İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, Gazze’ye yönelik yoğun kara saldırılarının başladığı gün Kudüs’te ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio ile katıldığı bir etkinlikte Kudüs’ün İsrail’in “ebedi ve bölünmez başkenti” olduğunu vurgulayarak, “Bu bizim şehrimiz, Sayın Erdoğan; bu sizin şehriniz değil, bizim şehrimiz ve bir daha bölünmeyecek” ifadelerini kullandı.
Konuşmasında geçmişe dönük bir anekdot da paylaşan Netanyahu, 1998’de dönemin Türkiye Başbakanı Mesut Yılmaz’la arasında geçen bir konuşmaya atıfta bulundu. O dönemde Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerin oldukça güçlü olduğunu vurgulayan Netanyahu, görüşme sırasında 2700 yıllık Silvan (Siloam/Şiloah) Kitâbesi’nin iadesini gündeme getirdiğini söyledi. Kendi ifadesine göre, Yılmaz’a “Kitâbe karşılığında İsrail müzelerindeki Osmanlı eserlerinden dilediğinizi verelim, hatta gerekirse bedelini ödeyelim” teklifinde bulunduğunu; Yılmaz’ın ise bu teklifi kabul etmediğini belirtti. Gerekçe olarak da o dönem İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın halk üzerindeki yükselen etkisini ve Türkiye’deki İslami tabanın muhtemel tepkisini gösterdiğini söyledi.
Netanyahu’nun Kudüs’e dair sözleri, aslında sadece onun değil siyonist tarih okumalarının da sürekli tekrarladığı, Kudüs’ü İsrail’e hasrreden tekelci siyasi bir söylemdir.
Ne var ki, Kudüs’ün tarihine bakıldığında, şehrin üç bin yıl boyunca sürekli Yahudi hâkimiyetinde kaldığı iddiasının, tarihsel gerçeklerle bağdaşmadığı belirtilmelidir.
Yahudiler ve Kudüs
Yahudilik açısından Kudüs’ün kutsal bir şehir olarak kabul edilmesi, başlangıçtan itibaren mevcut bir durum değil, uzun ve sancılı bir tarihsel sürecin sonucudur. Tevrat’ta Kudüs adı doğrudan geçmez. Hz. İbrahim’in Malki-Tsedek adlı kralı ziyaret ettiği “Şalem”in Kudüs olduğuna dair yorumlar ise kutsal metin merkezli anlatılar olup tarihi ve arkeolojik kanıtlara dayanmamaktadır. Nitekim ne Hz. İbrahim’e vaat edilen topraklarda ne de Hz. Musa’nın ayrıntılı Arz-ı Mevud tariflerinde Kudüs’e özel bir vurgu yapılmamıştır. Bu durum, şehrin ilk dönemlerde kutsal addedilen bir merkez olmadığını göstermektedir.
Hz. Musa’nın halefi Yehoşuʿa (İslâm kaynaklarında Yûşâʿ) Kudüs’ü ele geçirmiş olsa da şehre kalıcı olarak yerleşmemiş, şehir ancak 300 yüz yıl kadar sonra Hz. Davud döneminde siyasî birlik amacıyla başkent ilan edilmiştir.
Hz. Süleyman’ın Mabed’i inşa etmesi Kudüs’e dinî bir merkez kimliği kazandırmayı hedeflemişse de bu dönemde dahi Yahudiler “bama” adı verilen bölgesel mâbetlerine bağlılıklarına devam etmişlerdir.
Kudüs’ün Yahudi geleneğinde gerçek anlamda kutsallaşmasının dönüm noktaları sürgünlerle başlamıştır. MÖ 586’daki Babil sürgünü, şehri kaybedilmiş vatanın sembolüne dönüştürmüştür. MS 70’te İkinci Mabed’in yıkılması ve 135’te İmparator Hadrian’ın (imparatorluğu: 117–138) Yahudilerin şehre girişini yasaklamasıyla Kudüs artık Yahudiler için sadece geçmişin değil, aynı zamanda gelecekte yeniden kavuşulması gereken bir idealin, bir ütopyanın simgesi haline gelmiştir. Bu süreçte Kudüs, Yahudi dünyasının tamamı için bir özlem ve dua odağına dönüşmüştür.
