Ana SayfaYazarlar“İstikrar mı çoğulculuk mu” tuzağı ve kararsız azınlığın 16 Nisan iktidarı

“İstikrar mı çoğulculuk mu” tuzağı ve kararsız azınlığın 16 Nisan iktidarı

 

Sol seküler kimlikten gelen bir arkadaşım var. Vesayet sistemiyle mücadele ettiği ve ülkenin demokratikleşmesine katkısı olduğu için 2002’den bu yana Ak Parti’yi destekliyor. Siyasal alanın genişlemesiyle refahın arttığını, sosyal politikalar sonucu birçok hizmete erişimin kolaylaştığını; dezavantajlı kesimlerin hayat standartlarının yükseldiğini düşünüyor. Hem 17-25 Aralık’ta hem de 15 Temmuz’da Gülenist darbenin karşısında durmakta zerre kadar tereddüt etmedi. 

 

Özetle, anayasa tartışmalarına kadar kendisiyle fikri anlaşmada güçlük çekmediğim bir insan…

 

Bu arkadaşım, anayasa tasarısı Meclis’e geldiği ilk günde “evet” kararını verdi. Tartışmalar ilerledikçe biraz mahcup bir çizgiye çekilme ihtiyacı duydu. Şimdilerde “hayır” dememekte kararlı olduğunu, fakat “evet” mi diyecek sandığa mı gitmeyecek, bunu bilemediğini söylüyor. Bu “geri çekilişinin” ne kadar samimi olduğunu kestiremiyorum. Biraz “mahalle baskısı” kokuyor. Öyle ya; ortada öyle bir anayasa metni var ki yıllardır Ak Parti’yi destekleme gerekçesi olarak öne sürülen “demokrasi ve hukuk devleti” kavramlarıyla savunulabilmesi mümkün değil. Başlarda “evet cumhurbaşkanına büyük yetkiler verilmiş ama ben Erdoğan’ın bu yetkileri diktatörce kullanacağını sanmıyorum” diyordu. Ne cevap vereceğimi; bu tartışmaya “siyasal düşünce oluşturma” becerisinin hangi basamağından başlamak gerektiğini bilemiyordum. Sonra bu zorluk ortadan kalktı. Arkadaşım, “demokratik bir başkanlık sistemi”nin taşıması gereken özellikler üzerine yaptığımız bir konuşmada “burasının Norveç olmadığını” söyledi. Kısacası, demokrasi kavramlarıyla tartışmak kendi gerçeğimizle bağdaşmıyordu. Bizim için biraz lükstü. Toplumsal dağılma ve çatışma tehlikesine karşı istikrarı sağlayacak güçlü bir merkeze itiraz etmenin anlamı yoktu…

 

“Biz Norveç değiliz” in tercümesi buydu…

 

Yaygın bir zihniyet yapısına dair çok sıradan bir örnek üzerine konuştuğumu biliyorum. Kimimiz kendi iç dünyamıza dürüstçe baktığımızda, kimimiz çevremizi gözlediğimizde; siyasal kararlar verirken “demokratik duyarlılıkların” öncelikli rol oynamadığı bir toplum olduğumuzu fark ederiz.

 

  *                     *                      *

 

Karşımıza koyulan anayasa önerisi de, çoğulculuk ile istikrarın bir arada olamayacağına inanan bir analitik düşünceyi yansıtıyor. 

 

