Önceki yazıda Türkiye’de siyasi saflaşmanın önce sağ-sol (1960’ların ikinci yarısı ve 1970’ler), sonra laik-dindar (1990’lar ve 2000’lerin ilk 15 yılı) ekseni üzerinden kurulduğunu, 2015’ten itibaren doğrudan iktidarın söylem gücüyle yeni bir saflaşmanın (millî-gayri millî) oluşturulduğunu, 2024-2025’ten itibaren ise 10 yıldır yürürlükte olan ‘millîlik’ çerçevesinin yetmediğinin anlaşılmasıyla, içine Kürtleri de alan yeni bir ‘millîlik’ çerçevesinin çizilmeye çalışıldığını yazmıştım. (Aradaki 1980’leri de 12 Eylül’ü izleyen ve belirgin bir saflaşmanın öne çıkmadığı yıllar olarak zikretmiştim.)
O yazıda 1960’lardan 2015’e kadar siyasi saflaşmayı domine eden eksenleri özetlemiş, okumakta olduğunuz bu yazının konusunu da a) Laiklik (sekülerlik)-dindarlık eksenli saflaşmadan ‘millîlik’ eksenli saflaşmaya geçiş (2015-2016), b) ‘Millîlik’ eksenli saflaşmadan ‘yeni (Kürtlü) millîlik’ eksenli saflaşmaya geçiş (2024-2025) olarak belirlemiştim. Şimdi sıra onlara geldi…
2015-2016: İktidar ‘laik-dindar’ ekseni yerine ‘millî-gayri millî’ eksenini yerleştiriyor
Cumhurbaşkanı Erdoğan “yerli ve millî” formülünü ilk kez, partisinin Haziran 2015 seçimlerinde tek başına iktidar olma olanağını yitirmesinin ardından gidilen 1 Kasım 2015 seçimleri öncesinde telaffuz etti (20 Eylül 2015). “Yerli ve millî”nin öylesine bir laf olmadığı, kısa vadede Kasım 2015 seçimlerini uzun vadede de sonraki seçimleri kazanma stratejisinin temel taşı olduğu, “yerli ve millî”nin bir daha Erdoğan’ın dilinden hiç düşmemesinden anlaşılacaktı.
İki seçim arasında ülkenin teröre boğulması ve bölgedeki tehlikeli gelişmeler Erdoğan’a ülkenin bekasının tehdit altında olduğu propagandası üzerinden seçimi kazanma olanağı sağladı. “Beka tehdidi” iş görmüş, AK Parti’nin oyu beş ay içinde yüzde 10 oranında artmış yine tek başına iktidar olabilmişti.
Haziran ve Kasım seçimlerinin sonuçları iktidarda kalma stratejisinin ‘laik-dindar’ kutuplaşması üzerinden kurulmasının artık geçerli olmadığını, siyasi mücadeleyi “millî bir çizgi izleyenler” ve “millî bir çizgi izlemeyenler” biçiminde yeni bir saflaşma üzerinden kurgulamanın çok daha ‘yararlı’ olabileceğini açıkça teyit etmişti. Öyleyse bu hat üzerinden yürünmeliydi. Yüründü de…
Aslında Erdoğan da iktidar partisinin sözcüleri ve iktidarı destekleyen köşe yazarları da 17-25 Aralık’ın ve Gezi’nin ‘dış güçlerin işi’ olduğu iddiası üzerinden son iki yıldır (2013-2015) millî olmak ve millî olmamak üzerine yazılar yazıyorlardı. Fakat Erdoğan’ın 20 Eylül 2015’teki “yerli ve millî” vurgusundan itibaren bu yazıların tonunda belirgin bir değişiklik olmaya başladı. Yazılarda “millîlik” kriteri her şeyi domine eden bir değer olarak öne çıkıyordu artık. Keza partiler ile başka siyasi güçler ve örgütlenmeler de esasen bu kritere göre değerlendirilip sınıflandırılıyordu. Özellikle CHP değerlendirmeleri bu açıdan çok açıklayıcıydı. Eskiden, bu partinin devletçiliği, katı laik tutumu, vesayetçi güçlerle bağını bir türlü koparamaması, bir türlü özgürlükçü bir parti haline gelememesi vb. sorun teşkil ederken, artık “millî olmayan tavrı” öne çıkartılmaya başlamıştı. İktidara yakın köşe yazarları adeta bombardımana başlamıştı: Gerçek Atatürkçü CHP’lilerin partilerindeki gayri millî savruluşu görmeleri, partilerine el koymaları gerekiyordu. Millî bir CHP ülke için elzem, gayri millî bir CHP ülke için büyük tehlikeydi.
İktidar medyasındaki dindar-muhafazakâr yazarlar Müslümanlıklarını paranteze almış gibi yazıyorlar, sürekli olarak “millîliğin” her şeyin üstünde tutulması gereken bir değer olduğunu vurguluyorlardı. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bazı iç ve dış güçlerce “çökertilmesi” temelinde bir proje yürürlüğe konmuştu ve bu koşullar altında benimsenecek yegâne tutum buydu.
