Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIUnutmak, hatırlamak, anlatmak ( II ) : Estetik bir rejim olarak unutma

Unutmak, hatırlamak, anlatmak ( II ) : Estetik bir rejim olarak unutma

Bu yüzden hatırlamak, burada da tam anlamıyla masum değildir. Estetik seçim, bir yüzleşme imkânı sunduğu kadar, yüzleşemeyeceğimiz alanlar da yaratır. Bir roman bize geçmişi hatırlatabilir; ama aynı zamanda başka bir geçmişin üzerini örtebilir. Bir film gözlerimizi bir sahneye sabitleyebilir, ama başka bir şeyi asla göremeyecek hale de getirebilir. O yüzden estetik, yalnızca bir taşıyıcı değil — aynı zamanda bir unutuş mimarisidir. Ve belki de bu yüzden, anlatının içindeki suskunluklar en çok dikkatimizi çekmeli.

Giriş Niyetine : Yaraya Benzeyen Bir Şekil Olarak Anlatı


Geçtiğimiz yazıda, belleği etik bir rejim olarak düşünmeye gayret gösterdik. Yani geçmişle kurulan ilişkinin bir doğruluk sorunu değil, bir sorumluluk biçimi olduğunu kabul ederek anlatı çatımızı kurmaya çalıştık. Şimdi başka bir soru önümüzde cevaplanmayı bekliyor: Bu sorumluluk kendini nasıl dışa vurur? Hafıza nasıl anlatıya dönüşür? Ve daha önemlisi: Anlatı, hatırlananı, hatırlayanı nasıl dönüştürür? Çünkü bazen bir anı, ancak estetik bir biçime kavuştuğunda hatırlanabilir hale gelir. Bazense, biçimin kendisi anıyı bastırır; ona bir şekil verirken aslında onu ehlileştirir, yumuşatır ya da siler. O yüzden estetik mesele, yalnızca sanatla değil, unutma ve hatırlamanın şekliyle ilgilidir.

Walter Benjamin, “Anlatıcı” başlıklı metninde şöyle der:

“Bilgi, açıklama ya da psikolojik çözümleme değil; anlatının özü, paylaşılan bir yaşantının izidir.” (Walter Benjamin, Der Erzähler)

Benjamin burada anlatıyı bir aktarım değil, bir yoğunlaşma ve yoğrulma biçimi olarak düşünür. O nedenle anlatı, zamana yayılmış bir hatırlamanın ritmiyle çalışır. Ama her anlatı, aynı zamanda bir seçimdir; neyin nasıl hatırlanacağına dair kararlar içerir. İşte bu noktada estetik devreye girer — yalnızca imgeler, sözcükler, sesler değil; seçimler, boşluklar ve suskunluklar da anlatının biçimini belirler.

Susan Sontag, Başkalarının Acısına Bakmak kitabında savaş fotoğraflarını incelerken şunu söyler:

“Her görüntü, bir çerçeveye muhtaçtır. Ve her çerçeve, bir sınırdır; dışarıda kalan, anlatılmayan şeydir.”(Susan Sontag, Başkalarının Acısına Bakmak)

Anlatı da böyledir. Görünen kadar görünmeyeni de şekillendirir. Bu nedenle estetik, sadece bir biçim sorunu değil, bir suskunluk politikasıdır. Ne gösterilir, ne anlatılır, ne dışarıda bırakılır?

Maurice Blanchot’nun dediği gibi:

“Anlatmak, belki de sessizliği başkasına aktarmaktır.” (Maurice Blanchot, Felaket Yazısı)

Benzer bir ruh, Byung-Chul Han, Şeffaflık Toplumu‘nda şunu söyler:

“Güzellik, örtük olanın oyunudur. Hatırlamak da güzeldir çünkü her şey açık değildir.” (Byung-Chul Han, Şeffaflık Toplumu)

O zaman şu soruları yanımıza alıp devam etmemizde hiçbir beis yok: Anlatmak, gerçekten hatırlamak mıdır? Yoksa hatırlamak, yalnızca bir anlatı kurma biçimi midir? Eğer bir yara anlatıldığında iyileşiyorsa, acaba hangi anlatılar bizi iyileştiriyor; hangileri ise yaranın yerini dahi unutturuyor?

Anlatı ve Estetik Hafıza

Anlatmak ne zaman hatırlamanın doğal bir uzantısı olmaktan çıkar, kendine ait bir yapı, bir dünya, bir biçim haline gelir? Belki de asıl mesele şudur: Hatırladığımızı mı anlatırız, yoksa anlatabildiklerimizi mi hatırlarız?

