Ali Bulaç
Savaşın meşruiyeti ve ahlaki üstünlük meselesi
Ortaya çıkan gerçek şu ki, İsrail propaganda edildiği kadar güçlü değil, İran da zannedildiği kadar zayıf değil. Askeri kapasite, donanım, harici destek ve halkla ilişkiler açısından iki güç arasında mukayese yapılamaz, bu alanlarda İsrail öndedir ama sadece füzelerle savaşı başarıyla sürdüren İran, İsrail mitini yerle bir etti.
Resmi meal, resmi din görüşü
Meal ve tefsir yasaklanmasını isteyen belli cemaatler görmezlikten gelinemez. Son 10 yılda maalesef “İmam hatipçi” Yeminliler Grubu bugün mevcut iktidarın kubbesini oluşturmuş, bu kubbenin dört fil ayağını teşkil eden dört kalabalık cemaatle dini hayatı, İslami tefekkür ve sivil alanlardaki faaliyetlerin neredeyse dörtte üçünü ellerine geçirmiş bulunmaktadırlar. Demokrasinin “seçmen desteği” bu beşli koalisyonun hükümetçe korunması sayesinde demokratik oportünizme dönüşmüş bulunmaktadır. Bu cemaatlerin din anlayışı mitolojik ve mistik anlatı ve hurafelere dayanmaktadır.
Meal ve tefsir üzerine
Eğer tarihte devletler resmi tefsir ilan edecek olsalardı, bu alanın önde gelen eserleri yazılmaz, resmi görüş doğrultusunda bilgi üretme, düşünme ve anlatma yetisi dumura uğratılırdı. Esasında bizim çöküş, inhitat tarihimiz de devletlerin ilim ve düşünce hayatına müdahalesiyle başlamıştır.
Uzak Şehir Mardin
Uzak Şehir Mardin Dizisinin jenerik müziği De Mardin diziden daha etkili Bestesi Rodrigo, sözleri Sezen Aksu’ya ait, şarkı Firuz’un “Beyrut” şarkısının başarılı uyarlaması. Güftesi hiç şaşırtıcı değil, kopyanın kopyası bizim oryantalizmimiz. Dizinin konusu tam bir fecaat. Aydınlanmacı modern zihin Mardin ve bölgeyi zihninde nasıl resmetmişse, diziye öyle yansıtıyor. Uzak Şehir, Mardin’in hiçbir yerinde, hele merkezde veya Midyat’ta yaşanmayan, yaşanması mümkün olmayan asparagas olayları bütün bir halkın geleneklerini aşağılayarak abartıyor, çoktan kullanma tarihi geçmiş bir modernizmi yüceltiyor. Böyle bir Mardin yok, böyle bir Midyat yok, böyle bir bölge yok!
Modern ve mahrem
İkinci Mahmut ve Mustafa Kemal’in takip ettikleri projeden sonra zihinlerde uyanan soru şudur: “Batı-dışı modernleşme mümkün mü?” Ernest Gellner’e sorarsınz, batı modernitesi biriciktir, taklid edilemez, aktarılamaz, uyarlanamaz Nilüfer Göle, belki de bu durum tespitini göz önüne alarak bu soruyu sordu, üzerinde çalıştı, başkasının da bu soruyu bu kadar net sorduğuna muttali olmadım. Bu açıdan soru değerliydi, Ahmet Çiğdem neden bu soruyu küçümsüyor, anlayamadım.
Müslüman aydınlar üzerine
Evdeki hesap çarşıya uymadı; bir süre sonra performanslarıyla mücadeleyi kazananlar, referans sahiplerine özendiklerinde devşirildiler, performans referans sahiplerinin kazanç hanesine yazıldı. Bunun sebebi biz İslamcılar da diğerleri gibi temel gerilimin toplum/halk ile laik/seküler aydınlar arasında olduğunu düşünmemizdi. Yanlış teşhisimize göre sorun “laiklikte/sekülerlikte” düğümleniyordu, bu yanlıştı, sorun tamamen “aydın”da idi. Bu yanlış teşhis Müslüman zihnini millileştirdi/milliyetçileştirdi ve halkın hayat tarzını ve taleplerini masum ve hatta hakikatin kaynağı görme hatasına düşürdü.
