Ana SayfaGÜNÜN YAZILARI9 şiddetindeki bir depremde bile can kaybı yaşamamayı Japonlar nasıl öğrenmiş olabilirler?

9 şiddetindeki bir depremde bile can kaybı yaşamamayı Japonlar nasıl öğrenmiş olabilirler?

99 felaketinde yardıma uzaktan gelenler arasında farklı deneyimlere sahip kişiler vardı. Japonya’dan gelen heyette Japon İmparatoru’nun başdanışmanı gibi önemli ve deneyimli kişiler bulunuyordu. Yetkililer ile ilişki kurmak için bütün yolları denediler. Ancak muhatap bulmakta zannedersem biraz zorlandılar. Japonya Büyükelçisi de geldikleri ilk gün yapılan toplantıda bu zorluğa işaret etmişti: “Bu ülkedeki zorluk, uzmanların sorunları anlamaya uğraşmaları değil, her şeyi önceden bildiklerini iddia etmeleridir. Bu nedenle yerel insanlardan bir şeyler öğrenebilirsiniz. Ama kamu işlevleri yerine getiren sınıflar, özellikle kamu imkanlarını kullanan kişiler genellikle –en olmayacak bir şekilde- kendilerini temsil ederler…”

Büyük Savaş sonrası Japonya’daki yeniden yapılanma hamlelerini gören bazı üniversite hocalarının “acaba onların gelişme modelini örnek alabilir miyiz” diyerek sorular sordukları, tezler hazırlattıkları hala aklımda. Bazılarının Japonya seyahatlerine gittiklerini, kendi mahfillerinde ve okullarda konferanslar verdiklerini de hatırlıyorum. Bu seçkinler Türkiye ile Japonya arasında gelenekler ve modernleşme biçimi açısından bir bağ kurmaya çalışıyorlardı. Japonya’ya duyulan bu ilginin mimarlık çevrelerinde ortaya çıkması çok şaşırtıcı olmasa gerek. O tarihlerde Cumhuriyet’in modernleşme projesinin başarısızlıklarının işaretlerinin mimarlık ve şehircilik alanında ortaya çıktığını tahmin etmek zor değil.

Öğrencilik hayatımın başlamasından bir çeyrek asır sonra, kendimi benzer bir sorgulama biçimi içinde buldum. 99 felaketinde yardıma uzaktan gelenler arasında farklı deneyimlere sahip kişiler vardı. Bir bakıma afet sonrası yardım çalışmaları bir karşılaşma alanı oldu. Bunlardan en ilginç olanlarından biri de Japonya’dan gelen Acil Yardım Heyeti’ydi. İçlerinde Japon İmparatoru’nun başdanışmanı gibi önemli ve deneyimli kişiler bulunuyordu. Her biri akademik alanda isim yapmış bilge kişilerdi. Ayrıca Kobe felaketinde ve dünyanın değişik yerlerinde onlarca kere yardım faaliyetlerine katılmış deneyimli aktivistler, STK temsilcileri de bu heyetle ilişkili olarak gelmişti.

Japon İmparatoru’nun başdanışmanı ile birlikte gelen bu üst düzey yardım ekibi içinde 90’lı yaşlara gelmiş gönüllü kişiler de bulunuyordu. Bu deneyimli uzman kişiler yetkililer ile ilişki kurmak için bütün yolları denediler. Ancak muhatap bulmakta zannedersem biraz zorlandılar.

Biz de aynı hataları yapmıştık…

Gelişlerinin ilk günlerinde yapılan bir toplantıda hatırladığım kadarıyla Japonya Büyükelçisi de bu zorluğa işaret etmişti. İtiraf etmem gerekirse, heyetin Büyükelçi ile olan bu görüşmesine istemeden katılmış oldum.

Aklımda kaldığı kadarıyla bir çelişkiye işaret etti ve şunları söyledi: “Bu ülkedeki zorluk, uzmanların sorunları anlamaya uğraşmaları değil, her şeyi önceden bildiklerini iddia etmeleridir. Bu nedenle yerel insanlardan bir şeyler öğrenebilirsiniz. Ama kamu işlevleri yerine getiren sınıflar, özellikle kamu imkanlarını kullanan kişiler genellikle –en olmayacak bir şekilde- kendilerini temsil ederler…”

Japonya Büyükelçisi sorunu böyle teşhis ediyordu. Japonya’dan yanlarında getirdikleri tercümanla birlikteydim ve beni de heyetin bir üyesi zannetmişti. Türkiye hakkında onlara bazı bilgiler vermeye, uyarılar yapmaya çalıştı.