Walter Benjamin, “Anlatıcı” (Der Erzähler) adlı metninde, anlatının özünün bilgi vermek olmadığını söyler. Anlatı, ona göre yaşamla zaman arasında açılmış bir yarıktır. “Anlatılan her hikâye,” der Benjamin, “hikâyecinin kendi hayatından süzülüp gelen bir tortudur.” Bu tortu, hafızanın doğrusal ilerleyişine direnen bir şeydir — dümdüz bir çizgi değil, kıvrımlı bir şekildir. Hatırlamanın her denemesi, kendi biçimini yaratır.

Benjamin’in anlatıya yüklediği bu estetik, aslında zamana karşı koyma biçimidir. Hafıza düz bir yol değildir; bir yankı odasıdır. Bazı sesler kaybolur, bazıları başka seslerle karışır, bazıları da zamanla daha da derinleşir. Anlatı işte bu yankıyı biçimlendirir. Yani anlatmak, sadece geçmişe dönmek değil, geçmişin şimdiyle kurduğu karmaşık ilişkiyi şekillendirmektir.

Bu yüzden her anlatı aynı zamanda bir unutma biçimidir. Anlatı, hatırlananı çerçevelediği kadar, dışarıda kalanları da belirler. Hikâyeye dönüşen her hafıza, aynı anda sayısız başka şeyi sessizleştirir. Susan Sontag’ın söylediği gibi: “Her çerçeve, bir sınırdır. Ve her sınır, bir dışlama içerir.” Biz bir şeyi anlatmaya başladığımızda, başka bir şeyi — belki daha da acı olanı — anlatamaz hale geliriz. Ya da anlatılanın biçimi, onun tanınmasını olanaksızlaştırır.

Örneğin bir ağıt düşünelim. Ağıt, sadece kaybı anlatmaz; kaybın ritmini kurar. Bu ritim bir topluluğun belleğine yerleştiğinde, o acı kolektif bir forma dönüşür. Ama bu aynı zamanda bir estetizasyondur. Acının belirli bir form içinde dile gelmesi, hem onun taşınabilirliğini sağlar, hem de onu bir yerde “ehlileştirir.” O yüzden anlatı, hem hafızanın taşıyıcısıdır, hem de onu yumuşatan, kimi zaman da bastıran bir araçtır.

Benjamin’in “şimdi zamanı” (Jetztzeit) kavramını yeniden düşünelim. Ona göre geçmişin imgeleri, sadece bir zaman sırasına göre değil, şimdinin içinden yankılanarak yeniden canlanır. Anlatı da bu yankıyı taşır. Ama bu yankı, dümdüz değil; yoğunlaşmış bir zamansallık biçimindedir. Yani bir anı, bazen sadece bir cümlede; bir bakışta, bir suskunlukta yaşar.

Bu noktada estetik devreye girer: anlatının ritmi, biçimi, boşlukları, tekrarları — yani anlatının kendine ait dili — hafızanın şekillenme biçimidir. Biz sadece ne anlatıldığını değil, nasıl anlatıldığını da hatırlarız. Anı, biçimiyle birlikte geri gelir. Ve bazen sadece biçimiyle…

Şu soruyu kendime sıkça soruyorum: Hafızamda kalanlar, gerçekten yaşadıklarım mı, yoksa bir zamanlar başkasının bana anlattığı, belki de bir filmde izlediğim şeylerin yankısı mı? Hatırladıklarım mı bana kim olduğumu söylüyor, yoksa onları nasıl anlattığım mı?

Estetik hafıza dediğimiz şey, tam da burada devreye giriyor. Anlatı, bir hatırayı yalnızca muhafaza etmez, onu yeni bir zemine taşır, orada yeniden kurar. Tıpkı Benjamin’in “anımsamanın evi” olarak tanımladığı anlatı gibi. Ama bu evin duvarları da vardır. İçeriye kimin gireceğine, hangi seslerin yankılanacağına, hangi anının taşınacağına o karar verir. Ve biz o evde otururken, bazen hangi anının bizim, hangisinin başkasının olduğunu unutacak kadar iç içe geçeriz. Çünkü anlatmak, yalnızca hatırlamak değil; yeni bir hafıza kurmaktır.

Sanatın Unutma ve Hatırlama Süreçlerindeki Rolü

Anlatmak, yalnızca kelimelerle yapılan bir eylem değil. Bazen bir yüz, bir ağıt, bir sinema sekansı ya da bir duvara çizilmiş suskun bir figür daha çok şey anlatır. Sanat, işte tam da bu noktada, hafızanın biçimlenme aracı haline gelir. Ama bu araç yalnızca bir taşıyıcı değildir — sanat aynı zamanda seçençerçeveleyen ve kimi zaman silikleştiren bir işleve de sahiptir.  

