Ana SayfaGÜNÜN YAZILARI29 Ekim Cumhuriyetin ilanı’nın da cahiliyiz!

29 Ekim Cumhuriyetin ilanı’nın da cahiliyiz!

Mustafa Kemal, meclise cumhuriyeti ilan ettirirken Rauf [Orbay], Kazım [Karabekir], Ali Fuad [Cebesoy], Adnan [Adıvar], Hüseyin Avni [Ulaş] gibi bazı isimlerin meclise gelemeyecekleri zamanı özellikle seçer. Örneğin Karabekir Trabzon’dadır, Rauf Bey İstanbul’da. Meclis üyelerinin kelimenin tam anlamıyla yarısı yoktur. Böylelikle Mustafa Kemal Cumhuriyetin ilanına Milli Mücadele’nin kendine rakip olabilecek diğer önderlerinin katılmasını engellemiş olur. Çün ki onların cumhuriyet ilan eden kadro içinde olup güçlenmelerini ve meşruiyet kazanmalarını istemez.

Cumhuriyet’in ilan günü n’oldu?

Mecliste zikredilen adı Milli Saltanat Bayramı olan Hakimiyet-i Milliye Bayramı’nın TBMM’ce kabulünden sadece üç gün sonra 27 Ekim 1923’te hükümet Mustafa Kemal Paşa’nın emriyle toptan istifasını sunar. Yenisi de bir türlü kurulamaz. Paşa aslında bilinçli bir hükümet buhranı çıkarmıştır. Böylelikle meclis hükümeti düzenini iflas ettirir. Meclis üyelerinin kafası karışır. İki gün sonraysa mecliste Cumhuriyet ilan edilir. Böylelikle hükümet kurma yetkisini paşa kendi uhdesine alır. Eskiden bakanlar tek tek ve ayrı ayrı meclisçe seçilirlerdi. Bu tarihten sonra Mustafa Kemal Paşa’nın artık kendi seçmekte olduğu başbakan ve bakanlara Hindli Müslümanlardan gelen ve elinde tuttuğu paralardan ara ara fazladan maaş dağıttığını da biliyoruz.

Başbakan ve bakanlardan sonra 1927’den itibaren de bir tüzük değişikliğiyle bütün milletvekillerini paşa kendi seçmeye başlar. Meclis üyeleri zaten Cumhuriyet tarihçisi Mete Tunçay’ın “Asılacak Oğlunu Babaya Seçtirdiler” başlıklı mülakatında kullandığı deyimle Takrir-i Sükun Kanunu’yla “kuzu gibi [olmuşlardır]! Ne istenirse yaparlar.”[1] Tunçay devamla şöyle devam eder: “Takrir-i Sükun öncesinde daha özgürlükçü olan Cumhuriyet, Takrir-i Sükun Kanunu’ndan sonra diktatöryal bir cumhuriyet olur… Bizde… cumhuriyet sadece devlet başkanlığının… babadan oğula geçmediği bir sistemdir. İyi ki Atatürk’ün çocuğu yoktu…”[2] Bunun bir benzerini Mustafa Kemal Paşa da Fethi Bey’e [Okyar] 1930 yılında söyler: “Bugünki manzaramız aşağı yukarı bir diktatör manzarasıdırBen öldükten sonra arkamda kalacak müessese bir istibdat müessesesidir.” Fethi Bey de karşılık verir: “Gerçekten bugünki idare şeklimiz lafzen (söz olarak) cumhuriyet ise de cumhuriyetten ziyade diktatörlüğe benzemektedir.[3] Temmuz 1933 tarihinde de Hitler “Türkiye’de doğan ve parlayan yıldız bize takip edilecek yolu gösterdi.” (Leuchtender Stern im Dunkeln) diyerek paşaya selam çakar.[4]

Ayrıca Mustafa Kemal’in 6 Temmuz 1918 tarihinde Karlsbad kaplıcasında defterine şöyle bir kayıt düştüğünü de biliyoruz: “Neden, ben, bu kadar senelik tahsil-i ali gördükten, hayat-ı medeniye ve içtimaiyeyi tedkik ve hürriyeti tezevvük için sarf-ı hayat ve evkat ettikten sonra avam mertebesine ineyim?[5]

