye ‘biz’ asabiyetiyle mâlûl hale gelip ‘ben’den vazgeçenler ‘örnekleri kendinden bir hareket’in ‘biz’ kibriyle sarhoş olduğunda, görülemiyordu bunlar. Bilakis, maddî bünyede immun sistemi bozulduğunda yaşananların bir benzeri burada yaşanıyor; bünye, öven ‘mikrop’ları gönül rahatlığıyla içine kabul ederken, uyaran ‘antikor’ları ve ‘akyuvarları’ habire öldürüyordu!
Durum bu noktaya gelmiş iken, sonuç olan şeyden başka ne olabilirdi ki?
* * *
Âlemlerin Rabbi, geçmiş ümmetlerin akıbetiyle, en başta bizi uyarıyordu oysa. Bir tarih kitabı değildi Kur’ân. Onda ‘düne dair’ ne varsa, esasen ‘bugün için’di. ‘Onları’ anlatırken de ‘bize’ konuşuyordu âlemler Rabbi.
Allah’tan gelen âyetlerin sadece zâhirine odaklanarak sapanlar, âyetlerin zahirini inkâr ve iptal eden bir bâtınîlikle sapanlar; ruhsuz bir ‘şeriat’ vurgusuyla savrulanlar, şeriatsız bir ‘ruh’ vurgusuyla savrulanlar; seçmeci bir anlayışla, gelen vahyin özündeki bütünlüğü ya öyle ya böyle yitirenler; tevillerle kendi yorumunu dinin merkezine yerleştirenler… daha nice şeyle ‘onları’ anlatırken Kur’ân, asıl ‘bize’ konuşuyordu. Dahası, “Ben ateştenim, o topraktan” seçkinciliğiyle isyana kalkışan İblis’i anlatırken dahi bize konuşuyordu.
Dünyalık yüzünden yozlaşma, güç karşısında eğilerek yozlaşma, hakikati şartlara göre eğip bükerek yozlaşma âyetlerin de, hadislerin de bizi uyardığı konulardı.
Hiçbirimiz masûn değildik bu tehlikeden. Hiçbirimizin bu sınanmalardan muafiyeti yoktu. Dolayısıyla, “bize dokunmaz” güveni değil, “aman bize dokunmasın” dikkati lâzımdı bize. “Biz başkayız” emniyeti değil, “Bize de çıkabilir” endişesi yakışmalıydı bize.
‘İlkesel’ açıdan bakıldığında, durum buydu. Ama ‘ilişkisel’ bakmaya bizi sevkeden bir nefsimiz vardı. ‘İlke’yi işine göre yorumlayan; ‘lehine’yse sahip çıkan, ‘aleyhine’ ise iptale kalkışan bir nefis… Asabiyetle, iradenin kontrolünü aklın elinden alan bir nefis…
Böylesi yozlaşmalara karşı ise, yine Kur’ân, yine hadis, rehberimiz ve muhafızımız idi bizim. Meselâ ne diyordu o derin dersler yüklü kısacık sûre-i Asr? ‘Hüsran’ yaşamamak için, iman ve amel-i salih ile beraber, ‘tevâsav’ diyordu bize. Birbirine hakkı tavsiye etmeye ve yine birbirine sabrı tavsiye etmeye çağırıyordu bizi. ‘Tavsiyeleşme’ye yani. Bir tarafın hep tavsiye eden, diğer tarafın hep tavsiye alan durumunda olduğu bir ast-üst ilişkisine değil… Bilakis, “Mü’minler ancak kardeştir” eşitliği içinde, özellikle içerisinde kendisinin olduğu durumlarda ‘ilişkisel’ nefsin haktan bizi alıkoymasına karşı ‘dışarıdaki’lerden ‘ilke’ye dair ‘tavsiye alma’ya… İçinde kendimizin olmadığı durumlarda da, içinde olanlara ‘ilke’yi tavsiye etmeye… Dokunulmaz olan yoktu aramızda, imtihan herkes için geçerliydi. Dolayısıyla herkesin, her kişinin, her topluluğun tavsiyede bulunma sorumluluğu ve hakkı olduğu gibi, tavsiye almaya da ihtiyacı ve mesuliyeti vardı.