Her anlatı gibi her estetik biçim de bir unutma pratiğiyle yan yanadır. Anlatırken dışarıda bırakmak, görseli kurarken kadrajın dışını unutturmak, sesi yükseltirken başka bir sesi bastırmak — bunların hepsi sanatın estetik etiketiyle gizlenmiş güçlü tercihlerdir. Ama bu tercihler çoğu zaman kaderin diliyle karışır. Hangi anlatının merkeze alınacağına çoğu zaman halk değil, tarih adına konuşanlar karar verir.

Peki ya suskunların sanatı? Kimin sesi yüksekte kalırsa anlatı onun olur mu? Ya da şöyle sorayım: Bir ağıt, hem acının sesiyken hem de onun unutulmasını kolaylaştıran bir form haline gelebilir mi?

Kürt coğrafyasında ağıtların estetikleştirilmiş hatırlama biçimlerini düşünelim. Ağıt yalnızca öleni değil, susturulanı da geri çağırır. O çağırışın içinde bazen bir isyan, bazen bir razı oluş, bazen de çıplak bir bekleyiş vardır. Ama bu ritim tekrarlandıkça, kolektif hafıza onun içinde kendine bir yuva yapar. Böylece acı, taşınabilir hale gelir. Ama şu şerhi düşelim: Bu taşınabilirlik, aynı zamanda bir ehlileştirme riskini de beraberinde getirir. Zira her tekrar bir yeniden biçimlendirme, her ses yükselişi bir bastırma ihtimali taşır. Hafıza, anlatıldıkça hem derinleşir hem de değişir.

Türkiye sinemasında da hafızanın estetik biçimi üzerine düşündüğümde Emin Alper’in Tepenin Ardı filmi aklıma düşer. Film, seyircisini toplumsal paranoyanın içine çekerken, hatırlanamayanın izini sürer. Ya da Kazım Öz’ün Bahoz filminde, sessizlikler arasına yerleştirilmiş bir Kürt öğrenci hareketi anlatısı, hem bir kuşağın unutturulan hikâyesine hem de kendini anlatamadan kaybolanların hikâyesine dönüşür. Bir de İki Dil Bir Bavul filmi gelir aklıma. Ama aynı zamanda şu soruyu da beraberinde getirir: Anlatıldıkça eksilen bir şey var mı? Çünkü her çerçeve bir kesittir ve kesit, hem göstermenin hem de gizlemenin estetik şeklidir.

Roman da bu estetik hafızanın bir başka taşıyıcısıdır. Mehmed Uzun’un Kürtçe romanları, yalnızca bir dilin değil, bir belleğin yeniden inşasıdır. Ama bu yeniden inşa, geçmişin olduğu gibi aktarılması değildir. Edebiyat, her zaman belleği şekillendirir; suskunluğu dile, dili ise ritme dönüştürür. Yazar, yalnızca yazmaz — ne yazacağını seçerken neyi dışarıda bıraktığını da tayin eder.

Bu yüzden hatırlamak, burada da tam anlamıyla masum değildir. Estetik seçim, bir yüzleşme imkânı sunduğu kadar, yüzleşemeyeceğimiz alanlar da yaratır. Bir roman bize geçmişi hatırlatabilir; ama aynı zamanda başka bir geçmişin üzerini örtebilir. Bir film gözlerimizi bir sahneye sabitleyebilir, ama başka bir şeyi asla göremeyecek hale de getirebilir. O yüzden estetik, yalnızca bir taşıyıcı değil — aynı zamanda bir unutuş mimarisidir. Ve belki de bu yüzden, anlatının içindeki suskunluklar en çok dikkatimizi çekmeli.

Estetik Rejim ve Toplumsal Yüzleşme

Toplumlar yalnızca anılarla değil, unutmalarla da kurulur. Hafızanın neyin etrafında şekilleneceğine karar veren şey çoğu zaman tarih değil, gösterilene ve gösterilmeyene karar veren estetik rejimdir. Yani yalnızca kim konuşuyor değil; nasıl konuşuyor, ne zaman susuyor, hangi biçimi seçiyor — bütün bunlar anlatının toplumsal gücünü belirler. Jacques Rancière’in meşhur ayrımıyla söylersek, estetik yalnızca güzelliğin değil, duyumsanabilir olanın sınırlarını belirler. Ne görünür? Ne duyulur? Kim konuşabilir? İşte bu sınırlar, sadece sanatı değil, toplumsal hafızanın haritasını da çizer.