Kudüs’ün kutsallığına dair anlatılar, Yahudi Kutsal Kitabı’nın daha geç dönemlerde yazıya geçirilen Peygamberler (Neviim) ve Kitaplar (Ketuvim) bölümlerinde belirginleşmiş, asıl idealleştirme ise Rabenik literatürde gerçekleşmiştir. Böylece Kudüs, sürgünlerin acısı, mabedlerin yıkılışı ve rabenik yorumlarla yoğrularak yaklaşık 6 ila 7 yüzyıl içinde teo-politik anlamlarla kutsallaştırılmış bir şehre dönüştürülmüştür.
Tablodan da açıkça görüleceği üzere, Kudüs’te Yahudilerin siyasi hâkimiyeti MÖ 1000’lerde başlayıp MÖ 586’ya kadar 414 yıl sürmüştür. MÖ 167–63 yılları arasındaki Makkabi döneminde bu hâkimiyet 104 yıl, MS 132–135 yılları arasındaki Bar Kohba isyanı sırasında ise yaklaşık 3 yıl devam etmiştir. Özetle Yahudilerin Kudüs üzerindeki toplam fiilî hâkimiyet süresi 521 yıldır.
Ancak belirtilmelidir ki, bu sınırlı dönemlerin dışında da Yahudiler, tıpkı Araplar ve diğer yerel halklar gibi, farklı imparatorlukların tebaası olarak Kudüs ve Filistin’de yaşamlarını sürdürmüşlerdir.
Tarihsel gerçeklere dayalı bu ifadelerimden, Kudüs’ün Yahudiler açısından taşıdığı kutsiyeti önemsizleştirmek gibi bir niyetim olmadığını belirtmek isterim. Kudüs, elbette Yahudilerin de tarihî ve mukaddes kentidir. Üstelik sadece Yahudilerin değil, şehri Hz. İsa’nın hatıralarıyla özdeşleştiren Hıristiyanlar için de kutsal bir mekândır.
Ancak burada asıl itirazımız, Netanyahu gibi siyasetçilerin sürgünlerden sonra özlemle kutsallaştırılan Kudüs’ü, tarih boyunca sanki sürekli Yahudilerin hâkimiyetinde kalmış gibi sunmalarıdır. Oysa tabloda da açıkça görüldüğü üzere, Yahudilerin Kudüs üzerindeki fiilî ve siyasî hâkimiyetleri toplamda beş asır kadardır.
Bununla birlikte, bugün nasıl Araplar Kudüs’te daima var olmuşlarsa, Yahudiler de —iki istisna dönem dışında— Kudüs’te varlıklarını sürdürmüşlerdir. Şayet şehirde var olmak, hâkim olmak anlamına geliyorsa, Netanyahu’nun mantığıyla Kudüs pekala bir Arap şehri olarak da nitelendirilebilir.
Yahudilerin Kudüs’e giriş ve ikametlerinin yasak olduğu iki dönemden ilki, Bar Kohba isyanının ardından MS 135’ten, Kudüs’ün İslâm hâkimiyetine girdiği 638 yılına kadar süren yaklaşık 500 yıllık Roma–Bizans dönemidir. Hıristiyan Roma ve Bizans’ın koyduğu bu uzun oturum yasağı, Hz. Ömer tarafından kaldırılmıştır. İbranice kaynaklara göre Hz. Ömer, Kudüs Patriği Sophronios’un (560–638) itirazına rağmen bir rivayete göre 80, bir başka rivayete göre ise 100 Yahudi aileyi şehre yerleştirmiştir.
Yahudilerin Kudüs’e giriş ve ikametlerinin yasak olduğu ikinci dönem ise, Haçlıların Kudüs’ü işgal ettiği dönemdir (1099–1187). Yahudi seyyah Tudelalı Binyamin, bu dönemde Kudüs’te yalnızca bir Yahudi’nin yaşadığını, onun da şehre sadece Hıristiyanların izniyle, kumaş boyamak amacıyla girebildiğini kaydetmektedir. Yahudilere yönelik bu yasağı kaldıran ise Kudüs’ü Haçlı işgalinden kurtaran Selâhaddin Eyyûbî (hükümdarlığı: 1171-1193) olmuştur.
