İtiraf, bireysel anlamda genellikle iki şeyin birleşimidir: hakikatin söylenmesi ve içsel yükün hafiflemesi. Kimi zaman adalet arayışına hizmet eder, kimi zaman kişisel arınma ihtiyacından doğar. Sigmund Freud’a göre, suçluluk duygusu insanın bilinçdışıyla kurduğu en yoğun bağlardan biridir; bastırılmış bir gerçeğin açığa çıkması, bireyde hem acı hem de rahatlama yaratır. İtiraf, bu bağlamda, bireyin kendi vicdanıyla yüzleşme cesaretidir.
Ancak, itirafçılık dediğimiz olgu, bu bireysel sürecin toplumsal düzlemdeki çarpıtılmış versiyonudur. Burada amaç çoğu zaman hakikati ortaya koymak değil, iktidara, otoriteye ya da bir güç odağına kendini “yararlı” kılmak için başkalarının hayatını hedefe yerleştirmektir. İtirafçılık, sadece bir bireyin kendi suçunu kabul etmesi değil; çoğu zaman başkalarını suçlaması, ifşa etmesi, hatta kurgusal hikâyelerle hedef göstermesidir. Bu yönüyle, ahlaki anlamda itirafın “aydınlatıcı” niteliğini taşımak yerine, “haysiyet cellatlığı” işlevi görür.
Michel Foucault’nun Cinselliğin Tarihi’nde sözünü ettiği “itiraf kültürü” kavramı burada önemlidir. Foucault, Batı toplumlarının Orta Çağ’dan bu yana bireyleri sürekli olarak itirafa zorlayan bir iktidar biçimi ürettiğini söyler. Bu kültürde itiraf, iktidarın birey üzerindeki kontrolünü güçlendiren bir araçtır. Modern devletler, kilisenin günah çıkarma mekanizmasını sekülerleştirerek polis sorgularına, soruşturmalara, medya röportajlarına ve hatta sosyal medya paylaşımlarına taşımıştır. İtiraf, artık yalnızca bireyin kendi vicdanıyla değil, kamu otoritesinin denetim mekanizmalarıyla da ilgilidir.
İtirafçılık ise bu mekanizmanın daha tehlikeli bir formudur. Çünkü burada kişi, yalnızca kendi üzerindeki yükü hafifletmez; başkalarını da yük altına sokar. Böylece bireysel bir eylem gibi görünen şey, aslında kolektif bir güvensizlik ve korku atmosferi üretir. Hannah Arendt’in totaliter rejimlerde “muhbirlik” üzerine yaptığı tespitler bu noktada çarpıcıdır: korku ikliminde, insanlar hayatta kalmak için başkalarını ihbar etmeye başlar; bu, toplumsal bağları çürüten bir hastalık gibidir.
Bugünün Türkiye’sinde, özellikle hukuki süreçlerde “itirafçılık”ın delil yerine geçmesi, hem adalet sisteminin meşruiyetini hem de toplumun güven duygusunu sarsıyor. Devletin kendi delil toplama yükümlülüğünü yerine getirmek yerine itirafçı beyanlarına yaslanması, hem bireyler arası güvensizliği artırıyor hem de “hakikati aramak” ile “kurban aramak” arasındaki farkı bulanıklaştırıyor.
Kısacası, bireysel itirafın arınma ve hakikati açığa çıkarma gücü vardır; fakat toplumsal ölçekte itirafçılık, genellikle hakikati değil, gücü besler.
Toplumsal düzlemde itirafçılık: İktidar, korku ve gözetim
Foucault’nun İktidar ve Bilgi ekseninde tarif ettiği “itiraf rejimi” modern toplumlarda yalnızca bireyin kendini açığa vurmasıyla sınırlı değil; bilhassa başkaları hakkında bilgi üretmesini de içerir. İtirafçılık, bu rejimin en işlevsel aygıtlarından biridir. Burada itiraf eden kişi, yalnızca kendi hikâyesini anlatmaz, aynı zamanda iktidarın gözetim ağını genişletir.
