Ana SayfaGÜNÜN YAZILARILozan hem Türk egemenliğini sınırladı hem Kürtleri Türklere zimmetledi, şimdi egemenliğin genişletilmesi...

Lozan hem Türk egemenliğini sınırladı hem Kürtleri Türklere zimmetledi, şimdi egemenliğin genişletilmesi isteniyor ve bu da Kürtler olmadan olmuyor

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İslamcılıktan ‘millîlik’e geçtiği (geçmek zorunda kaldığı) 2015’ten bu yana dilinden düşürmediği “Bizim bir Misâk-ı Millî meselemiz vardır” cümlesi gelir Lozan’a dayanır, ki zaten Lozan da doğrudan payını alır bu iddiadan. Lozan Kürtler için de bütün doğal haklarının Türkiye Cumhuriyeti devletinin insafına bırakıldığı bir antlaşmanın adıdır ve Kürtler on yıllar boyunca o insaftan zerrece nasiplenmemişlerdir. Yani Lozan Türk egemenliğini sınırladı, Kürtleri Türk egemenliğine zimmetledi, fakat şimdi egemenliğin genişletilmesi isteniyor ve bu da Kürtler olmadan olmuyor.

Kronolojik gideceksek Lozan eleştirisinin güncelleştirilmesinin, PKK’nın fesih bildirgesinden yıllar önce başlamak üzere -Misak-ı Millî söylemiyle- Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından yapıldığını hatırlamak gerekir.  

Erdoğan’ın “yerli ve millî”yi ilk kez telaffuz ettiği Eylül 2015’ten sonra başlayan İslamcılıktan ‘millîlik’e geçiş süreciyle start aldı bu telaffuz ve bugüne kadar geldi. (Bugün artık elle tutulur hale gelen bu süreci, daha başlangıcında, 2016’nın Ocak ayında kaleme aldığım Temel saflaşmanın ekseni değişiyor: Laiklik yerine ‘millî’lik başlıklı üç bölümlü dizi yazıda tespit etmiştim. Dileyen okurlar dönüp bu yazılarıma bakabilir.)   

Yazılarımı düzenli olarak okuyan okurlar, Erdoğan’ın Misâk-ı Millî telaffuzlarını ve Lozan eleştirilerini hiç sektirmeden takip edip aktardığımı ve bunlar üzerinden bazı analizler yaptığımı bilecektir. Onlar için tekrar olma pahasına bunları eski yazılarımdan yararlanarak bir daha özetleyeceğim.

“Kapanmayan parantezin kilidi: Misâk-ı Millî”

Kurtuluş Savaşı’nı yürüten kadronun savaştan önce belirlediği ve daha da gerisine çekilmenin kesinlikle kabul edilmeyeceğini ilan ettiği (fakat Lozan’da ısrar etmediği) sınır olan Misâk-ı Millî, Türkiye’nin güney sınırları bakımından kabaca Suriye’nin kuzeyiyle Musul ve Kerkük dahil Irak’ın kuzeyini kapsıyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, 2016 Ekim’inden bu yana, Türkiye’nin Misâk-ı Millî diye bir meselesinin olduğunu vurgulayan konuşmalar yapıyor. Konuyu ele alırken kurduğu cümleler bazen sadece tarihsel-kültürel bir ilgiyi imâ ediyor gibi görünüyor, bazen de tarihsel bir haksızlığın düzeltilmesi üzerinden düpedüz sınır tartışması açıyormuş izlenimi veriyor.

Bunlardan, gazete ve televizyon haberlerine konu olmadığı için yaygın olarak bilinmeyen biri var ki, Erdoğan’ın Misâk-ı Millî tartışmasını açarken basitçe bir tarihsel-kültürel ilgiye göndermede bulunmadığının nişanesi sayılmalı: Cumhurbaşkanı’nın, Hasan Celal Güzel yönetimindeki Yeni Türkiye dergisinin Misâk-ı Millî özel sayısına yazdığı önsözden söz ediyorum. Bir bölümünü aşağıda bulabileceğiniz önsözde Erdoğan Birinci Dünya Savaşı’nın “aslında hâlâ sona ermediğini” söylüyor, “Kapanmamış bir parantez”den söz ediyor ve bunun “kilidinin” de Misâk-ı Millî olduğunu savunuyor.

Öte yandan güneyde yeniden Misâk-ı Millî sınırlarına dönmenin, Türkiye’nin toplam siyasi-bürokratik aklının hiç akıldan çıkarmadığı bir hedef olduğunu da unutmamak lazım. (Erdoğan 10 Kasım 2017’de yaptığı konuşmada Afrin’e müdahale ile Misâk-ı Millî arasında doğrudan bir bağ da kurdu.)