Dikkat edilirse, Netanyahu gibi düşünen ve Kudüs’ü yalnızca bir dine ya da millete hasretmeye kalkışan Haçlılar da bu şehre asla barış getirememiş; zulüm üzerine kurdukları düzen kısa sürede yıkılıp gitmiştir. Çünkü Kudüs’ün kendine has bir kaderi ve ilahî bir yaptırım gücü vardır. Kudüs ve Filistin, hem Kur’an’da (Enbiyâ 105) hem de Zebur’da (Mezmurlar 37:29) “sadıkların/tsadikim şehri” olarak tanımlanır. Bu sebeple, şehirde adalet ve merhametle hükmetmeyenler hiçbir zaman kalıcı olmamış, Tevrat’ın ifadesiyle Kudüs onları “kusmuştur.”
Bu nedenle Kudüs’ün kutsiyetini tek bir dine veya millete indirgemeye çalışan politikalar, dün olduğu gibi bugün de şehre huzur değil, kan ve gözyaşı getirmektedir. Oysa Kudüs’ün tarihsel ve teolojik anlamı, onun “bütün semavî dinlerin ortak kutsal merkezi olduğu”dur. Bu gerçeği yok saymak, Kudüs’ün kimliğini zayıflatmakla kalmaz; bugün olduğu gibi, tarih boyunca defalarca yaşanan trajedilerin yeniden tekerrür etmesine de sebep olur.
Semavî dinlerin ilk ve tek müşterek şehri olan Kudüs, dünya nüfusunun büyük bir kısmı, (her beş kişiden üçü) için kutsiyet taşımaktadır. Tarih boyunca farklı milletlerin literatüründe ilahî huzura yükselişin basamağı olarak görülen şehir, insanlığı buluşturan kadim bir mekân olmuştur. Kudüs, barış, çoğulculuk ve birlikte yaşamanın mümkün olduğu dönemlerde gerçek bir sulh ve barış sembolüne dönüşmüştür.
Ne var ki milletler bencil bir şekilde “sadece benim” diyerek diğer inançların şehirle olan bağlarını inkâr ettiğinde —Haçlı işgali döneminde yahut bugün Netanyahu’nun söylemlerinde görüldüğü üzere— şehir uzlaşmazlığın merkezi olmuş, barış şehri olmaktan çıkmıştır.
Kudüs’ü Kudüs yapan ruh, çatışma ve tekelleştirme değil; farklılıkların birlikte yaşamasına imkân veren evrensel barış ve müsamaha ruhudur.
Müslümanlar ve Kudüs
Eğer hâkimiyet, şehre hizmet ve emek açısından bir tanımlama yapılacaksa, Kudüs’ü en doğru şekilde “bir Müslüman kenti”, hatta “bir Müslüman Türk kenti” olarak tanımlamak en doğrusu olacaktır. Zira şehre bugünkü mimarisini, kültürel dokusunu ve ruhunu nakşeden esaslı katkılar Müslümanlar tarafından yapılmıştır.
Bugün dahi Kudüs’ün kimliğini belirleyen unsurlar, bu tarihsel mirasın en yalın ve somut göstergesidir. Kudüs’ü Kudüs yapan, ona asıl karakterini ve ruhunu kazandıran Müslümanlar olmuştur.
Ayrımcı ve ötekileştirici yönetimlerin aksine, Müslümanların Kudüs’teki hâkimiyeti hiçbir zaman dışlayıcı olmamıştır. Müslüman idareciler, şehri yönettikleri dönemlerde Kudüs’ü diğer dinlerin mensuplarına kapatmamış; bilakis onların ibadetlerini ve ziyaretlerini güvence altına almışlardır. Bu nedenle Kudüs, Müslüman hâkimiyeti altında ayrışmanın değil birleşmenin, dışlamanın değil kucaklamanın sembolü olmuştur.