Tarihsel örneklere bakıldığında, totaliter rejimler itirafçılığı “sivil gözetim” mekanizması haline getirmiştir. Nazi Almanyası’nda komşuların birbirini Gestapo’ya ihbar etmesi, Stalin dönemi Sovyetler Birliği’nde aile fertlerinin bile birbirini ispiyonlaması, Çin Kültür Devrimi’nde gençlerin öğretmenlerini “devrim düşmanı” diye bildirmesi… Hepsinde ortak unsur, bireyler arası güvenin çökmesi ve iktidarın toplumsal dokuyu çözerek kendine bağımlı kılmasıdır.
Günümüzde bu süreç dijitalleşmiştir. Sosyal medyada anonim ihbar hatları, “ifşa” kültürü, linç kampanyaları, algoritmaların yönlendirdiği hedef göstermeler… İtirafçılık artık yalnızca devletin değil, dijital kitlenin de uyguladığı bir baskı aracına dönüşmüştür. Susan Sontag’ın Başkasının Acısına Bakmak’ta işaret ettiği gibi, görüntülerin ve anlatıların tekrar tekrar dolaşıma sokulması, hakikati güçlendirmek yerine kimi zaman onu çarpıtarak manipülasyona açık hale getirir.
Türkiye örneği: Delilden itirafçıya
Türkiye’de özellikle son on yılda, yargı mekanizmasında “delil” kavramının giderek yerini “itirafçı” beyanlarına bırakması dikkat çekici. Örneğin, 15 Temmuz sonrasında başlatılan geniş çaplı soruşturmalarda binlerce kişi yalnızca “itirafçı ifadeleri” üzerinden suçlandı. Bir kişinin başka birini suçlayan beyanı, çoğu zaman tek delil olarak kabul edildi; bu durum, masumiyet karinesini fiilen ortadan kaldırdı.
Yalnızca siyasi davalar değil, organize suç veya terör suçlamalarında da benzer bir eğilim görüldü. Bir davada, sanığın “itirafçı” olması halinde ceza indirimi veya tahliye sözü verilmesi, hem adil yargılanma hakkını zedeledi hem de gerçeği tahrif eden beyanların çoğalmasına neden oldu.
Toplumsal düzlemde bu, güven ilişkilerini altüst etti. İş yerlerinde, mahallelerde, hatta aile içinde “ya beni de suçlarsa” kaygısı hâkim olmaya başladı. Arendt’in tarif ettiği “herkesin herkesle yalnız” olduğu durumun güncel bir versiyonu ortaya çıktı: dayanışma yerini şüpheye, diyalog yerini sessizliğe bıraktı.
Bu ortam, iktidar açısından iki avantaj sağlıyor: “Korku ile Kontrol” ve “Hakikat Yerine Hikâye”
Korku ile Kontrol: İtirafçılık mekanizmasının en etkili sonuçlarından biri, bireylerin kendi kendilerini sansürlemesidir. Bu, yalnızca “yasak” kelimeleri ya da konuları konuşmamakla sınırlı kalmaz; gündelik jestler, sosyal medya paylaşımları, hatta sessizlik bile politik anlam taşır hale gelir. İnsanlar, herhangi bir anda “yanlış” bir sözün ya da duruşun, bir başkası tarafından itiraf olarak kullanılabileceği korkusunu taşır.
Bu korku, iktidarın doğrudan baskısından çok daha güçlüdür, çünkü bireyin zihninde sürekli olarak yeniden üretilir. Foucault’nun panoptikon metaforunda olduğu gibi, herkes kendi hücresinde görünmez bir gözetleyici varmış gibi davranır. Böylece fiziksel bir baskı olmadan, bireyler gönüllü olarak kendi davranışlarını sınırlar.
