Sevan Nişanyan’ın yeni kitabı 1 Eylül itibariyle okurlarıyla buluşmaya başladı. 6 Eylül’de ise Oğuzhan Kaya ve Mustafa Erdem Yavuz’la beraber Sevan Nişanyan’ı ağırlayarak Serbestiyet ekranlarında yayınlanmak üzere bir tanıtım programı çektik. Bu programa da dayanan ve kitabı ele alan bir ilk inceleme-eleştiri yazısı oluyor bu yazı.
Türkiye Tarihi Yazmak Ne Demektir?
Türkiye’yi anlaması, nerede yaşadığının farkına varması için okumaya yeni başlayan her gencin eline tutuşturulan birkaç kitap vardır. Türkiye’ye dair sahip olunan kanaatlerin çoğu da bu kitaplarda yatar. Kemal Karpat’ın Kısa Türkiye Tarihi, aynı isimle Sina Akşin’in kitabı ve üniversite derslerinde de hala okutulan Eric Jan Zürcher’in Modernleşen Türkiye’nin Tarihi bu kitaplardandır. Türkiye’ye ilgi çok zaman bu metinler üzerinden başlar ve bu metinlerin ekseninde devam eder. Türkiye’ye dair kanaatler oluşturduğu ve yerleştirdiği için Türkiye tarihini bütünlüklü olarak ele alan bir kitap yazmak başlı başına önemli bir olaydır.
Sevan Nişanyan’ın son kitabı Basit Türkiye Tarihi de bu zemine oturuyor. “Bir lise öğrencisinin kolayca yararlanacağı bir dille” Türkiye’ye dair genel bir perspektif sunuyor ve yeni kanaatler ortaya koyuyor. Kitabın şimdiden çok satanlarda ilk sıralara yerleşmesi, kitabın bu kanaatleri yaygın bir dolaşıma sokacağını da gösteriyor.
Sevan Nişanyan gerçi Türkiye’ye dair çok uzun bir süredir konuşuyor ve yazıyor. Her Pazar yer yer davet edilen, yer yer de davetsiz bir misafir olarak yer buluyor kendine. 1995’te yazılıp 2008’de yayınlanan Yanlış Cumhuriyet de elbette Türkiye’ye odaklanıyor. Ancak “2 hafta+50 yılda yazılmış” Basit Türkiye Tarihi, Sevan Nişanyan’ın temel tezlerini ve tarih-toplum-insan kavrayışını yoğunlaştırılmış bir şekilde taşıdığı için verimli bir eleştiriye de imkan tanıyor.
Kitabın Temel Tezi: 2600 Yılın ve Türkiye’nin Anatomisi
Makro derken hakkını da veriyor, zira kitap MÖ 600’den, İran-Yunan çatışmasından başlıyor. Türkiye tarihi kitaplarına aşina okuyucuya herhalde şaşırtıcı gelecek ve kitabın “taze bir gözle yazıldığına” da ikna edecektir. Zira başta zikredilen Türkiye tarihi kitapları ve diğer pek çoğu, en geç 1800’e kadar geri giderek Türkiye’nin tarihini anlatıyorlar. Kabaca, Türkiye’nin tarihinin bu andan itibaren başladığını, şu an içinde bulunduğumuz dönemi şekillendiren gelişmelerin ve dinamiklerin bu dönemde ortaya çıktığını iddia ediyorlar.
Sevan Nişanyan ise 2600 yıl öncesine gidiyor ve bu hayli uzun dönemin ciddi paralellik ve sürekliliklerle bir bütün olduğunu iddia ediyor. Dolayısıyla “eldeki hamurun hep aynı hamur olduğunu” göstermeyi hedef tutuyor. Yalnızca AK Parti’yle, Ecevit’le, Mustafa Kemal’le, II. Mahmut’la, Osmanlı ve Selçuklularla izah edemeyeceğimiz bir tarih olduğunu gösteriyor.
Bu kavrayışla kitap “Türklerin tarihi” değil, “Türkiye’nin tarihi” oluyor. Orta Asya’dan gelen Türkler hikayesi önemini kaybediyor, zira Orta Asya’dan gelen Türkler de Türkiye’nin sürekliliklerine eklemlenen ve geçmişte Roma’nın oynadığı rolü üstlenen aktörlere dönüşüyor. Bu doğrultuda Osmanlı, Müslüman Roma olarak karşımıza çıkıyor.
Süreklilikler, “din ve saf değiştirmiş Rum soyluları” üzerinden anlatıldığı gibi “bugünkü Türkiye devletinin de Konstantinopolis’in emperyal mirası olduğu” ileri sürülüyor. Sürekliliklerin güçlü tınısı, ele alınan her dönemde tınlıyor, duyuluyor. Bizans’ın doğu macerasının kendi çelişkilerine yenik düşmesi anlatılırken okuyucunun kulaklarında bu günler tınlıyor.