Ve yine bu yüzden Peygamber aleyhissalâtu vesselam mü’mini ‘mü’minin aynası’ olarak tarif ediyor; yaptığımızın isabetini sair mü’minlerin yüzlerindeki ifadeden, kalblerindeki ve akıllarındaki mukabeleden hareketle okumaya bizi davet ediyordu. Meşhur hadisin bildirdiği üzere, ‘yetmişiki fırka’ saparken sapmayanların ümmet aynasında birbirini seyredebilenler olması ne kadar da manidardı…
* * *
Manidar bir hadisti bu. Kurtulan ‘yetmişüçüncü’yü, ‘hiye’l-cemâa’ diye tarif etmişken Peygamber Efendimiz, buradaki ‘cemaat’le de ümmetin içinden küçük bir grubu değil, ümmetin çoğunluğunu kastediyordu. Lâkin, bindörtyüz yıldır niceleri, “Yetmişüçüncü biziz” iddiası ve kibriyle yetmişikiden birine dahil olmuşlardı. Oysa bizi kurtulan ‘yetmişüçüncü’de tutacak olan, hakikati yalnız kendi gördüğümüzden ibaret bilmemek, kendimizden menkul bir ‘seçilmişlik’ zannıyla ümmet suyuna bir türlü dalamayan bir yağ olmaya girişmemekti.
Gelin görün ki, kendisini seçilmiş başkalarını sıradan, kendisini kurtarıcı başkalarını kurtarılmaya mahkum, kendisini hassasiyet zirvesi başkalarını lâkaytlığın esiri… görmenin garip, menhus bir lezzeti vardı. Niceleri o lezzet yüzünden helalleri bile haram eden marazî bir ‘hassasiyet’ üretmiş değil miydi? Niceleri, sırf o ‘kurtarıcılık’ vehmine fetva bulabilmek için “Herkes helâke gidiyor, söylüyoruz, farkında değiller” söylemi üretmemiş miydi? Sakalın santimetresinden bıyık ile dudak arasındaki mesafenin milimine, kıyamda iki ayak arasındaki ‘ideal’ mesafeden pilavda ve börekte kullanılan yağın markasına, sol göz hariç yüzü de ‘tesettür’ kapsamına almaktan başörtüsünde hangi renginin caiz olduğuna, gömleğin yakalı mı yakasız mı olacağından pantolon içine mi dışına mı alınacağına… böyle türlü çeşit sözümona ‘kriter’lerle kutlu şeriatın o geniş ve herkese açık ‘cadde-i kübra’sını sadece bizim gibilerin girebildiği daracık bir patikaya dönüştüren imtihanı, asırlar boyu niceleri yaşamıştı.
Onların akıbetine bakılsa ve meselâ ‘gerekmeyen yerdeki’ hassasiyetin ‘gereken yerde dahi’ duyarsızlığa savrulma riski içerdiği görülse; aslolanın ümmetin umumî tercihine, ‘sevad-ı âzama’ ittiba olduğu görülse ve üç-beş hususta ekstra hassasiyet üzerinden zaten baştan arızalı ‘seçilmişlik’ algısına bir de hormonlar zerkedilmese, akıbet böyle olmazdı belki.
Ama zordu bu. Bediüzzaman’ın ‘fena fi’l-ihvan’ı ‘fena fi’ş-şeyh’ten daha büyük bir mertebe ve daha ağır bir imtihan olarak tarif etmesindeki sırra binaen zordu. Kendisinden yüksek gördüğünde fani olmaktan çok daha zoru, kendisinin eşiti olan, hatta nefsin belki kendisinden geride gördüğü iman kardeşlerinde fani olabilmekti. Ama ‘vasat bir ümmet’ sırrı işte böyle gerçekleşiyordu.