Türkiye özelinde bu, özellikle sosyal medya paylaşımlarında ve kamusal tartışmalarda açıkça görülebilir. “Görünmez olmak” ya da “fikir beyan etmemek” yaygın bir hayatta kalma stratejisine dönüşmüştür. Bu da toplumsal alanın giderek daralmasına, muhalif seslerin azalmasına ve kamusal tartışmanın fakirleşmesine neden olur.
Hakikat Yerine Hikaye: İtirafçılığın sistemdeki bir diğer işlevi, gerçeğin yerini “kurgulanmış” bir anlatının almasıdır. Somut delil toplama süreci zaman, emek ve bağımsız yargı gerektirirken, itirafçı beyanları iktidara hazır bir hikâye sunar. Bu hikâye, gerçekliği yansıtmak zorunda değildir; önemli olan, iktidarın ihtiyaç duyduğu politik çerçeveye uymasıdır.
Böylece “hakikat”in yerini, bir tür “politik kurgu” alır. İtirafçının söylediği, sorgulanmadan ve çoğu zaman çapraz delille desteklenmeden “kanıt” olarak kabul edilir. Bu durum, hem masumların cezalandırılmasına hem de suçluların korunmasına yol açabilir.
Türkiye’de bu eğilim, özellikle toplu davalarda ve siyasi yargılamalarda öne çıkıyor. Bir kişinin başka birini suçlaması, çoğu zaman o kişinin hayatını altüst etmeye yetiyor. Bu, yalnızca hukuki bir mesele değil; toplumsal hafızayı da etkileyen bir süreç. Gerçeğin yerini alan “resmî hikâye”, zamanla tarih anlatısına da sızıyor ve kuşaklar boyu yeniden üretiliyor.
Hakikatin yerini hikâyenin alması, aynı zamanda toplumu pasif izleyiciye dönüştürüyor. İnsanlar, gerçeği araştırmaktansa, önlerine konan anlatıyı tüketiyor. Böylece hem iktidarın versiyonu meşrulaşıyor hem de toplum, “gerçeği bilme hakkı”ndan yavaş yavaş vazgeçmiş oluyor.
İtirafçılığın uzun vadeli etkileri
İtirafçılık, yalnızca bireysel yaşamları altüst eden bir pratik değil; aynı zamanda toplumsal dokuyu sessizce kemiren bir süreçtir. Bireysel düzeyde, suçlanan ya da suçlayan herkesin yaşamı kalıcı olarak değişir. “İtirafçı” etiketi, ömür boyu taşınan, güveni ve saygınlığı zedeleyen bir damgadır. İtiraf edilen şey doğru olsa da olmasa da, kişinin kendisi de “kendi hikâyesinin sahibi” olma hakkını kaybeder; artık onun hikâyesi, başkalarının yazdığı bir senaryoya bağlıdır.
Toplumsal düzeyde ise en büyük zarar, güvenin erozyonudur. İnsanların birbirine ve kurumlara olan inancı zayıflar. Herkesin herkesten şüphe ettiği bir ortamda, ortak yaşam alanları çatlar; arkadaşlık, komşuluk, hatta aile ilişkileri bile kırılgan hale gelir. Bu kırılma, yalnızca politik alanı değil, gündelik hayatın en sıradan anlarını bile zehirler.
İktidar açısından bakıldığında, bu durum işlevseldir: korku ve güvensizlik ortamı, muhalefetin örgütlenmesini zorlaştırır. Ancak uzun vadede bu strateji, devlet-toplum ilişkisini geri dönüşsüz biçimde tahrip eder. Çünkü korkuya dayalı kontrol, bir noktadan sonra yalnızca itaat değil, aynı zamanda öfke ve direnç biriktirir.
İtirafçılık böylece, kısa vadede iktidara güç kazandırırken, uzun vadede toplumsal barışa, hukukun üstünlüğüne ve kolektif hafızanın sağlıklı biçimde oluşmasına zarar verir. Gerçeğin yerini hikâyenin aldığı, hakikatin pazarlık konusu edildiği bir toplumda, gelecek nesillerin üzerinde yükseldiği zemin giderek çürür.