Kabaca, iki temel yapısal süreklilik tespit ediliyor: 1) Fırat’ın batısı ile doğusu arasındaki aşılamayan farklılık, 2) Merkeziyetçilik ve yerelleşme arasındaki daimi gerilim. Roma’nın hikayesiyle Osmanlı’nın hikayesi, Selçuklularla Cumhuriyet’in hikayesi bu süreklilikler üzerinden anlam kazanıyor ve tarihin büyük halkaları tek bir zincir oluşturmak üzere birbirine bağlanıyor. Öteden beri Türk-Kürt sınırı olarak tahayyül edilmiş Fırat, Roma’dan beri aynı gerilimi ortaya çıkarmış bir sınıra dönüşüyor.
Kürt Meselesi söz gelimi, Türkçe konuşanlar ile Kürtçe konuşanlar arasındaki bir sorun olmaktan çıkıp bu uzun erimli tarih boyunca hep karşı karşıya gelmiş “iki ayrı siyasi kültürün” hikayesine dönüşüyor.
33 Sayfada Cumhuriyet
Türkiye tarihi kitaplarının başlıca konusunu ve odak noktasını Cumhuriyet oluşturur. Kitapların kurgusu da Cumhuriyet’i anlamlandırmak üzerine kuruludur. Ancak Nişanyan’ın 180 sayfa tutan kitabında bu alışıldık tutuma karşı Cumhuriyet’e yalnızca 33 sayfada yer veriliyor. Bu durum elbette bir yetersizlikten değil, tam da kitabın temel tezinin bir sonucu olarak ortaya çıkıyor. 2600 yıllık süreklilikler bir kez gösterildikten sonra Cumhuriyet de bu uzun tarihin üstüne eklenen son parça haline geliyor. Dolayısıyla Cumhuriyet tarihi de tali hale geliyor.
Günümüzü ve geleceği değerlendiren Ufka Bakış başlıklı son bölümde de şimdiki veya gelecek zaman kipi değil, geçmiş zaman kipi kullanılmaya devam ediliyor. Bu manevrayla şu anda Türkiye’de cereyan eden her türlü tartışma da bu uzun erimli perspektifin içinde eriyor. Bugünün tartışmalarına ya heyecanla ya da endişeyle yakalananları semanın üstündeki koltuğuna kurulmuş yazar, istihzâî bir tebessümle seyrediyor sanki.
Tarihe hâkim olan süreklilikleri kavramanın fevkalade verimli bir hat açtığını yadsıyor değilim. Ancak tarihin bir nevi yırtıldığı kopuş ve sıçrama anlarını yahut da tarihin yırtılmaya pek müsait zayıf anlarını gözden kaçıran; dinamik olmaktan çok mekanik olarak kurulan bir süreklilik hikayesinin büsbütün yeni olanı ve siyasete imkân veren boşlukları gözden kaçıracağını zannediyorum. Tarih güç mücadelelerinin tarihi olduğu kadar o güç mücadelelerinden doğan boşlukların ve oraya yerleşme mücadelesi verenlerin de tarihidir.
Askeri Darbeler Dönemi başlıklı bölümde şu cümle yer alıyor: “(Darbelerle dolu bu süreçte) Türkiye Cumhuriyeti tıpkı Osmanlı İmparatorluğunda 17. Yüzyılın yeniçeri ve sipahi iğtişaşları gibi, hatta Roma’nın 3. Yüzyıldaki askeri anarşisi gibi bir duraksama ve çözülme dönemine girdi.” (s. 163) Bu kadar uzun sıçramalar yapmayı mümkün kılan tarih tasarımı, hareket edip dönüşmekten çok enerjinin korunduğu ve zamanla bir uçtan diğer uca aktarıldığı kapalı bir sistemi andırıyor. Burada enerji, güç ve paradan, yer yer de sembolik bir kaynaktan doğuyor. Değişimler pek az ve ancak bu enerji aktarılırken yaşanıyor. Ancak enerji hep korunuyor.
Sanki insan toplumla, toplum ise tarihle gizli bir özdeşliğe kavuşuyor ve eşitleniyor. Buradaki insan, dönüşümler geçirmesine rağmen hep aynı insan olarak kalıyor. Yazarı da bu kanaati paylaşıyor olacak ki “eldeki hamurun, eldeki insanın hep aynı insan olduğunu” söylüyor. İnsan, toplum ve tarihin birbirinden ayrışamadığı ve bu üçlünün de ancak pek az değişen bir insan’a dayanıyor oluşu, siyasetin ne denli etkisiz kalacağını da fısıldıyor. Tarih tasarımları siyasal konumlanışı da doğrudan belirliyor. Böyle bir tarih tasarımı ise siyasal bir atalet tehlikesini barındırıyor içinde.
Bu şema içerisinde Büyük Kaçgun ya da Celali İsyanları gibi halk hareketleri ancak bir türev olarak kendine yer bulabiliyor. Siyasal ve ekonomik gücün sahipleri olmayanlar, özne olmaktan da dışlanıyorlar.
Nietzsche bir yerde şöyle diyor: “insan geçmişin büyük ve giderek daha da büyüyen yüküne direnir: bu yük onu ezer ya da belini büker, bu yük görünmez ve karanlık bir ağırlık olarak insanın yürüyüşünü zorlaştırır.” Yazarı, programda bilginin hiçbir zaman çaresizlik getirmeyeceğini, kitabın da karamsar bir tondan çok uzak olduğunu söylüyor. Karamsar demek elbette yersiz olacaktır, zira karamsarlık bir duygu durumudur. Burada duygusallıktan uzak ve mekanik olarak kurgulanmış bir tarihin hantal ve yürümeyi zorlaştıran ağır bilinci bulunuyor.
