Bir toplumu bir arada tutan şey yalnızca anayasa değildir. Ortak geçmiş, ortak hayal ve çoğu zaman ortak acılar, kâğıda yazılmış maddelerden daha kalıcı olabilir. Fakat bazı kelimeler vardır ki, öyle zamanlarda devreye girer ki; kelime olmaktan çıkar, kader olur. “Ümmet” kelimesi, işte tam da bu noktada karşımıza çıkar.
Ümmet Ne Zaman Ortaya Çıktı? Ne Zaman Kırıldı?
Sözlükteki kökeni “yönelmek, kastetmek; öne geçmek, imam olmak” olan ümmet; Kur’an’da kimi zaman bir topluluk, kimi zaman bir zaman dilimi, kimi zaman da bir kişi (Hz. İbrahim) için kullanılır. Râgıb el-İsfahânî’ye göre ümmet, aynı inanca, mekâna ya da zamana sahip insanlardan oluşan bir bütündür. Bu yönüyle ümmet hem metafizik bir bağ hem de toplumsal bir formdur.
İslam tarihine bakıldığında ümmetin tek ses, tek yürek bir yapı olduğu fikri, romantik bir yanılsamadan öteye geçemez. Hicretten sonra Medine vesikasında Yahudi kabileleri de ümmetin bir parçası olarak zikredilmiştir. Bu, ümmetin yalnızca dini değil, siyasi ve toplumsal bir uzlaşıyı da temsil ettiğini gösterir. Ancak Hz. Peygamber’in vefatının ardından başlayan Ridde vakaları, ardından gelen Cemel ve Sıffîn vakaları, ümmetin içinden çatladığını gösterdi.
O günden itibaren ümmet hem bir birlik hem de bir ayrışma başlığı oldu. Emevî hanedanıyla birlikte ümmet, bir fikrin adı olmaktan çok, bir aile iktidarının nesnesine dönüştü.
İslam tarihi, ümmet fikrinin içini en çok doldurduğu anlarla değil, en fazla aşındığı anlarla örülüdür. Ve her dönemde, daralan bir kimliğe indirgenme riskiyle karşı karşıya kaldı.
Ümmet: Bir İde mi, Reel Bir Birlik mi?
Bugün ümmet deyince kastedilen şey genellikle ümmet-i icâbettir, yani Hz. Muhammed’e iman edenler. Fakat daha kapsayıcı bir anlayış olan ümmet-i davete göre ise İslam mesajına ulaşmış herkes ümmettir. Aradaki fark teoriktir ama siyasette tam da bu teorik fark üzerinden bir duygusal genişleme sağlanmak istenir. Bu nedenle ümmet çağrısı, İslam’ın evrensel mesajı kadar, siyasetin yerli hesaplarına da açıktır. Herkesin ümmet olma niyetinden değil, herkesin ümmeti kendi niyetine yontmasından şüphe edilmelidir.
Osmanlı’da Ümmet: Millet Sistemi
Osmanlı, ümmet kavramını “millet sistemi” adıyla kurumsallaştırdı. Her dinî grup kendi liderliğinde, kendi hukukuna göre yaşadı. Bu yapı bir yandan çoğulculuk sağlarken diğer yandan ümmeti dinî kimliklere ayırarak yönetti. Buradaki ümmet fikri, kardeşlikten çok yönetsel düzen içindi. Kapsayıcıydı ama bütünleştirici değildi. Herkesin yeri belliydi ama herkes bir arada değildi.
II. Abdülhamid döneminde ümmet kavramı bu kez ideolojik bir kart olarak ortaya sürüldü. Hilafet söylemi üzerinden İslam coğrafyasını bir arada tutmak amaçlandı. Fakat bu çağrı, Balkanlardan Arap Yarımadası’na kadar geniş coğrafyada gerçek bir karşılık bulamadı. “Ümmet” bu kez de zor zamanların kelimesi oldu. İmparatorluğun çöküşüyle birlikte, yerini yeni bir kurucu söylem aldı: millet.
Cumhuriyet: Ümmetten Millete, Tebaadan Yurttaşlığa
Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti, ümmet fikrini terk ederek ulus kavramını merkeze aldı. Zira çok uluslu bir imparatorluğun çözülüşü, ortak bir ziyade, yeni bir ulusal kimlik inşasını zorunlu kılmıştı. Bu yönelim,ya lnızca iç dinamiklerin değil, dönemin küresel eğilimlerinin de bir
yansımasıydı. 20. yüzyılın başında, dünyanın dört bir yanında imparatorlukların çözülmesiyle birlikte ulus-devletler yükselişe geçmişti.