* * *
Bu sırra dahil olabilmek için bir dizi meseleyi halletmiş olmak gerekiyordu ama. En başta, ‘ihlas’ denilen sırrın ‘sonuç’a değil, ‘yol’a baktığı; ‘amaç’ kadar ‘araçlar’ın da sıhhatini istediği gerçeğini kavramış ve hazmetmiş olmak gerekiyordu. ‘Başarı,’ dünyalı Batılı akıl için ‘isabet’ delili olabilirdi; ama Kur’ân sonucun Allah’ın elinde olduğunu, bize düşenin ‘yola düşmek’ ve ‘yolda usulsüzlüğe düşmemek’ olduğunu öğretiyordu hep. Ne sonuca ulaşmak, ne de amacın yüceliği yeterli idi. Bilakis, sonuca ulaşamasak da süreçte doğru olmakla yükümlüydük. ‘Amacın’ yüceliği, Allah’ın ve Resûlullah’ın razı olmadığı süflî araçlara meşruiyet kazandırıyor değildi.
Dolayısıyla şu rakam, bu sayı, gerçekleşen şu hedef ne dokunulmaz kılardı bizi, ne de sorgudan muaf. Protestanlar ‘başarı’yı Allah’ın rızasına delil görebilirdi belki, ama biz değil. “Kafama koydum mu yaparım; allem eder, kallem eder, başarırım; ama öyle ama böyle, bu iş olacak!” değildi bizim söylemimiz ve şiarımız. Toplanan deri, ulaşılan abonelik, açılan okul, kaydedilen öğrenci, gidilen ülke; bunlar ancak ‘yol’da ve ‘araç’ta isabet kaydıyla anlam taşıyabilirdi. O durumda dahi, ‘vestağfirhu’ sırrının bizi sürekli uyardığı, ‘başarı sarhoşluğu’ gibi, ‘gurur’ gibi ayrı bir sınanma vardı üstelik.
Demiyor muydu Bediüzzaman: “Cenâb-ı Hakkın rızası ihlâs ile kazanılır; kesret-i etbâ’ ile ve fazla muvaffakiyetle değildir.” Neden? “Çünkü onlar, vazife-i ilâhiyeye ait olduğu için, istenilmez, belki bazen verilir.” Bir de şu tarafı vardı: “Evet, bazen bir tek kelime sebeb-i necat ve medar-ı rıza olur. Kemmiyetin ehemmiyeti o kadar medar-ı nazar olmamalı. Çünkü bazen bir tek adamın irşadı bin adamın irşadı kadar rıza-yı ilâhîye medar olur.”
Bu cümlelerin hemen ardından, bir de şu cümlenin gelmesi ne kadar da manidardı: “Hem ihlâs ve hakperestlik ise, Müslümanların nereden ve kimden olursa olsun istifadelerine taraftar olmaktır. Yoksa, ‘Benden ders alıp sevap kazandırsınlar’ düşüncesi, nefsin ve enâniyetin bir hilesidir.”
* * *
Böyleydi de; ancak eklektisizmin, sinkretizmin, ezoterik bir eskatolojinin, anakronik bir historiyografinin ve bütün bunların beslediği kitlesel bir narsizmin tuzağına düşmez isek böyleydi. Aslolan biz değil, Kur’ân’dı. Aslolan bizim gelecek kurgumuz değil, Asr-ı Saadet gerçeğiydi. Bize düşen, Kur’ân’ın ve hadislerin ışığında ve Asr-ı Saadetin örnekliğinde ‘biz’i inşa etmekti. Bizim projemize göre Asr-ı Saadeti yeniden inşa etmek, hadislerin içerdiği hakikatin dengesini bizim kurgumuza göre şu veya bu yöne çekip çekiştirmek değil…
Heyhat! Aslolan ‘biz’ olunca, aynı hadisten ‘cihadsız’ bir din algısı üretmek de, ‘cihad’ın aşamalarını ve istediği ruh selametini yitirmek de pekâlâ mümkün olabilirdi. Diğer bir deyişle, hadis bizi dosdoğru, müstakim, dengeli bir mü’min olmaya davet ederken, aynı hadisin sonraki cümlelerini görmezden gelip sadece ilk cümlesinde kalarak ‘sinik’ bir Müslüman olmak da, önceki cümlelerden sarf-ı nazar edip sadece son cümlesine odaklanarak ‘radikal’ bir Müslüman olmak da pekâlâ muhtemeldi. “Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin” diye başlıyordu hadis. “Cennet kılıçların gölgesi altındadır” diye de bitiyordu. Ve şöyle diyordu tam olarak bize: “Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin! Allah’tan afiyet dileyin. Ancak karşılaşacak olursanız, sabredin. Bilin ki, cennet kılıçların gölgesi altındadır.”