Bu düşünceye göre; çok parçalı, çok kimlikli ve çatışmalı bir toplumda istikrarın sağlanması için, siyasal rejim, bu kimliklerin taleplerini sisteme yansıtabileceği mekanizmaları güçlendirmek değil, tam tersine etkisizleştirmek esasına dayanmalıdır. Çünkü bu kimliklerin kendilerini var etmek için gösterecekleri çaba,( kontrol altında tutulmazsa) toplumsal uyum değil, çatışma ve parçalanma yaratır. Bu durumun, siyasi aktörlerin niyet ederek değiştiremeyeceği, onları aşan; tarihi, kültürel, sosyolojik nedenleri vardır. Siyasete düşen, naif idealler peşinde koşmak değil; gerçekleri veri alarak mümkün olanı kabul etmektir. Kimliklerin gönüllü birliği ve uyumu (en azından görünür gelecekte) hayaldir. Hangi kesimin hangi talebinin hangi ölçülerde karşılanacağı, toplumsal uyumu sağlamakla sorumlu güçlü bir merkezin iradesine bırakılmalıdır. Onun adalet anlayışına güvenmek yerine kimliklerin mücadelesine alan açacak kurallar koyarsak bizi bekleyen şey medeni bir rekabet değil, çatışma ve kaostur.  Bu coğrafyada oyunun kuralı budur… İstikrar için zorunlu olarak çoğulculuktan fedakârlık etmek; çoğunlukçuluğu temel almak… Bu bakışın popüler siyasi söylemdeki kilit kavramı da, yürütmenin bütün tasarruflarını meşrulaştıran “Milli İrade” dir… “Milli İrade”, yürütme gücünü seçen çoğunluktur. Azınlıkta kalan kimliklere düşen sorumluluk “tabi olmaktır”…  Sonuç olarak; çoğunluğun desteğini alarak devletin her erki (yürütme-yasama-yargı) üzerinde tayin edici olan ve gerektiğinde “zor kullanma tekelini” kolaylıkla harekete sokan bir merkez olmadıkça bu tür toplumlarda “birliği”, “istikrarı” sağlamak imkansızdır…

 

İşte bu anayasanın üreticilerinin felsefesi de, toplumsal çoğunluğun yaşanılan tarihsel tecrübeleri süzen sezgisi de bu bakışta birleşiyor.

 

Üstelik küresel ölçekte yükselen popülist dalga da bu tezin savunucularına malzeme sağlıyor. Batı dünyası da çoğulculuk denemelerinde sınıfta kalmış; kendi bünyesine yabancı bulduğu unsurları ayıklamaya, içine sokmamaya, kovmaya yönelik popülist-ayrımcı-ulusalcı bir dalganın yükselişine teslim olmuş bir görüntü sunmakta. Yani; “çoğulculuk mu, istikrar mı ikilemi sadece bizde değil, evrensel ölçekte bir soruna işaret ediyor” deniliyor…

 

Evet Batı’ya baktığımızda da gerçekten geleneksel değerlerinin aşındığını; aşılmış zannedilen türlü patolojik tutumların hortladığını görüyoruz. Fakat kabul etmek gerekir ki bu kriz dalgasını göğüslemeye çalışan köklü dinamiklere de sahip Batı toplumları. 2008’den bu yana yaşanan ekonomik krize, işsizliğe, büyük göç dalgalarına, gelenleri sisteme entegre etme başarısızlıklarına ve içeriden bir tehdit olarak ortaya çıkan teröre rağmen, ayrımcılığa, faşizan ideolojilere ve siyasal akımlara karşı güçlü bir direniş var.

 

Kendimize dönersek…, İstikrarı “kendisinin güç tekelinde” arayan, çoğulculuğa yabancı anlayış ne yazık ki çok yaygın. Referanduma tercüme edersek bunu, “evet” dünyası da, “hayır” dünyası da bu kültürle hayli yüklü.

 

Fakat, “dayatma gücü arayan”  bu kimliklere, tarihin garip bir oyunu da var galiba!

 

İstikrar mı, çoğulculuk mu tuzak sorusunun tam teslim alamadığı; siyasal gücün tek bir elde aşırı toplanmasından gerçekten ürken, bunun tehlikesini derinden sezen; aklı hem istikrar hem de çoğulculukta kalan; bu kavramlarla konuşmasa bile derinden sezgisel tereddütler yaşayan “kararsız” bir azınlık var.

 

 Ve öyle gözüküyor ki, sonucu, istikrar için karşısındakine tahakküm etmek gerektiğine inanan her iki taraftaki çoğunluk değil, bu tahakkümcülüğe endişe ile yaklaşan azınlık belirleyecek…

 

Tahakküm endişesi ağır basarsa “hayır”, istikrar endişesi ağır basarsa “evet” diyecek olan bu insanlar sayısal güçlerinin çok üstünde bir etki şansına sahipler.

 

 “Tahakküm arayan kimliklere tarihin cilvesi” dediğim şey de bu… 

            

- Advertisment -