Mustafa Kemal, meclise cumhuriyeti ilan ettirirken Rauf [Orbay], Kazım [Karabekir], Ali Fuad [Cebesoy], Adnan [Adıvar], Hüseyin Avni [Ulaş] gibi bazı isimlerin meclise gelemeyecekleri zamanı özellikle seçer. Örneğin Karabekir Trabzon’dadır, Rauf Bey İstanbul’da. Meclis üyelerinin kelimenin tam anlamıyla yarısı yoktur. Böylelikle Mustafa Kemal Cumhuriyetin ilanına Milli Mücadele’nin kendine rakip olabilecek diğer önderlerinin katılmasını engellemiş olur. Çün ki onların cumhuriyet ilan eden kadro içinde olup güçlenmelerini ve meşruiyet kazanmalarını istemez.

Nitekim 11 Kasım 1923 tarihinde İstanbul’da Tanin Gazetesi’ne mülakat veren Kazım Paşa [Karabekir] cumhuriyetin ilanıyla ilgili yöneltilen sual üzerine şöyle cevap verir: “Cumhuriyet hakkında alelacele bir karar verildiğini gazetelerde okudum. Esaslı tedkikatım yoktur. Teferruata vakıf değilim.” Mülakatçı tarafından hükümete yönelik tenkidlerin memnuniyetsizlik yarattığı dile getirildiğinde de paşa “Tenkid milletin hakkıdır.” şeklinde cevap verir. 17 Kasım tarihli Tanin’de de paşanın Darülfünun Hukuk Fakültesi mezunlarına yaptığı konuşma metni yayınlanır. Mezuniyet töreninde paşa “Efendiler halkımız açtır, iş ve servetten mahrumdur. Garblılaşmakla halkın karnı doymaz. Garblılaşmakla iş ve servet edilemez. Efendiler. Millet Garblılaşmakla değil ancak din-i mübin-i İslam’a sarılmak suretiyle mevcudiyetini kurtarmıştır (sürekli alkışlar). Türk oğlunu her şeyden tecrid ederseniz din-i mübin-i İslam’dan başka istinad edecek yeri yoktur. Efendiler, millet her türlü mahrumiyet içinde ümitsiz bir mücadeleye niçin atılmıştı? Evvela tahkir edilen mukaddes dini ila etmek… için değil mi? Mukaddesat-ı milliye ve diniyemize edilen hakareti iade ettik… Buna Garblılaşmakla değil dinimize sarılmakla muvaffak olduk… Memleketimin saadet ve selameti ve din-i mübin-i İslam uğrunda vücudiyeti mahv etmek, herhangi bir felaket anında sizi, takdis ettiğim münevver gençliği mesud görerek terk-i hayat etmek en birinci hedefim ve gayemdir. (Sürekli alkışlar ve yaşa nidaları)!” şeklinde gençliğe hitap etmiştir. Bu çıkışlardan elbette ki Ankara derhal haberdar olmuştur.

29 Ekim’den beş gün önce Hakimiyet-i Milliye Bayramı’nın kutlamalarının Mevlid Kandili’nin her zaman Hicri takvimle olan günlere denk gelmesini oy birliğiyle kabul eden meclis üyeleri Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun Bazı Mevaddının Tadiline Dair Teklif-i Kanuni’yi kabul ederek “Yaşasın Cumhuriyet!” sadası altında cumhuriyeti ilan ettikleri gün de neredeyse tamamen İslami konuşmalar yaparlar.[6] Türkiye artık “ırsi halifeliğe dayalı dini bir cumhuriyet” olmuştur. Ayrıca mevcut halifeyi de Büyük Millet Meclisi seçmiştir.