Ama ‘amaç’ uğruna ‘araçlar’ ifrat ve tefrit uçlarında salınıyorsa eğer; amaç uğruna Amerika’da çoğulcu, Orta Asya’da tekçi olunabiliyorsa meselâ; bir tarafta ‘çok-kültürlülük’ pazarlayan diller başka bir yerde ‘Türk kültürünü her yere götürmek’ pazarlıyorsa şayet; hakikatin dengesinin yerini “amaç güzel, niyet iyiyse herşey mübah” diyen bir ‘postmodern takva’ almışsa eğer, sonuç bu olamazdı elbet.
Bilakis, gün gelip “Ben de Ebu Zer-ı Gıffârî gibi…” diyen bir dil, başka bir gün geldiğinde bu kez Emevîlerin bile kendisine yakıştıramadığı şeyleri ‘amaç için’ mübah bulur hale gelirdi. Yahut aynı gün içinde “Ebu Zer, verada Hz. İsa gibidir” hadisini görebilen bir dil; Ebu Zer’i kadı, hâkim, hakem, yönetici olmaktan men eden, Ebu Zer’in de harfiyyen uyduğu hadisi ise nedense unuturdu! İmtihan çetindi oysa. Kendisini hakikate göre inşa ile yükümlü idi mü’min. Hakikati kendine göre inşadan da o derece sakınmalı idi.
* * *
İş buraya gelince, çocukluğumdan bugüne gördüklerim ve duyduklarım bir film şeridi gibi diziliyordu birbiri ardısıra. Lise, üniversite, sonrası; hayatımın hiçbir diliminde Fetullahçılık denilen bu yapının içinde olmamıştım. Ama hayatımın her safhasında bu yapıdan insanlarla birbirine değmişti hayatlarımız. Sadece dört senelik üniversite günleri bile ne de çok söylüyordu o zamandan beri bana… İhtilal günlerinde duyduklarım, ağır aksak da olsa demokrasiye geçildikten sonra duyduklarım… Mü’min kardeşinin yanında duyduklarım, ehl-i dünyanın yanında iken duyduklarım… ‘Caiz’liğin üreticinin ‘hizmet’e ayırdığı ‘himmet’e endekslendiği garip usul-i fıkıh… Amaç uğruna ‘rüşvet’ düzeyinde hediyeye cevazdan öte teşvik, dahası ve daha nicesi…
Ama en çok da o unutulmaz BSN ‘izahı.’ 80’lerin ikinci yarısında, başlatılan yeni bir ‘irtica kampanyası’nda Milliyet gazetesi, Sızıntı dergisi sayılarında resim içine gömülmüş vecizelerin altındaki BSN’nin ‘Risale-i Nur müellifi Bediüzzaman Said Nursî’ olduğunu ‘ifşa’ ve ‘ihbar’ ettiğinde verdikleri o efsane cevap! Meğer o sözler Bediüzzaman Said Nursî’ye ait değilmiş de, Uşak’tan kendilerine vecizeler gönderen meraklı öğretmen Bedrettin S. Nail’e ait imiş! Bunun yalan olduğunu kendileri bildiği gibi, bu yalanı aşikâre bilecek milyonlar olduğunu da bildikleri halde böyle süflî bir yalana tevessül ve tenezzül… Dahası, işine geldiğinde ‘aidiyet’ten söz ettiği bir ismin hakikatli sözlerini işine gelmediği ilk fırsatta ondan başkasına ‘satıveren’ benzersiz el çabukluğu… Sözlerini (ç)aldıkları Bediüzzaman “Yalana asla cevaz yok” dediği, üstüne “Yalancılık, Sâni-i Zülcelâl’in kudretine iftiradır” diye uyardığı halde hem de. Bediüzzaman’ın talebesi Binbaşı Âsım Bey sırf yalan söylememek için “Yâ Rabbi, canımı al!” diye dua edip sorgu hakimliğinde öylece ruhunu teslim ederek ‘istikamet şehidi’ olduğu halde hem de…
Bununla birlikte, çokları hüsnüzannın sınırlarını zorlamayı tercih edecekti yine:
“Yalan söylüyorlar, ama bir hizmeti koruma ve sürdürme endişesiyle.”