Bize bir kubbe lazım
Şimdilerde PKK’nın kendini feshetmesi söz konusu iken, “Türkler ve Kürtler bu devletin ve ülkenin gerçek sahipleri veya efendileridir” ya da “Türkler ve Kürtler ittifak ederlerse bölgenin hakim gücü olurlar” gibi fikir ve öneriler ya da “Kürtler de önce ulus devlet kurmadıkça Türkler, Araplar ve Farslarla barışamazlar” demek 150 senedir sürmekte olan hatadan çok daha büyük bir hatayı ve çatışmayı icad etmek olacaktır. Hakkaniyetli ve adil olanı şudur: Bölgenin bütün dini, mezhebi, etnik ve sınıfsal sosyolojileri bu bölgenin gerçek sahipleri ve efendileridir.
Kavimlerin hakkı üzerine
Öcalan’ın çağrısı salt bir fesih talebinin ötesinde, yarım asırdır süren silahlı mücadelenin sona erdiğinin ilanıydı. Öcalan –farkında veya değil- fıkıh usulünde kullanılan “Makasidu’ş Şeria” yöntemini kullandı. Bu yönteme göre hükümler illete mebnidir, aslolan maksattır; illet devam ettikçe hüküm devam eder, illet değişirse hüküm de değişir. İslam dünyasında Türklerin, Arapların veya başka bir kavmin hakkı ne ise, Kürtlerin de kavim olarak hakları o kadardır; ne eksik ne fazla!
Mahalle ve mahallemizdeki ihtilafın sebepleri
Her ne kadar Ahmet Çiğdem, değerli bir sosyoloğumuzu “karga”, beni de “kargadan başka kuş tanımayan “ebleh” biri görse de- yıllardan beri kullandığım “mahalle” kullanışlı bir kavramdır, bildik aktarma/tercüme sosyolojinin birbirini tutmaz sayısız doktrininden bizi daha iyi anlatmaya yardımcı olmaktadır.
İslamcı Kürtlerin dönüşümü üzerine
Çağrısı genel kabul gören Abdullah Öcalan, ulus devlet, özerklik, kültürel haklar vb. bütün seçenekleri yürürlükten kaldırıp, Kürt hareketinin neredeyse tamamını boşluğa düşürmüşken eski İslamcılar ne düşünüyor? “Başımıza ne geldiyse İslamcılıktan, ümmetten, İslam kardeşliğinden –ve hatta dinden/İslam’dan- geldi” diyen eski İslamcıların bu konuda neler düşündüklerini henüz bilmiyoruz, şimdilik derin bir sessizliğe gömülmüş bulunuyorlar.
Kürt sorunu “dini” mi, “seküler” mi?
Dindar/İslamcı Kürt siyasetçi veya aydınların PKK-DEM’le kurduğu ilişkide ava giden avlanmış, seküler Kürt siyaseti dini ton kazanacağına aksine, dindar Kürtleri sekülerleştirmiştir. “Etnisite veya milliyetçilik” öne geçince din artık dünyevi sorunların çözümünde rol oynayan bir anlam ve yol haritası olmaktan çıkar, şu veya “din dışı” amacın önünde ayakbağı durumuna düşer.
Yeni bir paradigmanın eşiğinde “Kürt sorunu”
Size uygun düşen bir komplo teorisi içinden sizinle aynı görüşte olmayan ve aynı safta yer almayan birini terörist ilan ettiyseniz, artık o şerirdir, iç ve dış şer güçlerin adamıdır. Şerir kimselerle oturup konuşmanın da manası yoktur.
AB ile yeniden
Eğer ABD ile Avrupa arası açılırsa –Trump bunun sinyallerini veriyor-, Türkiye Avrupa açısından önem kazanacak ve belki telaffuz edilmeyen mukavelenin bazı maddelerinden sarf-ı nazar edilecek. Avrupa eski liberal veya sosyal demokrat Avrupa olmaktan uzaklaşıp sağcılaşıyor, otoriter bir kimliğe doğru evriliyor, bu Türkiye için de pek uygun bir pozisyondur. Türkiye’nin mevcut pozisyonu ve geleceği ilişkin eğilimi Avrupa’nın yönelimiyle örtüşme halinde.