Mesela Kanun-i Esasi Encümeni Reisi İzmir Mebusu Yunus Nadi Bey şöyle konuşur: ““Devletin dini din-i İslamdır…” Bu vaziyet zaten mevcuttur ve aslidir… Bu ifadeyi de şeref addetmiş oluyoruz…”

Yine Şarki Karahisar Mebusu Mehmed Emin’in [Yurdakul] konuşması şöyledir:

Allah, hırs ve gururu tedib ettirmek için bir elinde kılıç bir elinde asa olduğu halde dünyaya inkılâb yapacak bir büyük peygamberin gönderilmesine ihtiyaç gördü ve gönderdi. O kılıcı ile zalim hükümdarları tedib ettiği gibi asası ile de kanlı tahtları, kanlı saltanatları yerlerin dibine geçirtti… Adsıza şeref, esire hürriyet, zayıfa hak, sefile saadet verdirecek bir Allah’ın hükümetini kurdu ve bunun adı cumhuriyetti (alkışlar). On dört asır sonradır ki ey arkadaşlar! Allah, yine böyle bir ilahi hükümet kurdurmak, ikinci bir mucizesini yaptırmak için en müntehab, en büyük bir milleti intihab etmiştir. Bu millet Türk milletidir. On dört asır evvel, Peygamber Muhammed’in Mekke duvarlarında kurduğu hükümeti, bugün de Türk milleti Ankara’ya kurmuştur. Şu aziz saatte ben bu ihtiyar arkadaşınız Allah’ımdan bu hükümeti takdis ederim… (Amin sesleri).

Urfa Mebusu Şeyh Safvet Efendi: “Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun… maddeleri tedkik edilirse hepsi de din-i İslam’ın esasatı üzerine kurulmuş bir takım esaslardır… Biz bugün Teşkilat-ı Esasiyemizde cumhuriyeti tasrih etmekle tamamiyle Hulefa-yı Raşidin Efendilerimizin devrine rücu etmiş bulunuyoruz. Çün ki o zamanlar teşkil eden Devlet-i İslamiye (Cumhuriyet-i Uhuvviye) idi. Ondan dolayı teşekküratımı tekrar ediyorum.

Muğla Mebusu ve daha sonra İstanbul’a giderek Cumhuriyet Gazetesi’ni çıkaracak olan meşhur Yunus Nadi de [Abalıoğlu] şöyle konuşur: “Arkadaşlar! … ilave ettiğimiz ikinci madde ile diyoruz ki: Türkiye Devleti’nin dini İslam’dır…

Bu İslami konuşmalar yanında seçilecek cumhurbaşkanının tarafsızlığı konusunda bazı tereddütler dile getirilmiştir.

Eskişehir Mebusu Emin Bey der ki: “Reis-i cumhur bütün milletin malı olmalıdır. Ekseriyet fırkasının olmamalıdır… Reis-i cumhur intihabını yaptıktan sonra reis-i cumhurun fırka haricinde ve milletin babası şeklinde olarak… ” sözü Kırşehir  Mebusu Yahya Galib tarafından kesilir: “Fırka namına olur mu? Elbette millet namına olacak.” Emin Bey konuşmasına devam etmek istediğinde de diğer mebusların gürültüleriyle karşılaşır, konuşamaz. Meclis reisi başka maddeye geçer. Daha sonra tarih bize dile bu endişelerin ne kadar haklı gösterecektir!

            Bu tartışmalardan sonra ilk cumhurbaşkanının seçimine geçilir. Seçime katılan yüz elli sekiz mebus Mustafa Kemal Paşa’yı müttefikan cumhurbaşkanı seçerler. Meclis üyelerinin sayısıysa toplamda üç yüz altmıştır. Meclisin yarısından fazlası yoktur. Bilin bakalım iki yüzden fazla mebus meclise niye gelemedi?

            Meclisteki seçimin hemen ardından Mustafa Kemal Paşa kürsiye gelerek gayet kısa bir konuşma yapar: “Meclisinizin riyasetinde bulundurduğunuz arkadaşınıza ifa ettirdiğiniz vazifeyi reis-i cumhur unvanı ile yine aynı arkadaşınıza, bu aciz arkadaşınıza (Estağfirullah, hakkınızdır sesleri) tevcih buyurdunuzAllah’ın inayetiyle şahsıma tevcih buyurduğunuz ve buyuracağınız vezaifi hüsn-i ifaya muvaffak olabileceğimi ümid ederim (Allah muvaffak etsin sesleri)…

            Sonra reisvekili tam meclise hitam verecekken Bozok Mebusu Avni Bey’in “Bir dua yapılsın!” ikazıyla ve mebusların “Dua edilsin, dua edilsin!” ihtarı üzerine Karahisar Mebusu Kamil Efendi tarafından kürside bir dua kıraat edilir ve müzakerelere hitam verilir.

