Ana SayfaGÜNÜN YAZILARITrump'ın, yeni tip Hitler ve bilinçsiz Leninist olarak portresi

Trump’ın, yeni tip Hitler ve bilinçsiz Leninist olarak portresi

Bu Trump var ya. Küçümsemeyin. Ne olacak, bildiğimiz Amerikan kapitalizmi ve emperyalizmi; öncekilerden farklı ve daha kötü ne yapabilir ki… demeyin. Hitler’in 21.yüzyıl Amerikan modeli bu adam. İkisi de abus, menhus bir kavgacılıkla bize bakıyor. Nazizm dendiğinde, gözlerimiz illâ tıpatıp aynı olguları: SA ve SS’leri, Nordik-Aryan ırkçılığını, Yahudi düşmanlığını, soykırım ideolojisini, Varşova gettosunu, temerküz ve ölüm kamplarını, gaz odalarını aramasın. Gerçi hemen hepsinin karşılıkları (muadilleri) veya embryonik biçimleri şimdiden mevcut. Her faşizm kendi fideliğinden yükseliyor. Kendi çağı ve coğrafyasına, geleneklerine, kültür matrisine uygun nefretler, düşmanlar, söylem ve eylemler peydahlıyor.

[8-9 Şubat 2025] Adolf Hitler’e (ve Roehm, Goering, Goebbels, Himmler gibi yardakçılarına) 1920’ler ve 30’larda inananlar vardı. Huşû içinde dinliyorlardı. O konuşmalar bugün The Nazi Germany Sourcebook (2002) gibi birincil kaynak derlemelerinde veya The Routledge Companion to Fascism and the Far Right (2003) gibi karşılaştırmalı çalışmalarda yer alıyor (1). Hayretle inceliyoruz, insanlık nelerden geçmiş diye. Okuduğumuzda dehşet ve tiksinti uyandırıyor. Orta ve uzun vâdede aynı son Trump’ı da bekliyor (kadere inanmadığım için kader demiyorum buna). Çok uzak olmayan bir gelecekte, belki yirmi – yirmibeş yıl sonra, “The American Fascism Sourcebook”lar yayınlanacak. Donald Trump ve hempalarının (J.D. Vance’lerin, Elon Musk’ların, Marco Rubio’ların, Russell Vought’ların) yazıları, mesajları, konuşmaları, oralarda yer alacak. Derslerde hayretle incelenecek, didik didik edilecek. Okuyanda dehşet ve tiksinti uyandıracak. 

Bir şey daha olacak. Emperyalizm teorileri açısından Trump dönemi, bir anlamda geçmişe dönüş olarak hatırlanacak. 

1875-1914 arasının Yeni Emperyalizm’inden veya Hobsbawm’ın ünlü dörtlemesindeki üçüncü cildin başlığıyla İmparatorluk Çağı’ndan söz ediyorum (2). Tarihsel arkaplanı hatırlayalım. Avrupa-merkezli deniz imparatorluklarının 1500 dolayında başgösteren ilk dalgası, mevcut teknolojiyle (3) ele geçirilebilecek yerleri 16. ve 17. yüzyıllarda ele geçirdikten sonra, 18. yüzyıl ortalarında duralamıştı; varolanı korumakla yetiniyordu. Derken Sanayi Devrimi, hemen değil ama adım adım, yeni bir “imparatorluk avadanlığı”nı beraberinde getirdi (4). Buhar ve çelik, ağır zırhlılar (jenerikleşen deyimiyle drednotlar) ve asker nakliye gemileri,  uzun menzilli toplar ve konik patlayıcı mermiler, kuyruktan dolma, seri ateşli piyade tüfekleri ve makinalı tüfekler, çıkarma noktalarından (sonra limanlardan) iç bölgelere döşenen şoseler, demiryolları ve telgraf hatları, nihayet modern tıbbın ve eczacılığın ürettiği, tropikal hastalıkları çok korkulmaktan çıkaran (sıtmaya karşı kinin gibi) yeni ilâçlar. Kabaca böyle bir paketti bu. Kıyı şeritlerinden kıtaların karanlık derinliklerine nüfuz etmeyi mümkün kıldı. 1871’de Alman ve İtalyan ulus-devletlerinin kurulmasının hemen ardından, yeni bir emperyalizm dalgası bu zeminde yükseldi. Zamanın Büyük Devletleri, özellikle Afrika’yı, ayrıca Güneydoğu Asya ve Okyanusya’yı kapışma yarışına girdi. Orta Doğu’da Osmanlı egemenliğinin göreli direnci kolay kırılamadı. “Şark Meselesi”ne dönüştü ve 1918 sonrasına uzandı. Ama bir bütün olarak yeryüzünün paylaşılması 1900 dolaylarında tamamlandı. İngiliz, Fransız, Alman, İtalyan, İspanyol, Portekiz, Belçika ve Hollanda sömürge imparatorlukları çok geniş alanları kapladı. ABD (kuzey Amerika boyunca) doğudan batıya, Rusya (Asya boyunca) batıdan doğuya uzandı. Batı dışında, Batılılarca mülk edinilmemiş “boş” toprak kalmadı.