Nilüfer Göle ve öngörüler
Nilüfer Göle ile ayrıldığımız nokta temel bir çelişkiye dayanmıyordu, iki farklı varsayım ve iki öngörü söz konusuydu. Bana göre cemaatler ve entelektüeller Siyasal İslam’a lojistik destek sağlasınlar ama devletle ve iktidarla organik ilişkiler içine girmesinler, girecek olurlarsa, İslamcılık henüz oluşma safhasında olduğundan hangi türüne mensup olursa olsun, modern ulus devlet Müslümanların içine kaçacak, bu da onları sekülerleştirecektir. Bu öngörümde ise yanılmadım.
Nilüfer Göle ve sosyolojisi
Nilüfer Göle bana kalırsa 90’lı ve 2000’li yılların başlarına kadar Türkiye sosyolojisiyle ilgili en isabetli teşhisler yapan tek sosyologdu. Bu yönüyle kişisel olarak ben onu Şerif Mardin’e tercih ederim. Hala da onun sosyolojisini aşabilen sosyolog çıkmış değil. Din ve sosyal değişme konularında bir tür esaslı paradigma değişikliğine gitmeyi öneren yaklaşımına karşı başlayan sert Kemalist tepkiler onu başladığı işi sonuna kadar götürmekten alıkoydu.
İki cihat fetvası
2002 yılı Eylül veya Ekim ayının başlarında Cüneyt Zapsu beni arayıp bir akşam yemeğine evine davet etti. Belirlenen akşam Zapsu’nun evine gittim, benden başka hatırlayabildiğim kadarıyla Cengiz Çandar, Fatih Saraç, Hasan Kamil Yılmaz da vardı. Bir iki kişi daha olabilirdi, isimlerini hatırlayamıyorum. Amerikalıların tarafında ABD Ankara Büyükelçisi veya İstanbul Başkonosolosu, Ortadoğu’da ve Latin Amerika’da görev yapmış iki diplomat, bir iki kişi daha ve Büyükelçiliğin resmi tercümanı vardı.
Ramazan ve oruç üzerine-1: Genel olarak Ramazan ve oruç
Sözlük anlamı itibariyle “Ramazan”ın güneşin sıcaklığıyla taşın kızması anlamına gelmesi önemlidir. Güneşin kavurucu sıcaklığıyla taşı kızdırıp yakması gibi, Ramazan da günahları ve bencil tutkuları öylesine yakmalı. Ramazan kelimesinin iki anlamı daha var: Biri keskin kılıç, diğeri güz yağmuru. Bu her iki anlamın da insanın yapıp ettikleriyle yakın ilişkisi var. Ramazan orucu keskin bir kılıç gibi günahları kesip yok eder veya güz yağmuru gibi silip süpürür. Her üç anlam çerçevesinde sanki insan, bedeni üzerinden kendi ruhsal durumuna dış bir müdahalede bulunur.
Suriye için yol haritası
Suriye için inşa edilecek kubbenin referansı mevcut monraşiler, milli/ulus devletler, otokrat yönetimler değil, Medine Sözleşmesi olabilir ancak. Selefiler, diğer İslami grupların hepsinden Selef-i salih’e olan ısrarlı referanslarıyla tanınıyorlar ve bu bence de doğrudur. Şimdi Selefiler iddialarını ve tezlerini hayata geçirme fırsatını ele geçirmiş bulunuyorlar. Ben bunun mümkün yolunu göstermeye çalıştım.
Bir bid’at olarak kandiller ve kutsal geceler üzerine
Türkiye’de kutlanan kandil gecelerinin müslüman olan kavimlerin İslam’a soktukları kutsallıklardır. Kandiller de bu meyanda kutsala büründürülmüştür. Kandil geceleri ne Hz. Peygamber hayatta iken ne ilk nesil sahabe ve tabiin tarafından kutlanmıştır. Hz. Peygamber (s.a.) bırakın kandil geceleri kutlamayı, bid’atları yasakladağı gibi cuma günü ve gecesi özel bir ibadet yapılmasının da yasaklamıştır. Kandil geceleri Osmanlılarda II. Selim (1566-1574) zamanından başlayarak, minarelerde kandiller yakılmak suretiyle duyurulup kutlandığı için bu gecelere “Kandil Geceleri” denmiştir.
