[18-19 Ocak 2025] Oysa Fransız Devrimi’nin kendi pratiği yanlışlamıştı bunu. Evet, geçmişte halk monarşi ve aristokrasinin ağırlığı altında eziliyordu. Ama şimdi de Robespierre’in “devrimci hükümet”i çökmüştü kitlelerin üzerine. Üstelik, hükmediş tarzının çok önemli bir farkı vardı: belirsizliği ya da öngörülemezliği. Ancien Régime’in kendince bir habitus’u vardı. Adaletsizdi, hattâ çok adaletsizdi, ama madalyonun diğer yüzünde bu, bilinebilir bir adaletsizlikti. Vergiler ağır ama az çok standarttı; hukuk gaddar ama az çok standarttı; kanun önünde eşitlik diye bir şey yoktu, ama bu da az çok standart bir eşitsizlikti. Köylü sabah erkenden tarlasına gittiğinde, zanaatkâr atölyesini açtığında, satıcılar çarşıda tezgâhlarını kurduklarında, gün boyunca ne yaşayacakları belliydi. Düzen ya da kurulu düzen (nizam, müesses nizam) sadece zulüm ve sömürü değil, aynı zamanda ve önemli ölçüde bu demekti; bu düzenli çünkü düzenlenmiş, tesis edilmiş öngörülebilirlikler bütünü demekti.
Devrim yeniyi kurmak uğruna eskiyi yıkma sürecinde, monarşi ve aristokrasiyle birlikte, 1789-1794 arasında işte bunları da yok etti. Tebadan vatandaşlar yarattı — ve o vatandaşların hayatında güven duygusu diye bir şey bırakmadı. Arkadaşına güven, komşuna güven, yarınına güven, hattâ bir saat sonrasına güven kalmadı. Hukuk netliğini yitirdi. Ne idüğü belirsiz, her yöne çekilebilen bir karşı-devrimcilik kavramı doğdu. Herkes her an karşı-devrimcilikle (veya karşı-devrimle iltisak ile) suçlanıp, Kamu Selâmeti Komitesi’nin temyizi olmayan kararlarıyla 24 saat içinde giyotine yollanabilir oldu. Danton’un yargılanırken söylediği gibi, “Devrim kendi çocuklarını yemeye başladı.” Warren Beatty’nin, John Reed’in hayatını konu alan Reds (1981; Kızıllar) filmi, Rusya’da İç Savaş yıllarının hummalı faaliyetini, sürekli koşuşturmasını, bağrışmalarını, bitmek bilmez toplantılarını alabildiğine gerçekçi (ikna edici) biçimde yansıtır. Çok önce, Fransız Devrimi’nde de insanlar yoruldu bütün bunlardan — ve hepsine eşlik eden şiddet boşalımından. Coşku yerini bıkkınlığa, umut yerini yılgınlığa bıraktı. Keyfîliğe karşı kanun ve nizam özlemi hâkim oldu.
Klasik Marksist teorinin de, Leninist abartısının da hiç tahmin etmediği bedellerdi bunlar. Robespierre ve taraftarları bu yüzden (veya bu sayede) devrildi. Thermidor Reaksiyonu (27 Temmuz 1794 – 2 Kasım 1795) bu zeminde yükseldi. Bir adım ötede Napolyon kendini önce Birinci Konsül (1799) ve sonra İmparator (1804) ilân edebildi. 14 Temmuz 1789’da Bastille’in zaptından, Napolyon’un 18 Mayıs 1804’te Notre Dame Kilisesi’nde taç giymesine (bkz Jacques-Louis David’in yukarıdaki tablosu), böyle ilginç bir döngü yaşandı. Devrimin yükselen dalgası, yeni bir devrim soyluluğunun, kendini Eski Düzen’le karşılaştırılamayacak derecede muhteşem şaşaa ve debdebe gösterileriyle meşrulaştırmasına geldi dayandı.
Lenin bir düşünse miydi bütün bunları? Ama yok, o yüzde yüz emindi, Marx kadar emindi proletarya devriminin çok farklı olacağından. 1848’de Komünist Manifesto’da ifade edildiği gibi, geçmişteki bütün devrimler azınlık devrimleri olmuş; küçük bir sömürücü sınıfın yerini gene küçük bir sömürücü sınıf almıştı. Oysa sosyalist devrim ezici çoğunluğun eseri olacak; sömürüsüz ve sınıfsız bir dünyanın kapısını açacaktı. Teori böyleydi. Pratikte ise… Rusya’da Thermidor Reaksiyonu’nu “öncü parti,” Çeka ve Kızılordu önledi.