Zamanında Yeni Emperyalizm diye dikkat çeken olayın kendisi buydu ve (gene hatırlayalım) bazı büyük soruları da beraberinde getirdi. İyi miydi kötü müydü (ya da kimin için)? Asıl, neden oluyordu? Tesadüf müydü, zorunlu ve kaçınılmaz mıydı? Dahası, nereye gidiyordu? Avrupa sürekli savaşa alışkındı. Ama 1871’den itibaren, uzun bir barış dönemi açılmış gibiydi. On yıl, yirmi yıl, otuz yıl… 1900’lü ve 1910’lu yıllara gelindiğinde, Osmanlıyı saymazsak (5), kırk küsur yıldır yeni Avrupa-içi savaşlar yoktu ortada. Şaşırtıcı bir durumdu; acaba Büyük Devletler arasında konsensüs yoluyla (birbirlerinin sömürgelerine dokunmadıkları) ebedî bir barış mı hakim olacak, yoksa yeni yeni savaşlar mı çıkacaktı?

Bu konular hem genel kamuoyunda, hem de sosyalist harekette tartışılıyor; farklı görüş ve yorumlar ortaya çıkıyordu. 1889’da kurulan İkinci Enternasyonal’in sol kanadında yer alan Lenin’in cevapları kesin ve keskindi. Bir, metropol ülkelerin burjuvazisi için (getirdiği süper-kârlar açısından) elbette iyi, ama sömürgeleştirilen toplumların uğradığı zulüm ve sömürü itibariyle çok kötü bir şeydi. İki, asla vazgeçilebilir bir politika opsiyonu değil, ekonominin zorunlu kıldığı bir kaçınılmazlıktı. Kapitalizm artık iç pazarda serbest rekabet demek değildi. Doğrudan doğruya serbest rekabetin iç dinamikleri (büyük sermayenin küçük sermayeden daha hızlı büyümesi ve büyük sermayenin küçük sermayeyi yutması), tekelci kapitalizme geçişi doğurmuştu. Bu dev tröst ve karteller ise artık iç pazara sığmıyor; dış pazarlar, ucuz hammadde kaynakları ve (en önemlisi) yabancı yatırım alanları önem kazanıyor; mal ihracından çok sermaye ihracı öne çıkıyordu. Fakat dış yatırımlar, gerek yerel güçlere, gerek diğer emperyalistlere karşı ancak “tam tekel” demek olan sömürgelik koşullarında güvencede olabilirdi. Örneğin Alman Doğu Afrikası’nın yöneticileri İngiltere’nin Kenya sömürgesindeki tesislere göz dikecek olsa, bunun için Darüsselâm’ın Nairobi’yle değil, Berlin’in Londra’yla savaşmayı göze alması gerekirdi. Bu da mutlak değil ama önemli bir caydırıcılık demekti. Sonuçta, emperyalizm ve sömürgecilik, (tekelci) kapitalizme içkindi. Buradan geri dönüş olamaz, kapitalizm bundan sonra sömürgesiz yapamazdı. Ve üç, yeryüzünün mevcut (eşitsiz) paylaşımı, son tahlilde yalnız savaşla – küçük ve yerel savaşlarla değil, genel ve çok büyük bir savaşla değiştirilebilirdi. Ya devrim kapitalizmi yıkıp savaşı önleyecek, ya da savaş devrimi getirecekti (6).