Doğrusu kitabın alternatif bir kurgusu, bugünden geriye doğru ilerleyen bir kurgu olabilirdi. Böylelikle bugün mevcut olan yapısal sürekliliklerin nasıl devralındığı daha berrak bir şekilde gösterilebileceği gibi bugün geçmişin ağır yüküyle yüklenmiş olmazdı.
Yeniden Türkiye
Bugün Türkiye üzerine konuşan her konumdan yorumcuların bir mutabakatı varsa o da Türkiye’de farklı bir şeylerin yaşandığıdır. Kimisi rekabetçi otoriterlikten hegemonik otoriterliğe geçiş aşamasında olduğumuzu, kimisi Türkiye’nin emperyalleşme sürecine girdiğini, kimiyse ülkenin uçurumun kıyısında olduğunu söylüyor. Hepsini ortaklaştıran şey ise şüphesiz yeni bir durumun içinde olduğumuz. Uzun bir zamandır yaşanan donukluğa karşın tarih, Türkiye’de bugün yoğunlaştırılmış olarak yaşanıyor.
Gerçi yazarı, ömrünün her döneminde yazabileceği bu kitabı şimdi yazmasının Türkiye’nin içinde bulunduğu durumla hiçbir alakası olmadığını, bir dinleyicisinin isteği üzerine kitap projesine giriştiğini beyan ediyor. Dahası, şu an Türkiye’de yeni bir durumun olmadığını, geçmişte ne kadar hareketli idiyse şimdi de o kadar hareketli olduğunu söylüyor. Yazarının sözlerine sadık kalmak için hiçbir gerekçemiz yok, zira en başta analiz nesnemizi kendini sunduğu biçimiyle kavramak gafletine düşmek olur bu. Hem de kitap, yazılmasıyla artık yazarının iradesinin çok ötesine geçmiştir.
Geçmişte, 1960 ilâ 80 arasında Türkiye üzerine yazmak bir akım haline gelmişti. Bir bütün olarak Türkiye; üzerine düşünülen, tartışılan en ciddi mesele haline dönüşmüştü. Doğan Avcıoğlu 1968’te Türkiye’nin Düzeni’ni yazmış; İsmail Beşikçi Doğu Anadolunun Düzeni ile devam etmiş; İdris Küçükömer Düzenin Yabancılaşması ile Doğan Avcıoğlu’nu eleştirmiştir. Keza İsmail Cem Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi’niyazmıştır. Yalçın Küçük belki de bu furyanın artık son döneminde Türkiye Üzerine Tezler’i yazmıştır.
Bu furya dahilinde yapılmış tartışmaları ayırt edici kılan şey ise Türkiye’nin bir bütün olarak mesele haline gelmiş olmasıdır. Tartışılan; Türkiye’de falanca durum, filanca parti değildir. Bir bütün olarak Türkiye’dir; Türkiye’yi yaratan koşullar ve Türkiye’yi bekleyen gelecektir.
Bugün Yalçın Küçük uzun bir aradan sonra yeniden basılıyor. Doğan Avcıoğlu aynı şekilde raflarda yerini alıyor ve dahi Emrah Safa Gürkan’ın tanıtımıyla yeniden dillerde dolanıyor. Eylülün başıyla beraber ise Basit Türkiye Tarihi kitabı basılıyor. Bu örtüşmeleri basit bir tesadüf olarak nitelemek yersiz olacaktır.
En azından Türkiye’yi düşünmek bakımından Basit Türkiye Tarihi’nin kronolojik bir öncü olacağı öngörüsünde bulunmak pek de isabetsiz olmaz. 60-80 arasında Türkiye’yi tartışmak nasıl bir tanımlama ve inşa etme ihtiyacına bağlıysa bugün de benzer bir ihtiyaç söz konusu çünkü.
Sevan Nişanyan Türkiye’nin kamusal alanında kışkırtıcı soruları ve buldurucu cevaplarıyla bilinir. Kamusal tartışmalara angaje olduğundan beri kutsallık halelerine sarılmış düşüncelere karşı kışkırtıcı sorular sorar. Yanlış Cumhuriyet en kâmil örneğidir. Ancak yalnızca soru sormakla da yetinir değildir. Getirdiği cevaplar, yeni başka cevapları tetiklemesi, olan biteni farklı bir şekilde düşünmeyi teşvik ettiği için buldurucudur da. Şüphesiz bu kitabı da öyle. Türkiye’yi farklı bir şekilde düşünmenin önünü açtığı, buldurucu niteliğiyle yeni içgörüler kazandırıp yeni tartışmaların zeminini oluşturduğu için ilgiye layık. Ancak yapısal sürekliliklerin içine sıkışıp siyasal atalet üretme tehlikesini bertaraf etmek için kitabı okurken belki de yeniden yazmak gerekiyor.