Kudüs’ün bir Türk şehri olduğunu belirtmiştik. Uzun tarihi boyunca şehri koruma ve ona en fazla hizmet etme şerefi, Tolunoğulları ve İhşidîler’den başlayarak Selçuklu, Memlük ve nihayetinde Osmanlı Türklerine nasip olmuştur.
Kudüs, tarihi boyunca en uzun süre Müslümanların; Müslüman hâkimiyetinde ise en uzun süre Türklerin idaresinde kalmıştır. Şehir yaklaşık 752 yıl boyunca Türklerin yönetiminde korunmuş, imar edilmiş ve geliştirilmiştir.
Kudüs’te “el-Halil Kapısı” ve “Lâ ilâhe illallâh, İbrahim Halîlullah” yazılı kitâbe
Müslümanlar için Kudüs hiçbir zaman siyasî çıkarların aracı değil, kutsallığın merkezi olmuştur. Müslümanlar üç semavî dinin mukaddes kabul ettiği bu şehri hiçbir dönem başkent ilan etmemişlerdir. Bu tutum, Kudüs’ü önemsiz görmelerinden değil, aksine siyasî çekişmelerin merkezi haline getirmeme endişesinden kaynaklanmaktadır. Müslümanlar, Kudüs’ün her şeyden önce kutsal kimliğiyle öne çıkmasını istemişlerdir. Bu anlayışın en somut örneği şehrin el-Halil Kapısı’na yerleştirilen “Lâ ilâhe illallâh, İbrahim Halîlullah” yazısının bulunduğu kitâbedir. Bu ifade, Hz. İbrahim’in üç din için de birleştirici rolüne vurgu ve hatırlatmadır. Bu sebeple Kudüs, Müslüman yönetimler altında siyasî çekişmelerin değil; ilahî kutsiyetin, adına yaraşır barışın, dinler arası anlayış ve müsamahanın şehri olmuştur.
Silvan (Siloam/Şiloah) Kitâbesi
Silvan (Siloam/Şiloah) Kitâbesi, yalnızca Kudüs’te değil, tüm Filistin’de keşfedilmiş en eski uzun İbranice metin olup bugüne kadar bulunan en önemli arkeolojik kalıntılardan biri kabul edilmektedir. Günümüzde İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde sergilenmekte, bir replikası Kudüs’teki İsrail Müzesi’nde; diğer replikaları ise Paris, Londra ve Berlin’de teşhir edilmektedir.
Kitâbenin Kudüs İsrail Müzesi’ndeki replikası [https://www.imj.org.il]
İsrail için tarihî ve ideolojik bir dayanak niteliği taşıyan bu kitabe, yıllardır İsrail tarafından talep edilmekte; Türkiye ise her seferinde “Osmanlı mirası ve dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin kültürel varlığı” olması sebebiyle iade taleplerini kesin bir dille reddetmektedir.
Netanyahu, dünkü konuşmasında Eylül 1998’de dönemin Türkiye Başbakanı Mesut Yılmaz ile arasında geçen bir diyaloğa atıfta bulundu. İfadesine göre, Yılmaz’dan Yahudilerin Kudüs’le tarihî bağının kadim bir delili olan kitâbeyi İsrail’e vermesini istemiş, karşılığında ise Türkiye’nin İsrail müzelerinde bulunan Osmanlı dönemi eserlerinden herhangi birini alabileceğini teklif etmiştir. Netanyahu’nun aktardığına göre, Mesut Yılmaz bu talebe başlangıçta olumlu yaklaşmış, ancak Türkiye’deki kamuoyu tepkisini göz önünde bulundurarak kabul etmemiştir.
Modern İsrail siyasetinde sembolik bir anlam yüklenen bu kitâbe, sadece Mesut Yılmaz’dan değil, farklı zamanlarda Türkiye’den resmî ve gayriresmî yollarla pek çok kez istenmiştir. 2007’de Kudüs Belediye Başkanı Uri Lupolianski, Türkiye’nin Tel Aviv Büyükelçisi Namık Tan’a “iyi niyet göstergesi” olarak kitâbenin verilmesini talep etmiş; fakat Türkiye bu isteği reddetmiştir.