Bir mecaz veya hukuki suç olarak “terör ve terörist”
Hangi durumda Golani terörist iken, bugün hangi durumda “devlet başkanı saygın zat” konumuna yükseldi? Eş Şara, dün başta BM olmak üzere Amerika, Rusya, İngiltere, Fransa vd. muhalif olduğu için mi “teörist” idi, yoksa masum sivilleri hedef alan eylemlerde bulunduğu için mi? İkincisinin olmadığı açık.Değişimde tek bir kriter söz konusu: Dünün Golani’nin bugün bu ülkelerle çatışmayan çizgiye gelmiş bulunan Ahmet eş Şara’ya dönüşmesidir. Demek ki “reel politiğin ilkesi ve ahlakı yoktur” fehvasınca terör ve terörist nitelemeleri çıkarlara göre değişebiliyor.
Gazzeliler nereye sürülecek?
Dolambaçlı diplomatik dil kullanmayan Trump, dilinin altındaki baklayı çikarıveriyor: Gazze, İsrail’e ilhak olunacak, Gazzeliler oradan sürülecek. Bu, sıkça sözü edilen İsrail ve Filistin için iki devletli çözüme vurgu yapan ABD dış politikasında temel bir değişikliğe gittiğinin ilk işaretlerini veriyor. Gerçek bu ise, soru şudur: Gazzeliler nereye sürülecektir?
Neden bize melekutun kapıları kapalı?
Komplo teorileri, kötü niyet, önyargılar, iktidar dili, spekülasyon, içi boş polemikler, retorik, itham, ispiyon, ihanet suçlamaları, tekfir vs. şeyler havada uçuşuyor. Bunların tümü kalbin kirleridir. Yapılacak şey önce kalbin kirlerden arındırılıp zihnin doğru yöntem ve araçlarla çalışmasını sağlamaktır. Selim aklın manevi zemini selim kalbtir, bu tamı tamına “takva”dır; ikisi bir arada bulunmadıkça “Kitab’ın müslümanlara faydası yoktur” (2/Bakara, 2), faydası olmuyor da. Bu yüzden melekutun kapıları bize kapalıdır.
Suriye’den çıkarılacak dersler: Veya Mekke’ye girer gibi Dımaşk’a girmek, Bilad-ı Şam’ı Yesrip’ten Medine’ye çevirmek
13 senedir Baas yönetimine karşı mücadele veren muhalif gruplar günün sonunda HTŞ’nin şemsiyesi altında kanlı, gaddar ve zalimane bir yönetime son verdiler. Bir diktatörün gitmesi ve İslami kimliği olan gruplar koalisyonunun zafer kazanması tabii ki beni sevindirir. Aksini düşünecek olsam, 60 senedir verdiğim mücadeleme ihanet eder, kendime olan saygımı kaybederim. Baas diktatörlüğünün sona ermesi bir şanstır, şimdi bunu ilahi/tarihi bir fırsat bilip hem acılı Suriye, hem Kürtler ve Filistinliler başta olmak üzere bütün bölge halkları için yepyeni bir sosyo politik model arayışına ve tesisine vesile kılalım, hep beraber bu konu üzerinde imal-i fikr edelim.
Suriye’de olan oldu. Peki, böyle mi olmalıydı?
Hiç şüphesiz Esed’in gitmesine ve milyonlarca acılı mültecinin evlerine dönecek olmalarına ben de seviniyorum. Ama yıkım olmadan başka yol takip edilemez miydi? Ben bunu o günlerde aylarca yazılı ve görsel medyada anlatıp durdum. Kendilerini Kanuni Sultan Süleyman ve veziri Sokullu Mehmet Paşa zamanında yaşıyor zannedenler, dinlemediler, neredeyse beni Şebbiha ilan edeceklerdi.
Ortadoğu’nun kalbinde tufan 2: Suriye’de ne oldu, niçin oldu?
Şaşırtıcı biçimde 61 yıllık Baas yönteminin çökmesinde harici faktörün belirleyici rol oynadığını söyleyebiliriz. Harici faktörden kastım Rusya, İran ve Esed’in beklenmedik tutum değişikliğiydi. Bu hafta söz konusu iki ülkenin tutum değişikliğini anlamaya çalışacağız.