O yüzden anlatı yalnızca bir bireysel ifade değil, aynı zamanda bir kamusal yüzleşme imkânıdır. Ama bu imkân, her zaman açık ve eşit şekilde dağıtılmaz. Bazı anlatılar merkeze alınırken, bazıları marjinalize edilir. Bazı acılar temsil edilirken, bazıları anlatılamaz bile.

Türkiye’deki hafıza rejiminde bu çarpıcı şekilde hissedilir. Diyelim ki bir film, Kürt bir annenin kayıp çocuğunu arayışını anlatıyor. Bu temsilde hem yüzleşmeye dair bir jest vardır — hem de aynı anda bir çerçeve, bir yumuşatma, bir “anlatılabilir kılma” operasyonu. Sanat burada hem açıcı hem sınırlayıcıdır. Anlatının biçimi, o acıyı duyulabilir kıldığı kadar, taşınabilir ve sindirilebilir hale de getirir. Peki biz ne zaman gerçekten yüzleşmiş sayılırız?

Yüzleşme, yalnızca tanıklıkla değil; tanıklığın rahatsızlığını taşıma cesaretiyle mümkündür. Estetik biçim çoğu zaman bu rahatsızlığı estetikleştirir, çerçeve içine alır, sınırlandırır. Ama belki de bazı imgeler, bazı anlatılar bu çerçeveye sığmaz. Tam da bu yüzden güçlüdürler.

Mesela Cizre’de bodrumlarda ölen gençlerin fotoğrafları, bir sanat nesnesi değildir. Onlar, temsilin sınırında dolaşan imgeler olarak, sadece bir “görsel bilgi” değil, göze batacak kadar çıplak bir hakikat taşırlar. Bu imgeleri estetize etmek değil; onların gösterilmeyen yanına, duyulmamış sesine kulak vermek gerekir. Estetik rejimin dışına taşan, formu taşıran, anlatının sessizliğini delen yer burasıdır.

Sanat, bu yüzden yalnızca geçmişin aynası değil; geleceğin taşıyıcısıdır. Çünkü nasıl hatırladığımız, nasıl anlatıldığına bağlıdır. Anlatı değiştiğinde, hatırlama biçimi değişir; hatırlama değiştiğinde, sorumluluk duygusu da dönüşür. Estetik biçimler, toplumsal yüzleşmenin yalnızca “aracı” değil, koşuludur.

Bu, sanatçıya bir ayrıcalık değil; bir sorumluluk yükler. Temsil ettiği şeyin sınırlarını, taşıdığı hafızanın çarpıklıklarını, söylem içinde şekillenen suskunluklarını sorgulama sorumluluğu…

Çünkü biz bazen, unutmak istemeyiz ama unutmaya maruz kalırız. Bazen bir anlatının içindeyken, başka bir anlatının dışına atılırız. Bazen bir acı çok güzel bir şekilde anlatılır — ve tam da bu yüzden, unutulur.

Estetiğin Hatırlatmadığı Hafıza

Bir anlatının bizi neye çağırdığı kadar, neyi unutturduğunu da sormalıyız. Her estetik biçim, bir davettir: Hatırla, ama şunu hatırla. Gör, ama buraya bak. Duy, ama sadece bu sesi. O yüzden estetik rejim, yalnızca bir beğeni meselesi değil; bir hakikat sorunudur.

Şunu da unutmamak iktiza eder: Estetik, bir yumuşatma biçimi de olabilir. Yani hatırlamak, bazen güzel bir biçimde unutmaya dönüşebilir. Tam da bu yüzden, anlatılarımızı, imgelerimizi, ritimlerimizi bir daha düşünmeliyiz. Çünkü bazen hatırladığımız şeyler, başkalarının unuttuğudur.

Tam burada hafızanın kimler tarafından yönetildiği, nasıl yönlendirildiği, bastırıldığı ya da direnişin nasıl bir belleğe yaslandığı meseleleri gündeme geliyor. Zira Hatırlamak sadece bir içsel süreç değil; bir iktidar mücadelesidir. Ve bu mücadeleye, birlikte bakmak, aynı derde hemhal olmak demektir..

Alıntılar ve Kaynaklar

  1. Walter BenjaminAnlatıcıPasajlar içinde, çev. Ahmet Cemal, YKY.
  2. Susan SontagBaşkalarının Acısına Bakmak, çev. F. Üçer, Agora Kitaplığı.
  3. Maurice BlanchotFelaket Yazını, çev. A. Sönmezay, Monokl Yayınları.
  4. Byung-Chul HanŞeffaflık Toplumu, çev. B. Arıkan, Metis Yayınları.
  5. Jacques RancièreEstetik ve Politika, çev. Işık Ergüden, Metis Yayınları.
- Advertisment -