Bir başka vesile ile İsrail tarafından yapılan benzer bir talebe, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, kitâbenin kısa süreliğine sergilenmesine izin verilebileceğini ifade etmiş, ancak İsrail’in o dönemde sürdürdüğü Gazze ablukası sonrası artan gerginlik nedeniyle talep gerçekleşmemiştir.
2017’de ise İsrail Kültür Bakanı Miri Regev, esprili bir dille kitâbe karşılığında Gaziantep Hayvanat Bahçesi’ne iki fil verebileceklerini ifade etmiştir.
Son olarak, 9 Mart 2022’de İsrail Cumhurbaşkanı Yitzhak Herzog’un Ankara ziyareti sonrasında İsrail kamuoyuna, kitâbenin Türkiye tarafından İsrail’e verilmesi ve karşılığında Türkiye’nin İsrail’den başka bir arkeolojik eser alması yönünde prensipte bir mutabakata varıldığı duyurulmuştur. Ancak Türkiye, kitâbenin Doğu Kudüs’te bulunduğunu hatırlatarak, “Filistin topraklarında keşfedilmiş bir eserin üçüncü bir ülke olan İsrail’e iadesinin asla söz konusu olamayacağını” belirtmiştir.
Müslümanlarla meskun Kudüs Silvan mahallesi, Dr. Gülşen Soycan arşivi
Kitâbenin bulunduğu Silvan Tüneli
Silvan Kitâbesi, Kudüs’ün Eski Şehri’ne bitişik, bugün Arap nüfusun yoğun yaşadığı Silvan köyünde yer alan tünelin duvarına kazınmıştır. Altı satırdan oluşan ve MÖ. 8. yüzyıla tarihlenen kitâbe, Yahuda Kralı Hizkiya döneminde (MÖ 727–697) şehrin su ihtiyacını karşılamak amacıyla açılan yeraltı tünelinde bulunmuştur.
Eski Kudüs, bir dağın üzerinde bulunduğu için doğal olarak savunmaya elverişliydi. Ancak şehrin en önemli tatlı su kaynağı olan Silvan Pınarı, Kidron Vadisi’ne bakan uçurumun kenarında, şehir surlarının dışında yer alıyordu. Bu durum, kuşatma dönemlerinde Kudüs için ciddi bir zafiyet teşkil ediyordu.
Nitekim Yahudi kutsal kitabında, Asur istilasından endişe eden Kral Hizkiya’nın kentin dışındaki su kaynaklarını kapattırdığı ve Silvan sularını yeraltı tüneli aracılığıyla şehrin merkezine yönlendirdiği anlatılır (II. Krallar 20:20; II. Tarihler 32:3–4, 30; İşaya 22:11).
Arkeolojik bulgular bu projenin büyük ihtimalle MÖ 701’de Asur İmparatoru Sennaherib’in (MÖ 705–681) Kudüs seferinden hemen önce tamamlandığını göstermektedir.
Tünel, Silvan’daki Ümmü’d-Derâc (Gihon) Pınarı’ndan başlayarak Kudüs içindeki Gihon Havuzu’na uzanıyordu.
Hizkiya döneminde Kudüs hem imar faaliyetleri hem de demografik dönüşümlerle büyük bir değişim yaşamıştı. Asur tehdidi sebebiyle kuzeydeki İsrail Krallığı’ndan kaçıp gelen çok sayıda mülteci şehre sığınmış, bu da Kudüs’ün nüfusunu birkaç kat artırmıştı. Bunun üzerine Hizkiya, şehrin batısındaki tepeyi de iskâna açarak şehrin sınırlarını önemli ölçüde genişletmişti.
Kudüs’teki bu hızlı büyüme, yeni altyapı projelerini zorunlu kılmış; artan Asur tehdidi nedeniyle de Silvan Tüneli hem kuşatma şartlarında güvenliği sağlamak hem de hızla büyüyen şehrin stratejik ihtiyaçlarını karşılamak üzere inşa edilip devreye sokulmuştu.
https://www.holylandsite.com/hezekiah-water-tunnel’den uyarlanmıştır.