Suriye için Medine Sözleşmesi
Beni bu yazıyı yazmaya sevkeden ümit verici nokta şu ki, hem şu anda inisiyatifi elinde tutan ve iç ferahlatıcı mesajlar veren Ahmet eş Şara (Colani), hem Suriye Kürtlerinden (PYD eski eş Başkanı) Salih Müslim’in “toplumsal sözleşme”den bahsediyor olmalarıdır. Ben 30 senedir üzerinde çalışıp kafa yorduğum çözümün bugün Suriye için mümkün olduğunu, mümkün olmakla kalmayıp zorunlu olduğunu düşünüyorum. Suriye için yegane çözüm yeni bir nikah, yeni bir toplumsal sözleşmesidir.
Ortadoğu’nun kalbinde tufan (1): Ne oldu, nasıl oldu, niye oldu, ne olacak, ne olmalı, nasıl olmalı?
Önemli bir direniş hattı olan Suriye, -en azından şimdilik- “direniş cephesi”nden çıkmış bulunuyor ama Suriye’nin yeni yöneticilerinin ve daha önemlisi Suriye halkının Filistin acısını umursamadıkları düşünülemez. Yıllardır halka zulmeden bir yönetim beklenmedik hız ve kolaylıkla sona ermiştir. Yönetim bağlamında bölgemizde bir zorba yönetim daha sona erdi, darısı diğerlerinin başına. Hiçbir zorba/despot rejim ilanihaye ayakta kalamaz, zorba hiçbir rejim Filistinliler gibi mazlumların acılarını kendine dert edinmez, mazlumların kurtarıcısı olamaz.
İran üzerine
İmam Humeyni’nin doktrini çöktü mü? İranlılar nerede hata yaptı? Müslüman dünya askeri, politik ve ruhi olarak batıya ve İsrail’e teslim mi oldu? İlk sorumuz, “12 Günde ne oldu” sualiydi. Cevap açık ve basit: Suriye’de Baas diktatörlüğü çöktü -darısı diğer diktatörlerin başına-, Esed, Suriye’yi terk edip gitti. Birçok bileşeniyle HTŞ, hiçbir direnmeyle karşılaşmadan Halep, Hama, Hums ve Şam’a girdi. Yıllardır ağır işkenceler altında olan binlerce masum esir hapishanelerden kurtarıldı. İsrail, Suriye’nin askeri potansiyelinin neredeyse tamamını imha etti. Türkiye, bir kere daha Batı nezdindeki prestijini, önemini tazeledi.
İlahiyat’tan Yüksek İslam’a, Akademisyen’den Alim’e
Benim 1960’larda okuduğum İmam Hatip’te Arapça, İngilizce, Farsça; tabiat bilimlerinden fizik, kimya, biyoloji; sosyal bilimlerden sosyoloji, psikoloji; felsefe; İslami ilimlerden tefsir, hadis, kelam dersleri vardı; Yüksek İslam Enstitüsü’nde müfredat iyiydi. Yüksek İslam Enstitüleri’nin İlahiyat Fakülteleri’ne çevrilmesi iyi mi oldu, kötü mü oldu? Bu sorulmaya değer bir sual. Yaşadığımız tecrübeden maksadın hasıl olmadığını anlıyoruz.
Fikir ve bilgi üretimi açısından ilahiyatlar
İslam’ın kendine göre bir bilgi elde etme usulü, yani fıkıh usulü, hadis usulü, tefsir usulü, kelam usulü vardır. Akademik yöntem, bir tür bilgi tekniği ve arkeolojisini yapma girişimidir, haklı sebepleri olsa da bilgi bütünden küçük parçalara indirgenmedikçe bilimsel araştırmaya konu olmaz. Akademisyen ne İslam'ın hakikatleri hakkında bize bilgi verir ne de gündelik hayatta hareket ederken bize bir yol haritası çizer. Burada kategorik olarak "din ile bilim" arasında çatışma olmaktan çok, İslam ile ilahiyatçının dili ve yöntemi arasında temel bir çatışma baş göstermektedir.