Zeitgeist yani zamanın ruhu artık modernleşme, laiklik ve ulusal egemenlik kavramları etrafında şekilleniyordu.
Mustafa Kemal Atatürk, halkın artık ümmet ve tebaa değil, milletin eşit yurttaşları olduğunu vurguluyordu. Bu anlayışa göre birey artık bir hanedanın tebaası değil, halk egemenliğine dayanan bir devletin özgür öznesiydi. Erken Cumhuriyet’in resmi söyleminde ümmet, bir gerilik emaresi, terk bir geçmişti. “Ümmetten millete geçiş” sadece bir sosyolojik dönüşüm değil, aynı zamanda bir zihinsel ve siyasal kopuştu.
Cumhuriyet ideolojisi bu kavramla arasına net bir mesafe koydu. Ahmet Necdet Sezer gibi sonraki kuşak cumhurbaşkanları bile bu mesafeyi korumaya devam etti. Cumhuriyet, laiklik sayesinde ulusal birliği inşa ettiğini savunurken; ümmeti, imparatorluk kalıntısı bir kimlik olarak tanımladı.
İlginçtir: “Millet” kavramı da zamanla anlam değiştirdi. Osmanlı’da dinî bir aidiyet olan millet, Cumhuriyet’te seküler ulusal kimliğe büründü. Kavramın dönüşümü, ümmetten millete geçişin göstergesi gibiydi.
Yeniden Hatırlanan Bir Kelime: Ümmet
Ancak ümmet, zihinlerden hiçbir zaman tam anlamıyla silinmedi. 1980 sonrası İslamcılığın yükselmesiyle birlikte, bu kavram yeniden kamuoyuna girmeye başladı. Özellikle AK Parti döneminde ümmet vurgusu devletin en üst düzey söylemlerinde yer buldu.
Cumhurbaşkanlığı arşivine göre, Recep Tayyip Erdoğan’ın konuşmalarında ümmet kelimesi yüzü aşkın kez geçerken; önceki cumhurbaşkanları bunu ya hiç kullanmamış ya da eleştirel bağlamlarda zikretmişler. Bu fark, devlet söyleminin seküler-ulusal çizgiden, dini-küresel bir düzleme doğru evrildiğini gösteriyor. Bu kez daha romantik, daha ideolojik ve daha çok “zamanın dar geçitlerinde hatırlanan bir çağrı” gibi öne çıktı…
Birleştirici Güç mü, İşlevsel Araç mı?
Bugün ümmet kavramının siyasal söylemin merkezine yaklaşması, şu temel soruyu gündeme getiriyor: Gerçekten toplumu birleştirici bir potansiyele mi sahip, yoksa belirli dönemlerde kullanılan işlevsel bir araç mı? Tarihsel tecrübeler ve güncel örnekler, bu iki ihtimali aynı anda düşündürüyor. Millî Mücadele döneminde Anadolu’daki farklı Müslüman topluluklar başta Türkler ve Kürtler olmak üzere, Araplar, Çerkesler, Boşnaklar, Gürcüler ve daha niceleri din kardeşliği ekseninde yan yana gelebilmişti. Ümmet kimliği, o dönemde etnik farklılıkların önüne geçen bir birlik zemini sunmuş; bu zemin, mücadeleye hem meşruiyet hem de moral bir dayanak kazandırmıştı. Bugün de benzer şekilde, özellikle Kürt meselesi bağlamında, ümmet söylemi zaman zaman birleştirici bir referans olarak gündeme getiriliyor.
Dış politikada ise ümmet kavramı hem idealist hem pragmatik bir işleve sahip. Türkiye’nin Gazze, Arakan, Suriye gibi kriz bölgelerine yönelik duyarlılığı çoğu zaman ümmet dayanışması söylemiyle gerekçelendiriliyor. “Ümmetin sesi” ya da “ümmetin liderliği” gibi metaforlar hem kamuoyunun vicdanına hitap ediyor hem de devletin diplomatik adımlarına moral bir çerçeve sunuyor.