            Cumhuriyet ilan edilmiştir. Mustafa Kemal Paşa devletin başına geçmiştir.

            Sonraki Olaylar

Mustafa Kemal tarafından dışlanan yukarıda saydığım isimler yani Ali Fuad [Cebesoy], Rauf [Orbay], Refet [Bele], Hakkı [Behiç], Adnan [Adıvar], Kazım [Karabekir], Yakub Kadri [Karaosmanoğlu] tek tek tasfiye edildiler.

Kısaca söyleyeyim millet iradesine dayanan devlet ve ordudan, millet iradesine karşı konumlanan devlet ve orduya geçiş yaşanır. Falih Rıfkı [Atay] Çankaya isimli kitabında ne diyordu hatırlayalım: “Hakiki milli egemenliği isteyenler terakkiperverdir. Yani Karabekir ve arkadaşlarıdır. Biz ise ordu ve devlet gücüyle ayakta durarak inkılâpları yapmak zorundaydık.” Benzer bir ifade Şevket Süreyya’da vardır: “Kemalist bürokrasi, 1920’lerin ortasından itibaren halktan kopuk bir bürokratik hizip haline geldi!” Kazım Karabekir bu durumu bir cümle ile özetler: “İstiklalini kazanan Türk milleti hürriyetini pek feci tarzda kaybetti.[7] Tarihçi Mete Tunçay diyor ki Kazım [Karabekir] Paşa bazen cumaya gidiyor olsa da en az M. Kemal kadar Batı’ya açık biriydi.[8]

Tasfiyeleri hızlandırmak ve güçlendirmek için başka mekanizmalar da icad edildi: 4 Mart 1925 tarihli Takrir-i Sükun Kanunu çıkarıldı. Mayıs 1923’e kadar on dört İstiklal Mahkemesi muhalifleri tırpanladı.[9] İki mekanizma birlikte hareket etmeye başladı. Örneğin Takrir-i Sükûn Kanunu ile muhalif gazeteciler Diyarbakır’daki İstiklal Mahkemesi’ne teker teker gönderilmeye başlandı.[10] Toplamda 59.164 kişi yargılandı. 41.678’ine çeşitli cezalar verildi, 1.054’üyse idam edildi.

Örneğin Kazım [Karabekir] evinden apar topar derdest edilerek İstiklal Mahkemesi’nce tutuklandı. İsmet Paşa göz yaşları içinde onu serbest bıraktırdı. Mahkeme başkanı Mustafa Kemal Paşa’nın bilgisi dahilinde bu müdahaleyi yapan İsmet Paşa’nın da tutuklanmasına karar verdi. Mustafa Kemal Paşa tekrar mahkeme başkanına emrederek İsmet Paşa’nın afvını sağladı. Böylece İsmet Paşa’yı hem kendisine borçlu kıldı hem de ona gözdağı verdi.

Aleyhlerinde verilen İstiklal Mahkemesi kararlarına nizami yollardan itiraz edenlerden mesela biri bakan Cavid Bey olmak üzere iki İttihadcı yeniden muhakeme edildiler ve bu sefer idam kararı çıktı ve infazları gerçekleştirildi. İtiraz daha ağır cezayı hak etmelerine sebep oldu.

Kazım Karabekir’e başka zulümler de. Üç binin üzerinde kitabı toplatılıp yaktırıldı, dört çuval evrakına el kondu ve sonrasında evi yıllar boyu sürekli tarassut altında tutuldu.

Bunun üzerine Karabekir’in (yazdığı tarih belli değildir)[11] Kitaplarımı Yaktırana! başlıklı Mustafa Kemal Paşa’ya hitaben bir şiir yazdığı iddia edilir. Kazım Karabekir Vakfı’nın web sitesinde bu ve tutuklanması üzerine “Cürmüm ne imiş…” diye başlayan diğer şiirine nedense rastlanmaz (https://www.kazimkarabekirvakfi.org.tr/eserler.php). Şiir şöyle:

Sende kuvvet varsa bende de hakikat var,

Kuvvet sistir kalkar, hakikat güneştir doğar.

