Kimi zaman sürecin adını önceden koymak hedeflenenin önüne engel olma riski taşıdığından, ad/isim tarafların kendileri için uygun gördüğü bir kod ile ifade edilir.
Son sürecin adı üzerindeki muğlaklık da bundan kaynaklanıyor diye düşünüyorum.
Bu süreç, Türkiye’de bir demokratikleşme ihtiyacı olduğu için başlamadı. Bir şiddet dalgasına son vermek amacı ile de başlamadı.
Türkiye sahası dışında olup biten zorunluluk nedeni ile başlayan bir süreçten söz ediyoruz. Tarafların birinci önceliği Türkiye içi meseleler değil.
Suriye’de oluşan yeni dengeleri ‘kazan kazan’ durumuna getirmek için girişilen bir süreç bu.
Böyle olduğu için, klasik anlamda bir barış süreci olarak adlandırılmıyor. İşin özü, Türkiye’nin ilk tercihi Esad ile Suriye’de bir dönüşüm sağlamak ve bu vesileyle, Kürtlerin siyasal kazanım elde etmesini önlemekti.
Türkiye’nin öncelikli tercihi muhaliflerin Şam’ı ele geçirip Esad’ı devirmeleri sonucu oluşan yeni zorunlu durum nedeniyle değişti ve böyle bir süreç başladı.
Çünkü Suriye’de herkesin söz sahibi olacağı bir tabloda Kürtlerin söz sahibi olmaması düşünülemez. Dünyanın yeni Suriye yönetimine ancak böylesi geniş katılımlı bir ülke yönetimi olduğunda vize vereceği bilindiğinden, Türkiye bir önlem alma hamlesi yapmaya karar verdi. Kendisi dışında oluşacak bir siyasal durum yerine kendisinin önderlik edeceği veya ortak olacağı bir süreçle bunu götürmeye çalıştı.
Nitekim 26 Nisan itibarı ile yıllardır yan yana gelmeyen hatta birbirlerine keskin düşmanlıklar besleyen Kürt örgütlerinin tümü bir konferansta buluştu. Bu konferansın bir ayağı da Türkiye destekli Kürt örgütleri oldu.
Esas itibariyle dışarıdan gelen dalgayı dışarıda karşılama ve bunu Türkiye kamuoyuna terörü bitirdik olarak lanse etme.
Sonuç olarak ortaya çıkacak budur. Kürtlere yönelik düşmanlaştırma ve Türkiye yönelik düşmanlaştırma son bulacaktır.
Her ne kadar bir taraf Türkiye devleti, diğer taraf İmralı olsa da kapalı kapılar ardında konuşulanların ancak yüzde 10’u Türkiye’nin iç meselesi ile alakalıdır.
Suriye destekli yeni hükümetin varlığı aynı zamanda Suriye’de Kürtlerin de siyasal haklara sahip olacağı bir durumu yarattığı için ve tablodan herkes açısından bir kazanç çıkarmak istediği için bize yansıyanlar maalesef çok az ve sınırlı.
Böylesine süreçlerin bir yere kadar kapalı kapılar arasında devam etmesi doğrudur. Bu durum süreç gün yüzüne çıktığı zamana kadar böyle devam eder.
Şu anda süreç gün yüzüne çıkmak üzere. Hal böyleyken Türkiye’nin uzun yıllardır yok saydığı ve şiddet sarmalı içerisinde tanımladığı Kürt meselesi de Suriye’de olup bitenlerden sonra öncelikli mesele olarak önümüze gelecektir.
Türkiye, özellikle son 10 yılda izlediği politikanın olumsuz sonuçları nedeniyle kamuoyuna şu mesajı vermek istemektedir: “Ben terörü bitirdim; PKK kongresini yaparak kendini feshetti ve artık PKK diye bir örgüt yok. Dolayısıyla, şiddet ve terörden kaynaklanan bölücülük tehdidi de ortadan kalktı. Suriye’deki Kürtler ise artık bir tehdit değil, kardeş olacağımız bir topluluktur.”
PKK açısından ise Suriye’de Kürtlerin elde ettiği siyasal kazanım, örgütün kendini feshetmesinden çok daha değerli görülmektedir. Bu nedenle, PKK’nin Kürt kamuoyuna “Silahlı mücadele dönemi sona erdi, artık siyaset zamanı” mesajını vermesi de oldukça kolay olacaktır.
Kısacası, Türkiye, PKK’nın sona ermesi için Suriye’deki Kürt kazanımlarına razı olmuştur.
PKK de Suriye’de olandan ötürü, Türkiye’de kendi varlığına son vermeye razı oldu.
Artık barışı sahiden konuşma zamanı geliyor. Siyasetin konuşacağı yeni bir dönem ancak daha fazla demokrasi ile mümkün olabilir.
Öte yandan, Suriye’de Kürtlerin elde ettiği siyasal kazanım, yalnızca bir tehdit unsuru olarak değil, aynı zamanda bölgesel barış ve demokratikleşme adına önemli bir fırsat olarak da görülmelidir. Kürt halkı, yıllardır maruz kaldığı eşitsizliklere ve hak ihlallerine rağmen, siyasal çözüm ve ortak yaşam perspektifini güçlendirme yönünde önemli bir irade ortaya koymuştur.Eğer bu kazanımlar doğru değerlendirilirse, Kürtler hem kendi bölgelerinde hem de genel anlamda Orta Doğu’da demokratikleşmenin taşıyıcısı bir aktör haline gelebilirler. Türkiye’nin de Kürtlerin meşru hak taleplerini tehdit olarak değil, ortak bir geleceğin temeli olarak görmesi, bölgedeki kalıcı barışın anahtarı olabilir.