En çok, sonuncu noktada haklı çıktı: Yeni Emperyalizm ebedî barışa değil benzersiz bir savaşa yol açtı ve savaş da gerçekten devrimi doğurdu; Bolşevikler iktidara geldi ve Leninizm gerek Sovyetlerin, gerekse Uluslararası Komünist Hareketin resmî ideolojisi haline geldi. Dolayısıyla Lenin’in emperyalizm teorisi de tartışılmazlık kazandı. Oysa eksikli ve kusurluydu. Aşırı deterministti. Ekonomi ile politika arasında çok dar bir bağ kuruyor, hattâ ikisini özdeşleştiriyor; öncelikle siyasî ve askerî bir olay olarak emperyalizmi mutasavver ekonomik nedenselliğine indirgiyor, dolayısıyla kapitalizm ve tekelci kapitalizm dışında düşünülmesini imkânsızlaştırıyordu. Birinci Dünya Savaşı ve 1917’den bu yana geçen yüz küsur yıl içinde bu zaaflar giderek belirginleşti. Dünya devrimi gerçekleşmedi. Kapitalizmin nihaî çürüyüşü içinde olmadığı, hayatiyetini koruduğu ve sömürgesiz de yaşayabildiği ortaya çıktı. Neo-kolonyalizm yakıştırması bunun dolaylı itirafının ötesine geçemedi. Üzerine Soğuk Savaş geldi ve her iki taraf açısından ideoloji tâyin edici oldu. ABD’nin Vietnam Savaşı’nı da, Latin Amerika’daki CIA destekli darbeleri de, Sovyetlerin 1956 Macaristan, 1968 Çekoslovakya ve 1979-1989 Afganistan işgallerini de ekonomi değil ideoloji belirledi. Üstelik, emperyalistlik çoğaldıkça, Sovyet ve Çin örneklerinde kapitalist olmayan (hiçbir şekilde kapitalizme bağlanamayacak) emperyalizm vakaları da belirginlik kazandı. 1991’de Sovyetlerin çökmesiyle birlikte iki kutuplu dünyanın katılıkları ve sınırlayıcı duvarları kalmadı. Bu yeni düzen, daha doğrusu düzensizlik ortamında çeşitli fırsatçılıklar da türedi. Faraza Orta Doğu ölçeğinde, bir yanda İsrail, diğer yanda Irak (Saddam Hüseyin) ve Suriye (Hafız Esad), öyle “küçük ülke” istilâ ve işgalcilikleri sergiledi ki, bunları da “kapitalizmin en yüksek aşaması”yla açıklamak imkânsız (İsrail bunlara resmî ve alenî ilhakçılığı da, Gazze’de soykırımcılığı da katarak yoluna devam ediyor).   

Diyeceğim, her çağın, hattâ her alt-dönemin kendi emperyalizmi ve emperyalizmleri var. Ekonomi, evet, önemli, ama bir yere kadar. Belirli bir ekonomik ve teknolojik gelişme düzeyi tabii şart, ister büyükler ister orta boydakiler arasındaki birinci ve ikinci kademe emperyalizm yarışlarına girebilmek için. Bunu, belki satranç tahtasını yerleştirip üzerine taşları dizmeye benzetebiliriz. Ama bir kere ilk hamleler yapıldığında, artık her şey oyunun kendi stratejik ve taktik icaplarına göre ilerliyor. Reel dünyada, ekonominin değil politika kertesinin kendi stratejik ve taktik icaplarına göre ilerliyor. Ekonominin üzerine, ekonomi dışı eklentiler biniyor. Çok çeşitli dinamikler, çok karmaşık yumaklar oluşturuyor.