Ben korkmam kuvvetten, sen de korkma hakikatten!

Ondan korkanlar ayrılamaz zulüm ve zulmetten.

Hal bu ki,

Kimde hakikat gördünse sen ondan çok korktun,

Tevkifler yaptın, evleri bastın.

Neydi kastın?

Çok insan astın.

Tevkif olundum, köşküm basıldı,

Dört çuval evrakım da alındı,

Üç bin kitabım gece yakıldı,

Yıllarca peşime hafiye takıldı.

Fakat gördün ki, hiç korkmam ben,

Niçin ya hala sen

Korkuyorsun hakikatten?

Diğer bir tırpan hareketiyse mevcut ve/ya muhtemel muhalif münevver isimlerin yurtdışına sürülmesine dair 23 Nisan 1924 tarihli bakanlar kurulu kararını meclisin kabul oylaması yapmadan 1 Haziran 1924 tarihinde onaylamasıdır.[12] Yurtdışına sürülmesi düşünülen isimlerin toplamı bine kadar çıkarılmış sonra altı yüze indirilmiş en sonunda da yüz elli kişide karar kılınmıştır. Bunlar 28 Mayıs 1927 tarihinde kabul edilen 1064 sayılı kanunla da vatandaşlıktan da tard edilirler. Malları da müsadere edilir.

17 Kasım 1924 tarihinde yukarıda isimlerini saydığım tasfiye edilen ama Türk Devleti’nin kurucu babaları olan Rauf [Orbay], Kazım [Karabekir], Ali Fuat [Cebesoy], Adnan [Adıvar], Refet [Bele] tarafından kurulan ve gayet liberal bir parti olan Terakkiperver Fırka’nın tüzüğündeki “bizim partimiz efkar ve itikat-ı diniyeye saygılıdır!” ibaresi irticaya destek gösterilip 5 Haziran 1925 tarihinde kapatılır.

Ortamda artık hiç bir muhalif kalmayıp hepsi tek tek susturulunca Mustafa Kemal Paşa 1927 yılında mecliste rahat rahat Nutuk atar. Meclis büyük bir sessizlik ve huşu içinde dinler.

Sonuç:

Bu yazı dizisiyle Cumhuriyet’in ilanının ilk yıllarına ve kuruluş esaslarına atıf yapıldığında karşımıza çıkacak manzaranın ve bu manzarayı oluşturacak ilkelerin artık Atatürkçülerce ve Kemalistlerce istenmeyeceği anlaşıldı. Bu ilk sonuçtur.

İkinci sonuç cumhuriyet ile demokrasinin ayrı kavramlar olduğudur. Nitekim ABD’de köklü kurum ve kuruluşların başında bulunan yöneticiler kendi kurum ve kuruluşlarıyla ilgili değerleri savunurlarken “This is a republic, not a democracy” (burası cumhuriyettir, demokrasi değil) derler. Bu deyiş bir müessesede kurucuların va‘zettiği temel ilke ve değerlerin, sonradan korunması gerektiği düşünüldüğüne söylenir.

Eğer bu temel ilke ve değerler demokrasi isteğiyle de olsa değiştirilirse, ortada artık bambaşka bir kurum sözkonusudur. Bu denkleme katılırım. Yani vazedilen temel ilke ve değerler değişirse o kurum da değişmiş ve başkalaşmış olur. 1924 ve sonrasında 1927 yılında cumhuriyetin kuruluş ilkelerinden tamamen sapılmasında olduğu gibi.

Ancak bu denkleme katılıyor olmam benim bu görüşün destekçisi olduğum manasına gelmez. Yani va‘zedilen temel ilke ve değerler değişmez değillerdir. Her ilke ve değer insanın (bireysel ve toplumca) refahı, huzuru ve mutluluğu için pekala değişebilir, değişmelidir de! Neticede hiçbiri Tanrı buyruğu değildir ki sonuna kadar savunulsun! Kaldı ki birçok kimse için Tanrı buyrukları bile değişitirilebilirdir.