Erdoğan’ın hem öyle hem böyle yorumlanabilecek konuşmalarından bir bölümünü dikkatinize sunuyorum:

Ekim 2016 (Rize’deki Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi’nin 2016-2017 Akademik Yılı’nı açarken yaptığı konuşmadan): Bizim fiziki sınırlarımız başkadır, gönül sınırlarımız bambaşkadır. Bunu birbirinden ayırmamız lazım. Fiziki sınırlara elbette saygı gösteririz ama gönlümüze sınır çizemeyiz. Çizilmesine de müsaade etmeyiz. Birileri bize, ‘Irak’la niye ilgileniyorsunuz, Suriye’yle niye ilgileniyorsunuz?’ diyorlar. (…) Tarih kitaplarımızda Misâk-ı Millî’yi okuyoruz değil mi? Misâk-ı Millî’de ne var? Eğer Misâk-ı Millî diye bir derdimiz varsa, kusura bakmayın, o zaman bu soruyu kendi içimizde birbirimize soramayız. Tam aksine burada ‘Üzerimize düşen görevler var’ demek zorundayız.

19 Ekim 2016 (Beştepe’deki muhtarlar toplantısında yaptığı konuşmadan): Misâk-ı Millî niye rahatsız ediyor. Misâk-ı Millî’yi gündeme getiren Gazi Mustafa Kemal. Neden rahatsız oluyorsunuz. Burada bir tarih yok mu? Burada bir milletin geçmişi yok mu? (…) Maalesef hem batı hem de güney sınırlarımızda Misâk-ı Millî hedeflerimizi koruyamadık. Dönemin şartları itibarıyla bu durumu mazur görenler, göstermeye çalışanlar olabilir. Bu yaklaşımı bir yere kadar mazur görmek mümkündür. Asıl vahimi, zorunluluklardan kaynaklanan bu durumu esas olarak kabul edip kendimizi tamamen bu kabuğun içine hapsetme anlayışıdır. Biz işte bu anlayışı reddediyoruz. Türkiye’yi 1923’ten beri böyle bir kısır döngüye hapsedenlerin amacı coğrafyamızdaki bin yıllık varlığımızı, Selçuklu ve Osmanlı geçmişimizi bize unutturmaktır.

Mart, 2017 (Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Yeni Türkiye dergisi için kaleme aldığı “Kapanmayan parantezin kilidi: Misak-ı Millî” başlıklı önsözden): Bugün Suriye’deki, Irak’taki, Mısır’daki, Libya’daki, Balkanlar’daki, Kafkaslar’daki hadiselerle niçin bu kadar yakından ilgilendiğimizi, ilgilenmemiz gerektiğini ancak geçmişe bakarak anlayabiliriz. Türkiye’nin oralarda ne işi olduğunu soranlara en güzel cevabı tarih verecektir. Gayet açıktır ki, Birinci Dünya Savaşı, aslında hâlâ sona ermiş değildir. Kanı kanla, zulmü zulümle örtmeye çalışanlara karşı biz kendi tarihimizden, kendi kültürümüzden aldığımız güçle çalışmaya, mücadele etmeye devam edeceğiz. Misâk-ı Millî’yi unutmamak bu mücadelenin ilk ve en önemli şartıdır.

10 Kasım 2017 (Beştepe’deki muhtarlar toplantısında yaptığı konuşmadan): Biz Kurtuluş Savaşımıza başlarken ilan ettiğimiz Misâk-ı Millîmize de sahip çıkamadık. Suriye ve Irak’taki gelişmelerde zaman zaman dillendiriyorum. Biz Misâk-ı Millîmize yeniden sahip çıkmak zorundayız diyorum. Eğer o hudutlar içinden ülkemize saldırılar oluyorsa buradan buyurun devam edin deme lüksümüz yoktur. Gereğini, gerektiği şekilde yapma zorunluluğumuz var. İdlib’de yapılmakta olan budur. Açıklıyorum; Afrin’de yapılmakta olan da budur.

Bunlar daha sonra defalarca yinelendi, ‘Güney’ için dile getirilen Misâk-ı Millî iddiaları ‘Batı’ için Yunanistan ve 12 Adalar üzerinden de yürütüldü. Bu fasılda Erdoğan’a Bahçeli de katıldı. Bunları da eski yazılarımda uzun uzun anlatmıştım, dileyen okurlar Google’a ilgili birkaç kelime yazarak bu yazılarıma ulaşabilir, burada onları aktarmayacağım.

2016’da başlayan Misâk-ı Millî kararlılığı çok büyük bir ihtimalle Erdoğan’ın 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden sonra devletle kurmak zorunda kaldığı ittifakın bir çıktısı olarak, yeni İttihatçı kadroların ısrarıyla hayatımıza girmişti. Yani belki ittifakın ‘kuruluş senedi’nin bir parçası da devlet içindeki ittihatçı güçlerin Misâk-ı Millî’yi kuvveden fiile çıkarmak talebiydi.