“Yanlış yapıyorlar, ama niyetleri iyi, öyleyse anladıklarında yanlışlarını da düzeltirler.”
“Kabulü mümkün değil, ama biz şimdi alenî konuşursak fitne çıkar, ehl-i dünyanın tuzağına düşmüş oluruz.”
Bu hüsnüzan, bu ümit ve bu endişe bizi alıkoyar, en haklı uyarımızı bile en uygun zeminde en nazik şekilde iletmeye bizi zorlarken, o canipten gelen bitmez tükenmez ‘uzanamadığı ciğer’ analizleri ve haset psikanalizleri…
* * *
Bu hikâye, böyle diye diye 90’lara ulaştı ve ‘yeni milenyum’a varıp dayandı. Bir tarafta da, gözle görülür bir maddî başarı… Bir yanda da sonuç almaya endeksli şekilde bal damlayan diller, ‘diyalog’a ve ‘hoşgörü’ye dahil tahammülfersâ tekrarlar ile gelen analizler… Ama aynı zamanda kitaplara vurulan ‘sıfır beş’ damgalarıyla, erbabına mâlûm afarozlar, susturulan kalemler… O bal damlayan tatlı dilin ardındaki muktedir dişlerin ısırdığı mü’minlerin rikkatimize dokunan haykırışları, yüreğimizi hüzne boğan depresyonları… Ama o göz kamaştırıcı maddî başarıyla basireti bağlanmış nicelerine ‘yanlış giden şeyleri’ bir türlü anlatamayış. Bilakis, bir de onlardan gelen psikanalizler!
Sonuçta, ne istesek oluyor, neyi kafaya koysak gerçekleşiyor diye, ‘başarı’dan ‘rıza’ya yakîn devşiren bir ibtilâ ve nereyi ele geçirse ‘Hel min mezid/ Daha yok mu?” diye haykıran o asaletsiz iştiha…
Gaza yüklendikçe yıpranan manevî balatalar, zafer sarhoşluğu içinde arabanın dört bir yanından ve dahi yolun iki tarafından geldiği halde duyulmayan sinyaller ve uyarılar…
Sonuç?
Olup bitene bakınca, Paul Valery’nin “İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yazdığı “Bugünkü Dünyaya Bakış”ta sözümona ‘galipler’e, bir tepeye oturup da kendilerine sormaya davet ettiği soru geliyor aklıma:
“Neye yarar?”
Aşınan değerler, incitilen hakikatler, yıpranan kutlu kelimeler… Din namına her cümlenin daha ortasında “Para isteme faslına ne zaman geçilecek?” sorusunu akıllara yerleştiren müptezellik… Ve geride hiçbir şey bırakmamacasına her değerin istismarı…
Neye yarar?
“Dünyayı Kurtaran Adam”ı bir Cüneyt Arkın filmi olarak izlerken acı da olsa bir gülümseme kalıyordu dudaklarda. Ama bu “Dünyayı Kurtaran Adamlar” senaryosundan geriye kalan, ‘acı’ sadece. Acı da olsa bir gülümseme değil; sadece acı.
Neye yaradı peki?
Kime yaradı?
Ya kimler ve neler zarar gördü bugüne kadar, kimler ve neler görecek bundan sonra?
* * *
Alâaddin’in meşhur hikâyesinde, sihirli lâmbayla saltanat kuran Alâaddin’den pek hazzetmeyen vezirin söylediği şeye gelip dayanıyor herşey.
Böyledir hayat: Gidişin, gelişin gibi olur.
Sihirle gelen, sihirle gider meselâ. Kem âlât ile kemâlât olmaz. Dönüşün değil, sönüşün muhteşem olur…