Yakın ve uzak tarihimiz siyasetin yargı ya da farklı yol ve yöntemlerle dizayn edilmesiyle geçti ve bu durum şimdiye kadar devem etti. En sonda söyleyeceğimi en başta söyleyeyim: Siyaseti yargı ya da başka yol ve yöntemlerle dizayn edenler belki zaman kazanmış olmuşlardır ama hepsinin sonu hüsran olmuştur. Ne yazık ki bu bilinmesine rağmen ve elde onlarca tecrübe olmasına rağmen gücü ele geçiren ve gücü elde tutanlar bu tür operasyonlardan hiç vazgeçmemişlerdir. Sıralı olarak buna devam etmişlerdir. Bu kişiler bu tür operasyonlara genellikle iki nedenle başvuruyorlar. İlki gücün getirmiş olduğu muazzam imkânları kaybetmeme ve bu gücün yaratmış olduğu körlük nedeniyle, bir diğeri ise toplumsal meşruiyet kaybedilmeye başlandığı zaman. Çoğunlukla bu iki neden hep beraber hayat bulmuştur.
Hal böyleyken, siyaseti dizayn etmenin adları sürekli değişmesine rağmen ve aslında sonu kaybedilen zaman olmasına rağmen, güce tapınma ve bu gücü yoğun bakımda bile olsa yaşatma gayreti bu ülkeye inanılmaz zararlar vermiştir. Kimi zaman komünizm tehdidi, kimi zaman bölücülük tehdidi, kimi zaman irtica tehdidi, kimi zaman ise yolsuzluk tehdidi ile isimlendirilen bu operasyonlar, Türkiye siyasetini bir türlü normalleştirememiştir. Polis fezlekeleri, savcılık iddianameleri ve mahkeme salonları siyasilerin ikinci adresi olmaktan çıkmamıştır. Öylesine uyduruk suçlamalar yapılmış ki, zaman içinde birer utanca dönüşmesine rağmen bu dizayn iştahı bir türlü sönmemiştir.
Yassıada duruşmaları, DGM mahkemeleri, özel yetkili mahkemeler ve bunların kararları birer utanç olarak herkes tarafından kabul görülmesine rağmen, bunların tekrar edilmesinde de sakınca görülmemiştir. Kamera şakası gibi yaşanan dejavular birer alışkanlığa dönüşürken, siyaset bundan rahatsızlık duymak yerine devamına karar vermekten kendini alıkoyamamıştır Türkiye’de.
İki siyasal damarı temsil eden muhafazakâr partiler ile Kürt partilerinin başına gelenler herkesçe malum olmasına rağmen ve bu siyasal dizayn fırtınasına en fazla muhatap olan İslamcı muhafazakar kesim ne yazık ki kendisine yapılanların aynısı rakiplerine yapmaktan vazgeçme niyetinde değil.
Geçmişte, özelikle de medya üzerinden yürütülen düşmanlaştırma politikası öylesine çirkin bir hal alıyordu ki; andıçlar ile hedef gösterme, başbakanın tuvaletinin alafranga mı yoksa alaturka mı olduğu gibi absürt yayınlar yapılıyordu. Tek özelliği pastanelerde böcek arama ile iş merkezlerinin damlarında kaç kişi toplu namaz kılıyor diye ava çıkanların yürüttü kampanyaları düşündüğümüzde hâlâ bu nasıl oluyordu diye kendini alamıyor insan… Milletvekili transferleri ile ömrü birkaç hafta sürecek siyasi partiler kurarak ya da hukuku eğip bükerek yapılan operasyonlar düşünüldüğünde; nasıl bir dönemi yaşamışız diyemiyor insan. Çünkü bugün de tıpa tıp aynısı yapılıyor.
