“Kavimlerin hakkı” başlığı altında belirlediğim umdeler sorunun çözümünde anahtar rol oynamaya adaydır. Çözüm arayışında ilk hareket noktasında farkına varmamız gereken hakikat, modern ulus devlet formu içinde akutlaşan sorunu bir süreliğine ertelemeye matuf sahte çözümlerin işe yarayamayacağının kabul edilmesini zorunlu kılar.
Neredeyse benzer her sorunda birinci derecede siyasetçiler baş rol oynamaktadırlar, bu avantaj gibi görünse bile –ki başka kimler başaktör olabilir ki- çözüm daima siyasilerin göstereceği çabayla ilgili olduğundan entelektüellerin, sivil toplum kuruluşları, medya, akademi dünyası, ulema, kanaat önderlerinin vd. sivil kesimlerin göstereceği performans, siyasilerin başarısını veya başarısızlığını belirleyebilir. Bu tamamıyla siyasiler dışında saydığım sivil aktörlerin ahlaki ve entelektüel sorumluluğa bağlıdır. Hata ve cürümlerin çoğu, son ve resmi sözü söyleme yetkisini ellerinde bulunduran siyasetçilerin kibirleri ve cehaletlerinin yasa ve teamülle örtbas edilmesinin sonucudur.
Profesyonel siyasetçi ile hükümet dışı sivil aktörler arasında beliren temel fark, birincilerin önceliklerinin reel politik, ikincilerinin ideal politik olmasıdır. Reel politik tabiatı gereği ideal politikten hazzetmez, çünkü reel politiği takip eden siyasetçi için fayda veya kazança ‘hemen ve şimdi” elde edilecek başarıyı hedefler. İdeal politiği esas alanlara göre, kendi başına reel politik siyaseti ahlaksızlaştırır. Oysa ki kadim Greklerden bu yana ameli hikmetin iki ana konusu ahlak ve siyasettir.
Şu halde beş yazı boyunca anlatmaya çalıştığım husus şu ki, bizim öncelikle bir ideal politiğimizin olması gerekir. İdeal politik ahlaki sonuçları hedeflediğinden, modern dünyada yürütülmekte olan siyaset anlayışının bir parça dışına çıkmayı icap ettirir. Ne geldiği noktada sosyalizm ne 90’lardan bu yana herkesin referans verdiği liberal demokrasinin siyasetteki temel kaygısı ahlak değildir ve esasında modern iktidarı mümkün kılan siyaset bilimi ahlak ile siyasetin, hatta ahlak ile hukukun arasını ayırmaktadır.
Herşeyin birbirine karıştığı “tuhaf zamanlar”dan geçiyoruz. Trump gibi bir siyaset bezirganını sahneye çıkaran “küreselleşmeye karşı” provakatif retorik ve söylemleriydi ama şimdi kendisi küresel bir aktör olarak bazı ulus devletlere göz dikmiş bulunuyor. Dikkatlice bakıldığında ulus devletleri ve küresel değerleri öne çıkaran batılı söylemin hazin bir çöküşünü seyrediyoruz. Bilmem kaç ton atom bombası ağırlığında bomba yağdırmalar yetmiyormuş gibi aç bırakarak çocukların öldürüldüğü Gazze’de sürüp giden soykırım, tehcir ve işgaller karşısında herkes suspus olmuş vaziyette. Batı’nın sattığı Aydınlanma’nın değerlerinden hiçbiri İsrail’e durdurmaya yetmiyor.
Eski kabile hayatında kendi putunu Mevlasına empoze eden kabileler olurdu, yeri gelince de kendine başka put seçerken, Mevlasına empoze ettiği puta sadakat göstermesini isterdi. Kürt meselesinde bölge halklarının sorunun çözümüyle ilgili maruz kaldığı durum böyle bir şeye benziyor.
Anlaşılan şu ki, bize ulus devlet modelini öncelikle dünün Düvel-i Muazzama’sı öneriyorlardı, bugünün küresel büyük güçleri de aynı modeli bize empoze ediyorlar. Çünkü bizim Türk, Kürt, Arap vd. kavimlerin milliyetçilerinin göz ardığı şey, bizim ulus yapımız onların küresel tahakküm ve hegemonyalırını sürdürmelerine sağlamaya yaramaktadır. İngilizlerin monarşileri, Fransızların cumhuriyeti, Amerikalıların federasyonları var, üçü de aynı kapıya çıkıyor.
ABD,AB, Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) kendileri bölgesel entegrasyonlar içinde sorunlarını çözmeye çalışırlarken, bize polarizasyon önermektedirler Neden bunda ısrarcı olduklarını anlamak zor değil: Ulus temelinde çözüm, ulusun kurucu kimliği, zaman içinde diğer unsurları hegemonyası altına alır ve bu esasında mevcut adaletsiz, eşitsiz, tahakkümcü ve hegemonyacı küresel düzeni ruhunu teşkil eder. Büyük ekonomik eşitsizlik yoksa bile, bu formun diğerlerinde yarattığı tahribatı sosyal psikolojide arayabiliriz.