Sonra randevular alındı. İlk görüşmelerden biri dönemin Büyükşehir Belediye Başkanı ile yapıldı. Bu uzmanlar son derece nazik kişiler olmalarına rağmen Belediye Başkanı ile bir türlü diyalog kuramadılar. Çünkü şehrin yönetiminden sorumlu kişi sürekli “broşür bastırıyorduk, ama yetiştiremedik, burada bir afet merkezi oluşturuyoruz ama henüz daha başlayamadık” gibi sözler söyleyip duruyordu. Onlar da nezaketlerinden dolayı dinleyip, bu söylenenleri “biz de aynı hataları yapmıştık” diye cevaplandırıyorlardı. Bir süre sabrettikten sonra onunla işbirliği yapamayacaklarını anladılar. “Sizinle ne yazık ki görüşmemizin bir faydası olamayacak” deyip ayrıldılar.

Tıpkı bütün diğer yerli ve yabancı ekipler gibi, Japon Acil Yardım Heyeti de Sivil Koordinasyon Merkezi ile çalışmaya başladılar.

Sivillerin oluşturduğu bu merkez 17 Ağustos sabahı birkaç gönüllü kişiden ibaret iken bir gün sonra neredeyse binlerce kişiye ulaşmıştı. Felaketin ertesi günü birçok yerden ve yurt dışından bir dolu ekip daha geldi. Afet bölgesine giden gönüllülerin sayısı yüzbinlere ulaştığı için yönlendirilmeleri Taksim Meydanı’nda yapılıyordu. İlk günlerde yollar kapalı olduğu için acil yardım malzemelerini iletmek için seferlerini durduran İDO’nun deniz otobüsleri kullanıldı. Yanaşabilecekleri yeni yerler tespit edildi. İlk gün arama kurtarma aletleri, ceset torbaları, bölgede acil olarak kurulması gereken üç sahra hastanesinin malzemeleri, ilaçlar, yiyecekler, içecekler, deneyimli ekiplerin bir bölümü böylece hızla yerine ulaştı. Ofiste eski model çevirmeli iki telefon vardı. Ertesi sabah yirmiden fazla telefon daha alınması gerekti. Artık bütün basın, televizyonlar haberleri bölgedeki yardım çalışmalarını koordine eden sivillerden alıyorlardı. Bir süre sonra afetzedeler için yardımları yönlendirmek yanında acil mobil barınak, sosyal dayanışma, iş edindirme, yerel tarım çalışmalarına kadar uzandılar.

Yöntem gayet basit: Planlamayı tarafları yeni bir eşiğe taşıyan karşılıklı bir öğrenme sürecine dönüştürmek

Deprem bölgesinde yıllarca süren çalışmalardan acil yardım faaliyetleri nihayetlendikten sonra da şehircilikte “mikrobölgeleme” tabir edilen yerel planlama yöntemini uygulamak için Beyoğlu’nda gönüllü bir grup oluşturuldu ve yıllarca süren çalışmalar yapıldı. Japon Acil Yardım Heyeti, Tokyo Yaşam Kalitesini Geliştirme Laboratuvarı, İstanbul Bilgi Üniversitesi ve İstanbul Teknik Üniversitesi’nden öğretim üyeleri de, Beyoğlu Belediyesi de destek verdi. Japon uzmanlarla yürütülen risk gözlem ve azaltma eylem planları hazırlama yöntemlerini kullanarak. Bu mikrobölgeleme yöntemi ve sokak sokak, ev ev, mahalle mahalle yapılan çalışmalar yıllarca gönüllüler tarafından sürdürüldü. Japonya’da da uygulanan bu yöntem son derece başarılı oldu.

Bu kavram zemin etüdleri ve haritalarını hazırlama yanında çok yönlü ve süreç odaklı bir planlama yöntemini içeriyordu. Kullandıkları yöntem çok basitti: Bu amaçla birincisi “kural koyucu” diye tanımlanan kamu tarafından yetkili, ikincisi faaliyetin sürekliliğini, ilişkileri sağlayan, yöneten STK üyeleri, üçüncüsü yerel halktan temsilciler ve nihayet deneyimli uzmanlardan oluşan çalışma grupları oluşturuluyordu. Bu ekip sokak sokak, ev ev çalışıyor ve riskleri araştırıyor, çözüm yollarını gösteriyor ve uygulamaları izliyordu. Beyoğlu’nda gizli derelerin kenarlarında duvardan ayrılarak insanların üzerine düşen taş kaplamalar, yan yana inşa edildiği halde şaşırtılan katlar, paslanarak bağlayıcılık işlevini kaybeden demirler, kimin neden ve nasıl yaptığı bilinmeyen taşıyıcı duvar kaldırmalar, depolanmış yanıcı ve patlayıcı malzemeler gibi birçok risk tipi görünür hale geldi. Bunları yerel insanlar çok iyi biliyorlar ve uzmanlara yol gösteriyorlardı. Böylece çok sayıda insanın hayatı kurtarıldı.