Türkiye’nin neredeyse kurumsal bir özellik taşımaya başlamış güçlü iktidarının -Marksist literatürden borç alarak söylersek- ülkedeki “temel çelişme”nin böylesine radikal bir biçimde değiştiğini ilan etmesi, doğal olarak safını laiklik-dindarlık eksenine göre belirlemiş güçlerin de kendilerini yeniden gözden geçirmeleri sonucunu doğurdu. Bu çerçevede en dikkat çekici tavır değişikliği ülkenin Atatürkçü-Kemalist-ulusalcı kesimlerinde görüldü. İktidar partisinin en sert muhalifleri olan bu kesimlerin iktidarla ilişkilerini hızla yumuşattığı gözlendi. Erdoğan’ın en sert muhaliflerinden Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu “mütareke döneminin işgal altındaki İstanbulunun sözde aydınlarının kalıntıları”na karşı sert bir bildiri yayımladı.
Bu arada televizyonlara çıkan emekli Kemalist askerler de, iktidarın “laikliğe savaş açtığı, irtica peşinde olduğu” eleştirilerini bir yana bırakmıştı. Askerler, iktidarın Kürt sorunu konusundaki sert tutumuyla Batı karşısındaki tavrını “millî” çizgide buluyorlar, destekliyorlardı.
Nihayet, özellikle Balyoz ve Ergenekon davaları sırasında iktidarı en fazla zorlayan eylemlere öncülük etmiş, seçim başarılarına rağmen AK Parti’nin meşruiyetini kabul etmemiş olan başta Vatan Partisi olmak üzere ulusalcı çevreler de AK Parti’yi gayri millî güçlere karşı ittifak yapılacak bir güç olarak görmeye başlamıştı.
Bütün bu gelişmeler 15 Temmuz (2016) darbe girişiminden önce yaşanmıştı. O tarihten sonra ülkenin bekasının tehlikede olduğu, bu tehlikeye karşı herkesin ‘millîlik’ çizgisinde birleşmesi gerektiği ilahiyat haline getirildi. Artık iktidarın yaptığı her şey ‘millî’, iktidarı eleştirenler de gayrî milliydi. Bu, böyle 2024 sonu 2025 başına kadar sürdürüldü.
Hem bölgesel gelişmeler hem iktidar hesapları nedeniyle Kürtleri dışlayan millîlik yetmiyor: İktidarın yeni millîlik arayışı
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin 1 Ekim’deki TBMM açılışında DEM Parti milletvekillerinin olduğu bölümle gidip onlarla tokalaşması ve 22 Ekim’de Abdullah Öcalan’a yaptığı çağrıyla birlikte Türkiye yepyeni bir döneme girdi.
Bahçeli çağrısını Türkiye’nin etrafındaki siyasi ve askeri kargaşayla bağlantılandırmıştı, nitekim Aralık ayında Suriye’de bir hafta içinde ortaya çıkan hızlı gelişmeler sonucunda Esad iktidarının devrilmesi, çağrının önemi ve ciddiyeti hakkında herkes için uyarıcı bir etki yaptı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan uzun bir süre boyunca gelişmelere karşı Bahçeli’nin coşkulu tutumundan uzak bir tutum benimsedi, nihayet birkaç hafta önce süreci doğrudan sahiplenir bir tutum içine girdi.
Erdoğan’ın aylar süren ‘serin’ tutumunun nedeni, Bahçeli’nin başlattığı sürecin kendi iktidarı açısından ne türden sonuçlar üreteceği hususunda net bir düşünceye ulaşamamış olmamasıydı.
İşin matematiğine baktığında Erdoğan’ın gördüğü şuydu: Yeni rejimin anayasasının oluşturulması ve iktidarının devamı için Kürtlerin partisinin yardımı ‘olmazsa olmaz’ koşuldu. Çünkü artık Kürtleri dışarıda bırakan Türk milliyetçiliği ittifakı (‘Cumhur’) yetmiyordu.
Bahçeli’nin önerisi, Erdoğan’ın iktidar hesaplarıyla uyumlu bir hale getirilebilir miydi? Öyle anlaşılıyor ki özellikle Bahçeli’nin “Bu artık bir devlet projesidir ve devletin başı onu sürdürmekle yükümlüdür” çıkışından sonra Erdoğan daha aktif bir tutum benimsemek zorunda kaldı ve sonuçta da süreci sahiplendi. Sahiplenme konuşmasında AK Parti-MHP ve DEM’i “biz” diye nitelemesindeki iç siyaset boyutu çok açıktı.
Erdoğan’ın (ve Bahçeli’nin) yapmak istediği şey, Kürtleri de kapsayan yeni bir ‘millîlik’ tasarımı. Bu tasarım CHP’yi ‘gayrî milli’ olarak kodlayıp dışarıda bırakmayı öngörüyor.
Erdoğan siyasi saflaşmanın eksenini ‘laik-dindar’dan ‘millî-gayri millî’ye çevirirken fazla zorlanmamıştı fakat işi bu defa o kadar kolay olmayacak.