Ne ki şimdi Donald Trump, 1875-1914 arasının çıplak ve ilkel, kaba ve hoyrat ekonomizmine rücu etmiş gibi. Amerikan büyük burjuvazisinin açık ve örtük, bastırılmış ve bastırılmamış bütün taleplerini bire bir taşıyor ve yansıtıyor. Kapitalizmin ve emperyalizmin etrafına zamanla sarılmış denge ve denetleme unsurlarından, bütün o siyasî eklentilerden, karmaşıklık ve çapraşıklıktan bir çırpıda kurtulmak istiyor. Ne içerde ne dışarıda kural tanımıyor — kâh cahilliğinden, kâh umursamadığından. Cecil Rhodes gibi davranmak istiyor, bir zamanlar kendi ismiyle anılan Rodezya’nın (şimdiki Zimbabve ve Zambiya’nın) açgözlü fatihi. Grönland’ı gerçekten istiyor, mineral zenginlikleri nedeniyle. Kanada’yı da gerçekten ABD’nin 51. eyaleti yapmak istiyor, gene mineral ve diğer doğal zenginlikleri nedeniyle. Açıkça ve hiç utanmadan söylüyor da bunları. Emlâkçı ya; Gazze’ye bile, sanırım sırf değerli bir gayrimenkul gözüyle, kaç golf sahası, turistik otel ve lüks “beach” yaparım diye bakıyor. “Soğuk iş adamı” deniyordu; işte böyle tezahür ediyor soğuk iş adamlığı. 

Bizi bir parça da olsa baz fenomene, Leninist teorinin (bütün defolarıyla birlikte) içinden çıktığı ortama geri götürüyor. Daha birkaç yazıyla anlatmaya çalışacağım.

————————————

NOTLAR

(1) Roderick Stackelberg ve Sally A. Winkle (der), The Nazi Germany Sourcebook. An Anthology of Texts (Routledge, 2002); Peter Davies ve Derek Lynch, The Routledge Companion to Fascism and the Far Right (Routledge, 2003).

(2) E. J. (Eric) Hobsbawm, The Age of Revolution 1789-1848 (1962); The Age of Capital 1848-1875 (1975); The Age of Empire 1875-1914 (1987); orijinal başlığıyla Age of Extremes: The Short Twentieth Century 1914-1991 (1994), sonraki basımlarında The Age of Extremes 1914-1991.

(3) Gerek yapı gerek hacim ve taşıma kapasitesi bakımından oyanus-aşırı sefer kapasitesine sahip, yüksek bordalı ahşap yelkenliler; yuvarlak gülle atabilen ağızdan dolma ağır toplar; ağızdan dolma çakmaklı-fitilli arkebüzler ve tüfekler; çelik zırhlar ve çelik kesici-delici silâhlar; coğrafya bilgisi ve yerel-küresel haritalar; matematik ve astronomi bilgisi ve ölçüm âletleri; yeryüzünün diğer kavimleri ve kültürleri hakkında yazılı bilgi birikimi. Sonuncusu, elyazmaları ve sonra matbaa sayesinde nesilden nesile aktarılıp, faraza İspanyolların İnka ve Azteklerin olası davranışlarını öngörmesini mümkün kılıyordu.

(4) Bu “imparatorluk avadanlığı” veya “imparatorluk araç gereci” kavramı ve içeriğinin tasviri  için, bkz Daniel R. Headrick, The Tools of Empire: Technology and European imperialism in the nineteenth century (Oxford University Press, 1981).

(5) 1877-78 Osmanlı Rus Savaşı (Doksanüç Harbi); 1896-1900 Girit İsyanı ve çalkantıları; 1911 İtalya’nın Trablus’u işgali; 1912-13 Balkan Savaşları.

(6) Bu toplu özet için bkz. V. I. Lenin, Imperialism, the Highest Stage of Capitalism (yazılması Ocak-Haziran 1916; broşür biçiminde yayınlanması, 1917 ortası, Petrograd; edisyon kritik, Lenin, Selected Works [Progress Publishers, 1963, Moskova], Cilt 1, 667-766).

- Advertisment -