Suriye’de Aralık 2024’te meydana gelen gelişmeler Türkiye’nin topraklarını genişletmek talebiyle olmasa da manevi sınırlarını ve etki alanını Misâk-ı Millî sınırlarıyla uyumlulaştırma için muazzam bir fırsat sundu.

Türkiye Cumhuriyeti devletinin Devlet Bahçeli’nin aracılığıyla başlattığı Kürtlerle barış süreci devletin yalnız tehlikelerle değil fırsatlarla da dolu olduğunu değerlendirdiği bölgesel gelişmelerle doğrudan bağlantılıydı.

Ne var ki bu fırsatları kuvveden fiile çıkarmak ancak Kürtlerle barıştan geçiyordu ve tam bu noktada Kürtlerin Lozan’a ve ardından ilan edilen 1924 Anayasası’na itirazları devletin ‘fırsat’ algısıyla buluşuyordu.

Lozan’da Rum, Yahudi, Ermeni gibi Hıristiyan azınlıklara kendi kültürlerini geliştirme hakkı verilmiş, Kürtler Müslüman oldukları için azınlık sayılmayıp bu haklardan mahrum bırakılmıştı. Yani Altan Tan’ın sık sık tekrarladığı veciz ifadeyle Lozan’da Kürtler azınlık haklarından da Türklerin sahip olduğu çoğunluk haklarından da yararlanamamıştı.

Parantez: Niyeti olan bir devlet hiç değilse Lozan’da “Türkçe’den başka bir dil konuşan Türk uyrukları”na tanınan hakları uygulardı

Kürtler Lozan’da azınlıklar arasında sayılmamıştı ama niyeti olan bir devlet antlaşmanın 39. Maddenin iki fıkrasını uygulayabilir ve Kürtlere hiç değilse kültürel gelişmelerini sürdürme fırsatı verebilirdi. Lozan Antlaşması’nın 39. Maddesinin son iki paragrafı şöyle:

“Herhangi bir Türk uyruğunun, gerek özel, gerekse ticaret ilişkilerinde, din, basın ya da her çeşit yayın konularıyla açık toplantılarında, dilediği bir dili kullanmasına karşı hiçbir kısıtlama konulmayacaktır.

“Devletin resmi dili bulunmasına rağmen, Türkçe’den başka bir dil konuşan Türk uyruklarına, mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri bakımından uygun düşen kolaylıklar sağlanacaktır.”

Ne var ki bu madde 2000’li yılların başına kadar uygulanmadı. Çünkü devlet “Türkçe’den başka bir dil konuşan” bu “Türk uyruğu”nu zaman içinde asimile etmek, Türkleştirmek amacındaydı, fakat Lozan’da kayda geçirilen dil ve kültüre dair maddelerle bu mümkün olamazdı. Nitekim Lozan’dan sonra yazılan 1924 Anayasası 1921 Anayasasının tersine çoğulcu bir tasavvurdan uzaklaştı ve Kürtler de bu karardan nasiplendi.

PKK’nın fesih bildirgesinde dile getirilen Lozan ve 1924 Anayasası eleştirisine gelince… Bu eleştirinin Cumhuriyet öncesine dönmeyi, hatta bölünmeyi imâ ettiği yolundaki ifadeler ancak fars olarak okunabilir. Kullanılan ifade gayet açık, Lozan’ı ve 1924 Anayasasını PKK’nın neden kurulduğunu anlatmak için hatırlatıyorlar. Bu, Lozan’ın adını hiç anmadan da yapılabilirdi, fakat öyle yapmadılar diye buradan yukarıdaki sonuçların çıkartılması ancak barış ihtimalinin bazı bünyelerde yol açtığı rahatsızlıkla izah edilebilir.

Bugüne gelirsek…

Bugün, yaygın olarak dile getirilen “PKK Türkiye’de eylem yapamaz hale geldi, o halde neden Öcalan ve PKK ile konuşuluyor” itirazı, devletin yeni bölgesel ve uluslararası konjonktürden peydahladığı büyük fırsatlar dikkate alınmadığı için pek naif kalıyor.

Meselenin Lozan’la bağlantısını kurarak bitiriyorum: Lozan Türk egemenliğini sınırladı, Kürtleri Türk egemenliğine bıraktı, fakat bugün egemenliğin genişletilmesi isteniyor ve bu da Kürtler olmadan olmuyor. Devletin “Türkiye’de kımıldayamaz hale gelen” bir silahlı güçle konuşması ancak bu perspektiften bakınca anlaşılabilir.  

- Advertisment -