Japon Acil Yardım Heyeti içinde yer alan uzmanlar bizim gibi gönüllüler ile gece yarılarına kadar çalışıyorlardı. Resmi görevliler kısa mesafe de olsa bir yere gitmek için makam arabalarını beklerken bu yaşlı ve gönüllü insanlar bizimle birlikte koşturuyorlardı. Resmi kuruluşların temsilcileri iyi maaş almalarına rağmen saat 16.00 civarında mesailerinin bittiğini söyleyip ayrılıyor ve niye geldiklerini bile bilmediklerini belli eden yüz ifadeleri ile hiçbir katkıda bulunmadan oturuyorlardı. Afet bölgesine merkezden gönderilen vali yardımcıları, kaymakamlar da hatırladığım kadarıyla Bolu’daki kaplıcalarda borsa, döviz kurlarını, v.s. izleyerek günlerini geçiriyorlardı. Çünkü emir vermeyi biliyorlardı ama yatay ilişkiler nasıl kurulur, gönüllülerin enerjisi nasıl harekete geçirilir, yerel halktan nasıl öğrenilir, bunları bilmiyorlardı.

Felaketleri engellediğini varsayan modernleşme biçiminden şüphe duymak

Ne tuhaf değil mi? Felaketler yaşayarak 9 şiddetindeki bir depremde bile can kaybı yaşamamayı öğrenmiş Japonya devletinin göndermiş olduğu gönüllü yardım heyetinin değil yalnızca, Hollanda, Almanya, İngiltere, Fransa gibi ülkelerden gelen uzmanların da çalışma şekli aşağı yukarı aynıydı.

Japon İmparatoru’nun baş danışmanının -son nefesini verene kadar- bilginin deneysel ve eylemsel, yani karşılıklı öğrenmeye dayanan bir şey olduğunu, hakikat olmadığını kavrayarak uğraştığını gördüm. Adeta kendisini yok edercesine…

Bu süreçte heyetin üyelerinin bambaşka bir ilişki biçimi kurduklarını gördük. Onlar için koşullarda bir değişiklik yaratmayı amaçlamak, uzmanların didaktik bir şekilde bildiklerini topluluklara aktarmaları değil, sorun sahiplerinin bildiklerini açığa çıkarmaya, öğrenmeye ve anlamaya çalışmaktı.

Bilme eylemi sembolik sınıfın kendi kamu yararı kavramını tanımlama biçimi halini alınca, ürettiği gerçeklik de sermayesizler için görünmez olabiliyor. Hatta eşitsizlik üretmek, imtiyaz sahibi, olmak (hatta şiddet uygulamak) için gerçekleştirilen bir eylemlilik biçimi olarak algılanabiliyor.

Bugün hala yetkili ağızlardan tek çözümün “kentsel dönüşüm” olduğunu duyuyoruz. Sabah akşam fay hatlarının yerlerini tartışıyoruz. Bu meselenin artık ciddiye alınmayacak, geçiştirilecek bir durumu kalmadı. Afeti hazırlayan en önemli neden zannedersem deneyim biriktirememek, hep hazırlıksız yakalanmak ve sürekli yeniden başlamak. Afetlere dirençli şehircilik deneyimleri yerle temas ederek, süreç odaklı olarak tasarlanıyor, çok yönlü, çok öncelikli ilişkilerle. Kamu-özel karışımı ilişkilerle katılaşan hakikatler bilimle topluluklar arasında mesafe koyuyor, bilgi iyileştirici etkisini kaybediyor.

İşte bu nedenle erke bağımlı, sekülerleşmemiş bilgi üretiminin toplulukları akılcılaştırma fırsatlarından mahrum bıraktığını, yapılan hatalarla karşıtlık içindeymiş gibi gözükürken bile onlara güç sağladığını düşünüyorum. Felaketleri engellediğini varsayan bu modernleşme biçiminin felaketleri olanaklı kıldığından şüphe duyuyorum.

- Advertisment -