90’lı yıllarda sanırım vesayetle ilişkili derin devletle birlikte en güçlü kurum medyaydı. Bir manşet, bir köşe yazısı, bugün için alelade sayılacak bir haber dosyası, bir gizli belge ya da bulanık video görüntüsü siyaseti sarsmayı başarabilirdi.
Arşive döndüğünüzde 90’lı yılların siyasetçilerini televizyonda aynı masa etrafında oturmuş tartışırken bulabilirsiniz. Bir bakan hatta bir başbakanın haber sunucusu karşısında soğuk terler döktüğü görüntüler az değildir. Medya patronunun başbakanı evinin kapısında üstünde pijamayla uğurladığı yıllar…
Bugünden değerlendirince 90’larda medyanın baskın olması demokrasi ve ifade özgürlüğü adına olumlu sayılabilir. Halbuki bu durum siyasetçinin, yani halkı temsil eden bir kurum olarak siyasetin iktidarsızlığına işaret ediyordu. Siyasetçinin bütün dizginleri eline aldığı bir rejim nasıl sorunluysa, karar becerisini tamamıyla yitirdiği bir bir rejim de tartışmalıdır. Haliyle 90’larda medya hemen her alanda kendi reçetesini uygulamaya çalışan bir vesayet rejimi aygıtına dönüşmüştü. Örneğin medya halkın gerçek anlamda muhafazakar kesiminde hiçbir karşılığı olmayan Yaşar Nuri Öztürk, Zekeriya Beyaz gibi din adamları üstünden bir İslam tasarımına gitmeye kalkacak kadar öz güvenliydi. Bu hormonlu basın etkinliği 2000’lerle birlikte önce zemin sonra güç kaybetti, giderek siyasetin boyunduruğunda gürültülü ve kalabalık bir münazara dünyasına dönüştü.
Ama medya, gücü sayesinde öyle ya da böyle bir özerkliğe sahipti. En azından göz önünde olanı karartmıyordu, karartma gereği duymuyordu. Bu sınırsız özgüven belki de medya patronajını kendi yanılsamasına soktu ve 2000’lerin başında yeni bir siyaset sahneye çıktı.
Yani internetin hayatımızda yükselmesinden önce Türkiye’de medya vesayet becerisini yitirmeye başlamıştı. İnternet’le birlikte muhalefet hızla dijital çözümlere itildi; basılı yayıncılık ve televizyon kanalları kontrollü ve giderek muhafazakarlaşan bir liberal dünyaya döndü.
Düzünden bakınca internet medya için büyük bir fırsat olmalıydı. İçerik üreterek toplumda etki uyandıran, geçmişten getirdiği sermaye birikimiyle güncel ve o gün için son derece ucuz teknolojileri satın alabilecek kurumların içeriğe sınırsız yaygınlık kazandırma becerisine sahip araçlarda büyümesi ve tahakkümünü geliştirmesi beklenir. Ama tam tersine İnternet bir çeşit anti-Gutenberg devrimi oldu. Yayıncılığın formunu değiştirirken herkesi, her bireyi yayıncı haline getirdi. Geçmişin tek yönlü yayıncılık paradigması dönüştü. Söylemek her bireyin imkanı haline geldi. Cahiller olarak söz hakkı elde ettik.
Galiba bu dönüşüm Batı’yı da yakından etkiledi. Basılı haber yayıncılığı zaten ağır bir darbe aldı. New York Times gibi devler dijital abonelik yöntemiyle okurlarını artırmayı başarsa da gelirlerindeki önlenemez düşüş kaçınılmazdı. ABD medyasında baskın çevrelerin kuşkuyla yaklaştığı hatta açıkça karşılarına aldığı Trump güle oynaya seçim kazandı.
İnternetle, yani yayıncılığın bireyler için mümkün olduğu yıllarla birlikte bir yandan halkların özgürlük talebi artıyor, örneğin LGBT haklarının tanınmasında en azından Batı’da gözler görülür bir ilerleme var, ama bir yandan milliyetçi ve muhafazakar siyasi figürler daha çok öne çıkıyor. Temsil ettikleri muhafazakarlık 50’lerin muhafazakarlığı değil elbette- ama açıkça milliyetçi, vatansever hatta yabancı karşıtı siyasetin yükseldiğini görüyoruz. Yakın zamanda Fransa’da solun bir zafer kazandığı yazıldı. Le Pen’in oylarını katladığı bir koalisyon zaferi! Yani bir başka yanılsama…
Peki nasıl oluyor da, ifade özgürlüğünü sağlayan araçların artması, imkanların çoğalması muhafazakar, milliyetçi hatta kimi zaman ayrımcı siyasetlerin gelişmesi için bir katalizör olabiliyor. Mesele popülizm ise, eh, sol da popülist siyaset üretmekte aşağı kalmaz, hatta ajitasyon konusunda teknik becerisi çok daha yüksektir.
Açıkçası geçmişe bakınca da medyanın yaygınlaşmasıyla geçmişin muhafazakar güçlerinin dirildiği çok örnek sayabiliriz. Mesela gazete yayıncılığının en gelişkin olduğu Fransa’da, 1848’de Paris’te barikatların kurulduğu büyük devrimden kısa süre sonra III. Napoleon önce Cumhurbaşkanı daha sonra Kral oluyor. Yani birkaç yıl içinde monarşiyi geri getiriyor, tahta oturuyor.
Siyasi örgütlerin çoğaldığı ve iktidar için çarpıştığı ortamlardan neredeyse Julius Caesar döneminden beri bir ‘tek adam’ kontrolü alıyor. Galiba insan toplulukları kısa vadede gerileme, kıtlık ve çatışma yaratan (ya da yaratmış gibi görünen) siyasi çeşitlilik ortamları karşısında özgürlükleri alelade de olsa düzenle, tahmin edilebilirlikle ve kağıt üstünde bile olsa istikrarla değiş tokuş ediyor.
İnternette paylaşılan içerik zenginliğine gelince: Herhangi bir yöntemle analiz edildiğinde toplumun taleplerinin birçok kesim için üç beş temel maddede toparlanabileceğinin ortaya çıkacağını düşünüyorum. Örneğin Türkiye için kabaca göçmen karşıtlığı, otomobil gibi belli ürünlerde özel tüketim vergisinin düşürülmesi, hala beklenen imar afları, terör korkusu ve ucuz kredi vaatleri herhangi bir kesimin oylarının büyük kısmını almaya yeter. Tabi söylemeniz yetmez. Yapabileceğinizi gösteren bir güç imgesi de yaratmalısınız. Bu nasıl olur? Basit popülizmle.
Popülizmin bana göre kolay açıklanabilecek bir formülü var: Ya masalları gerçek gibi anlatmak gerekiyor, örneğin yaşadığı bile tam bilinmeyen bir Hazret’in melekleri arkasına alıp bizim için savaştığını anlatırsınız. Ya da gerçekleri masal gibi anlatır ve eşsiz dehalar doğuran bir milletin tarihini kurgularsınız. İki yöntemle de varmak istediğiniz değerler sistemine bir kısayol bulabilirsiniz.