Ancak bu söylem, aynı zamanda esnek ve stratejik bir dile de dönüşebiliyor. Tam da bu noktada, kavramın sınavı başlıyor. Mezhep farklılıkları, siyasi rekabetler ve çıkar çatışmaları, ümmetin fiilen bölünmüşlüğünü gözler önüne seriyor. İran-Suudi Arabistan gerilimi gibi örnekler, ümmetin evrensel ve bütünleştirici iddiasını zorlayan gerçeklikleri ifşa ediyor. Zihinlerde canlanan yekpare bir İslam toplumu tahayyülü, sahada karşılığını bulamıyor. Fiili manzara, çıkarları çatışan ve zaman zaman birbiriyle doğrudan karşı karşıya
gelen devletlerin oluşturduğu dağınık bir tabloyu yansıtıyor. Türkiye’nin dönemsel olarak bu bloklardan biriyle yakınlaşıp diğerinden uzaklaşması da ümmet söyleminin reel politikada yön değiştirebilir bir araç haline geldiğini gösteriyor.
Burada asıl husus şu: Eğer ümmet vurgusu yalnızca kriz anlarında hatırlanıyor, sonra hızla rafa kaldırılıyorsa; ya da iç politikada konjonktürel
milliyetçilikle dönüşümlü olarak kullanılıyorsa, bu durum toplumda samimiyet sorgulamasına yol açar. Güçlü bir kavram, ilkesel bir çağrı
olmaktan çıkıp geçici bir siyasi karta dönüşür. Söylemin gerçekten birleştirici güç olup olamayacağı ise, onun ahlaki tutarlılığına ve sahadaki eylemlerle örtüşmesine bağlıdır.
Nitekim geçmişte sert milliyetçi bir dil kullanan siyasi aktörlerin, şartlar değişince ümmet kardeşliği söylemine yönelmesi; bu söylemin samimiyeti konusunda soru işaretleri doğurabiliyor. Eğer ümmet çağrısı yalnızca retorik düzeyde kalır ve gerçek toplumsal sorunlara çözüm üretmezse, bir süre sonra kitle nezdinde güven erozyonuna uğrayabilir.
Kapsayıcılık Sınavı
Ümmet söyleminin bir diğer önemli sınavı, bu söylemin kimi kapsayıp kimi dışarda bıraktığıyla ilgilidir. Tanımı gereği ümmet Müslümanları kuşatıyorsa; “Türkiye’deki gayrimüslimler, ateistler, Aleviler gibi farklı inanç ve kimlik grupları bu çerçevenin neresinde yer alacaktır?”, Ümmetin sınırlarını kim belirliyor?” ve “Ümmetin dışında kalanlara ne olacak?” gibi sorular burada anlam kazanır. Zira devletin bütün yurttaşlarına eşit mesafede durma iddiası, ümmet eksenli bir söylemle her zaman kolayca örtüşmeyebilir. Sadece dini aidiyet üzerinden
bir birlik mesajı vermek, bazı vatandaşlarda dışlanmışlık hissi yaratabilir. Bu nedenle ümmet vurgusunun, diğer kimlikleri yok saymadan, toplumuntam amını kapsayıcı bir dil kurması gerekir. Aksi halde ümmet söylemi, sorunları çözmek yerine erteleyen ya da üzerini örten bir kolaycılığa dönüşebilir.
Sonuç Yerine: Kavramlar Yetmez, Duruş Gerekir
Ümmet kavramı, İslam tarihinin en yüce ideallerinden biri olarak bugün de sıcaklığını koruyor. Fakat bir kavram tek başına mucize yaratmaz. Osmanlı’nın son döneminde ümmet söylemi imparatorluğu kurtarmaya yetmedi. Bugün de tek başına bu karta oynamak, tüm sorunları çözmez. Samimiyet ve eylem buradaki asıl sınavdır. Eğer ümmet fikri gerçekten içten bir çağrıysa; bunun göstergesi kapsayıcı bir dil, eşit haklar, adaletli temsil ve toplumsal barışı önceleyen politikalar olacaktır. Aksi takdirde, bu kavram sadece geçmişe dönük bir nostalji ya da bugünün krizlerini erteleyen bir “kelime tesellisi” olmaktan ileri gidemez.
Ümmet ve millet… Türkiye’nin zihinsel serüveninde bu iki kavram, birbirini dışlayan değil, birbirini tamamlayan başlıklar olarak ele alınabilir. İyi bir yönetim, milleti ayakta tutarken ümmet ruhunu diri tutabilir. Adaletli bir sistem hem devleti hem toplumu ortak paydada buluşturabilir.
Ve belki de asıl mesele şudur: Kimi zaman bir kelime, geçmişin yükünü ve geleceğin vaadini aynı anda taşır ama onu dönüştüren şey, kaç kez söylendiği değil; kaç kez hakkıyla yaşandığıdır.