Neredeyse 30 senedir deneysel örneklerinde gözlediğimiz üzere ezilen milliyetçiliğin kurtulduktan sonra, ezen milliyetçilik olduğunu anlatmaya çalışıyorum, bu kaçınılmazdır, ezen veya ezilen milliyetçilerin iradi tercihi veya iyi niyetinden bağımsızdır: Sebebi vazıhtır ve basittir: Milliyetçilik tabiatında bir kavmi diğerlerinden farklı görmekle kalmaz, onu kendi seçtiği başat kimliğe tâbi kılar; bugüne kadar da bunun istisnası görülmemiştir. Bu açıdan “ezen milliyetçilik” ile “ezilen milliyetçilik”, milliyetçilik olmaları hasebiyle mahiyetçe aynıdırlar, biri ezilen iken, ezen oluveriyor
Tarihi tecrübemiz ve reel duruma gösteriyor ki, bölgemizde dün ve bugün farklı din, mezhep ve etnik gruplar içiçe veya omuz omuza yaşamaktadırlar, çağımızda bunları ayrıştırmak ancak tehcir ve etnik arındırma ile mümkün olabilir ancak.
Tarih boyunca bölgemiz büyük devletler ve imparatorluklar tarafından yönetilmiştir, bugün de bize gerekli olan bütün unsurları içine alacak bölgesel bir kubbenin ortaklaşa inşasıdır. Yegane ve fizibilitesi mümkün çözüm İttihad-ı Anasır-ı İslam’dır ki dini, mezhebi ve etnik her unsur bu kubbenin altında eşit hak ve özgürlüklere sahip olarak diğerleriyle bir arada yaşayabilir, siyasi iktidarın sığınmacısı değil, icab ve kabule dayalı bir toplumsal sözleşme ile siyasi iktidarın ortağı olur. Bu yeni örgütlenme modeline Ortadoğu Konfederasyonu, Müslüman Devletler Birliği veya Müslüman Emirlikler Birliği, Ortadoğu Bölgesel Entegrasyonu veya başka bir isim verilebilir, önemli olan bütün sosyolojileri altında toplayabilecek bir kubbedir.
Fırsatları bir bir heba ediyoruz; Abdulhamit, Mustafa Kemal, İran (1979), Afganistan’da Taliban, AK Parti ve en son Suriye eline geçen fırsatları değerlendirebilirdi. Hiç değilse ve örneklik teşkil etmesi bakımından söz konusu kubbeyi Suriye’nin yeni iktidar kadrosu gerçekleştirebilirdi fakat eski selefi söylemlerini, tezlerini ve iddialarını bir kenara bırakıp, diğer bölge ülkeleri gibi bir ulus devlet inşasına giriştiler. Verili duruma kendini raptetmiş bir İslamcı, neden? Diye sorduğumda bana şu cevabı verdi:
(Hazin bir haşiye: 1, -Muaviye’den beri bu böyle gelmiş böyle gidecek. Kim gücü eline geçiriyorsa, bir daha elinden çıkarmak istemez.
Fatih-Kıztaşı dört yola gelmiştik, arabayı durdurup indim ve kapıyı kapatmadan ona şunları söyledim:
Bu bir İslamcı’nın kuracağı cümle değil, ruhunu kaptırmış birinin iktidar sarhoşluğunu ifade eder. Küllü müskirun haram (Sarhoşluk veren herşey haramdır). En büyük haram iktidar sarhoşluğudur,)
Şimdilerde PKK’nın kendini feshetmesi söz konusu iken
1. “Türkler ve Kürtler bu devletin ve ülkenin gerçek sahipleri veya efendileridir” ya da “Türkler ve Kürtler ittifak ederlerse bölgenin hakim gücü olurlar” gibi fikir ve öneriler ya da
2.“Kürtler de önce ulus devlet kurmadıkça Türkler, Araplar ve Farslarla barışamazlar” demek 150 senedir sürmekte olan hatadan çok daha büyük bir hatayı ve çatışmayı icad etmek olacaktır. Bugüne kadar Türk milliyetçiliği Kürtleri ötekileştirirken, bundan sonra Türk-Kürt ittifakı Türk ve Kürt olmayanları ötekileştirecek; bölgenin iki emperyalist kavmi Türkler ve Kürtler olacak demektir. Böylelikle sosyo politik, askeri ve kültürel sulta bir el iken iki elli saytaraya dönecektir. Hakkaniyetli ve adil olanı şudur: Bölgenin bütün dini, mezhebi, etnik ve sınıfsal sosyolojileri bu bölgenin gerçek sahipleri ve efendileridir.
Müslüman dünyanın temel çelişkisi kendi arasında ve içinde değil, bugün başını ABD’nin ve AB’nin çektiği küresel güçlerin İslam dünyasını askeri ve politik tahakküm altında tutmaları; yeraltı ve yerüstü kaynaklarını yağmalamaları, İsrail’in soykırımına tam destek vermeleri gerçek çatışmanın kimler arasında cereyan ettiğini göstermeye yeter. Sünniler ve Şiiler, Türkler ve Kürtler, Araplar ve Farslar vd. kavimler birbirlerinin hakiki hasımları değildirler.
İçinden geçmekte olduğumuz sosyo politik, ahlaki ve felsefi/kelami krizi Aydınlanmanın temel varsayımlarına göre kurgulanmış bugünkü paradigma ile çözemeyiz; krizi alternatif bir paradigma inşa ederek aşabiliriz ancak. Yeniden kendi sahih kaynaklarımıza dönmekten başka da seçeneğimiz yoktur.