Son cümlem “Yaşasın İnsan!”


[1] Neşe Düzel, “Mete Tunçay: ‘Asılacak oğlunu babaya seçtirirler’, Taraf Gazetesi, 03.03.2010 http://taraf.com.tr/makale/10335.htm

[2] Neşe Düzel, “Mete Tunçay: ‘Asılacak oğlunu babaya seçtirirler’, Taraf Gazetesi, 03.03.2010 http://taraf.com.tr/makale/10335.htm

[3] Üç Devirde Bir Adam. Fethi Okyar’ın Anıları, İstanbul 1997, s. 98.

[4] https://www.faz.net/aktuell/politik/politische-buecher/mustafa-kemal-atatuerk-adolf-hitlers-leuchtender-stern-13915756.html ve Stefan Ihrig, Naziler ve Atatürk, İstanbul 2015, s. 158-160.

[5] Afet İnan, Mustafa Kemal Atatürk’ün Karlsbad Hatıraları, İstanbul 1983, s. 57.

[6] TBMM, Zabıt Ceridesi, devre II, c. 3, 29 Ekim 1923 Pazartesi. https://www5.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d02/c003/ehttbmm02003043.pdf

[7] Kazım Karabekir, İstiklal Harbimiz, YKY, II: 1271.

[8] Neşe Düzel, “Mete Tunçay: ‘Asılacak oğlunu babaya seçtirirler’, Taraf Gazetesi, 03.03.2010 http://taraf.com.tr/makale/10335.htm

[9] İstiklal Mahkemeleri önceleri Milli Mücadele esnasında asker kaçağını önlemek için milletvekillerden müteşekkil mahkemelerdi. Yakaladıklarına bazen sopa atar bazen de ibret-i âlem olsun diye bir, ikisini asarlardı.

[10] Neşe Düzel, “Mete Tunçay: ‘Asılacak oğlunu babaya seçtirirler’, Taraf Gazetesi, 03.03.2010 http://taraf.com.tr/makale/10335.htm

[11] 13 Şubat 1976 tarihinde Sebil’de yayımlanmıştır. Müellif nüshasının mutlaka bulunması lazımdır.

[12] Dâhiliye Vekili Ferid [Tek] Bey’in 16 Nisan 1924 tarihli TBMM’de yapılan gizli celsedeki ifadesinden. Cetvele dâhil edilen isimler mecliste konuşulurken bir ara tartışmalar şiddetlenir. Bunun üzerine İstanbul Mebusu Akçuraoğlu Yusuf Bey kürsüye çıkarak “…vatandaşlıktan çıkarma kararı[nı]… belli hukuksal prensiplere göre almak lazımdır…” deyince Ferid Bey, Yusuf Bey’in endişe etmemesini çünkü cetveli yaparlarken belli prensiplere sadık kalındığını açıklar. Ancak Yusuf Bey’in ısrar etmesi üzerine celallenir ve “Efendim prensip diye ne istiyorsunuz? Hain, hain[dir]. Ne prensibi? Yalnız hıyanetin vecih ve nevi itibariyle ancak tasnif kabil olur. Yoksa prensip nedir?” diye çıkışır. Yusuf Bey korkar ve siner. Bu arada Karesi Mebusu, Ahmed Süreyya Bey Ermeni, Rum ve Yahudilerin de cetvele eklenmesi için epeyce mücadele etmesine rağmen bu teklif Ferid Bey tarafından “600 kişilik listede Rumlar ve Ermeniler de vardı. Ancak Lozan’da İsmet Paşa ile Venizelos arasında imzalanan ek protokolle Rumların (dolayısıyla diğer gayrimüslimlerin) listeye konmayacağına söz verdik” demesi ile reddedilir. TBMM Gizli Celse Zabıtları, Türkiye İş Bankası Yay., İstanbul 1985, IV: 434-462. 1 Haziran 1924 tarihli TBMM’de yapılan açık celse TBMM Gizli Celse Zabıtları, Türkiye İş Bankası Yay., İstanbul 1985, IV: 434-462.

- Advertisment -