Hele ki Kürt siyasi partilerinin başına getirilen operasyonları hatırlayınca ve neredeyse alfabedeki bütün harfleri kullanacak duruma düşürülen Kürt siyasi partilerini düşündüğümüzde hiçbir yol kat etmediğimiz çıkıyor ortaya. Bu siyasi dizayn operasyonları ne Sslamcı muhafazakâr partileri ne de Kürt siyasal partilerini bitiremedi. Mevcut iktidarlar kendilerince zaman kazandıklarını sandılar ama kazın ayağı hiç de öyle olmadı. Onlar bugün yoklar. İslamcılar ve Kürt partileri ise varlar. Bugünkü iktidar eğer bu ülkenin gerçeğini görmek istiyorsa açık ve net gerçek budur. Siyasi dizayn operasyonları eninde sonunda bu operasyonları yapanlara kaybettirir. Siyaset, siyasi mühendislik ile yürütülen bir sanat değildir.
Türkiye’nin yakın tarihindeki devlet refleksleri ve bitmeyen siyasi mühendislik hırsı bu ülkeye çok şey kaybettirdi.Bu ülke, siyaseti sandıkta değil mahkeme salonlarında şekillendirme alışkanlığından bir türlü kurtulamadı. İktidar sahipleri, her dönemde gücü elinde tutmak için hukuku bir sopa, yargıyı bir tehdit, mahkemeleri ise birer operasyon merkezi olarak gördü. Bu zararlı refleks, sadece bireyleri hedef almadı; bir halkın iradesini, bir toplumun hafızasını, bir milletin umudunu da kelepçeledi. Demokrasi süsü verilmiş otoriter rejimlerin en belirgin özelliklerinden biri budur: Sandıkta kazanamadığını yargıda kazanma arayışı. Bugün yaşadığımız tam da budur.
Devletin kendi vatandaşını düşman bellediği, muhalefeti yok edilmesi gereken bir tehdit olarak gördüğü, iktidarın bekasını halkın iradesinden üstün tuttuğu bir düzende, hukuk artık bir hak arama yolu olmaktan çıkmış, iktidarın sopası haline gelmiştir. Dün Yassıada’da, sonra DGM’lerde, sonra özel yetkili mahkemelerde yaşadığımız hukuk faciaları bugün başka isimlerle, başka maskelerle ama aynı zihniyetle sahnelenmektedir. Dönemin muktedirleri değişmiş olsa da baskı araçları, sindirme yöntemleri ve demokrasiye duyulan alerji değişmemiştir. Ne acıdır ki, dün mağdur olanlar bugün zalimleşmiş, bir zamanlar “demokrasi” diye yola çıkanlar bugün demokrasiyi boğar hale gelmiştir.
Bu kısır döngü, tepeden inmeci devlet reflekslerinin sürekliliğini ve kurumsallaşmış baskının derinliğini gösteriyor. Çünkü mesele yalnızca kimlerin iktidarda olduğu değil, nasıl bir devlet aklının ülkeyi yönettiğidir. O devlet aklı, halkın iradesine güvenmeyen, farklılığı tehdit gören, muhalefeti düşman sayan otoriter bir zihin yapısıyla şekillenmiştir. Bu zihniyet, iktidar kimde olursa olsun, aynı zulüm politikalarını yeniden ve yeniden üretmektedir. Ama tarih bize göstermiştir ki; zulmün ömrü, sandığın, hakikatin ve halkın gücü karşısında sınırlıdır. Dün yok edilmeye çalışılanlar bugün ayakta, dün sonsuz sandıkları iktidarlar ise tarihin çöplüğünde yerini aldı. Hiçbir siyasi dizayn çabası, halkın iradesini ve tarihsel hafızasını topyekûn susturmayı başaramamıştır. Bu ülkenin gerçeği budur: Siyasi mühendislik değil, hakiki temsil kazanır. Tepeden inmeci refleksler değil, halkın sesi galip gelir. Ve o ses, bugün susturulmak istense de yarın mutlaka yükselecektir. Çünkü halk unutmaz, çünkü tarih affetmez.