Kitâbenin keşfi
Silvan Tüneli ilk kez 1838’de Amerikalı araştırmacı Edward Robinson (1794-1863) tarafından fark edildi. 19. yüzyılda Robinson’un yanı sıra Charles W. Wilson (1836-1905) ve Charles Warren (1840-1927) da tüneli detaylı biçimde incelediler. Ancak tünel duvarında yer alan kitâbe, mineral birikintileri nedeniyle gözden kaçtığından bu araştırmacılar tarafından fark edilememişti.
Kitâbe, 1880 yılında tüneli gezen 16 yaşındaki bir öğrenci tarafından tesadüfen bulundu. Öğrencinin hocası, Kudüs’teki Alman misyoner ve arkeolog Conrad Schick (1822–1901), kitâbeyi inceleyerek ilk tespitleri yaptı. Kitâbe, Silvan Havuzu’ndan yaklaşık altı metre içeride, doğu duvarına kazınmıştı. Aslında Kitâbe, yalnızca mühendislik tarihinin değil, aynı zamanda Kudüs tarihinin de en önemli arkeolojik belgelerinden biri özelliği taşıyordu.
On yıl sonra, 1890’da Kudüs’te yaşayan bir Yunanlı aracılığıyla kitâbe tünelden sökülerek satılmak istendi. Bu sırada taş altı yedi parçaya ayrıldı ve bazı harfleri zarar gördü. Olay kısa sürede, Trablusşam mutasarrıfıyken Kudüs’e atanan İbrahim Hakkı Paşa’ya (1890–1896) arz edildi. Kanuna göre tüm arkeolojik eserler devlet mülkiyetinde olduğundan, kitâbenin bulunması için derhal soruşturma başlatıldı.
1891’de hem orijinal kitâbe hem de replikası bulunup yetkililere teslim edildi. Önce Kudüs’de sergilenen kitâbe, daha sonra İstanbul’a gönderildi. Bir süre sarayda teşhir edildikten sonra Müze-yi Hümâyûn’a, yani bugünkü İstanbul Arkeoloji Müzesi’ne, nakledildi. Kitâbe bugün hâlâ burada muhafaza edilmektedir.
Kitabenin dili ve içeriği
Yaklaşık 72 cm. eninde, 32 cm. boyunda olan Silvan Kitâbesi, Kudüs tarihinin en önemli arkeolojik kalıntılarından biridir. Kitâbede kullanılan İbranicenin klasik Yahuda lehçesinden farklı özellikler taşıdığı, kuzeyden Kudüs’e sığınan mültecilerin lüğavi etkilerini yansıttığı belirtilmektedir.
Kitâbenin yazı stili MÖ 8. yüzyıla tarihlenmektedir. Kamusal projeleri konu edinen bu tür kitâbeler Mısır ve Mezopotamya’da yaygın olsa da Silvan Kitâbesi Filistin tarihinde bilinen tek örnek olması yönüyle özel bir yere sahiptir.
Metinde geçen bazı kelimeler, başka hiçbir İbranice kaynakta görülmeyen nadir formlar arasındadır. Ayrıca yazım tarzı, işaretsiz yazıdan işaretli yazıya geçişin erken bir örneği kabul edilmektedir.
Karbon-14 analizleri, tünel ve kitâbenin MÖ 800–660 arasına tarihlendiğini göstermektedir. Araştırmacıların büyük çoğunluğu kitâbeyi Kral Hizkiya dönemine atfetmekle birlikte, kesin tarihleme konusunda farklı görüşler de bulunmaktadır.
Wikipedia’dan alıntı
Kitâbenin yazıları, Fenike alfabesinin bölgesel bir varyantı olan Paleo-İbrani harfleriyle işlenmiştir. Paleo-İbrani, İbranice’nin en eski yazı sistemi olup Fenike alfabesinin bir koludur. Kudüs’ün Babil tarafından ele geçirilmesinden (MÖ 6. yy) sonra da halk arasında kullanılmaya devam etmiş; özellikle İkinci Mabed Dönemi’nde dinî metinleri kaleme alan kâtipler (soferim) tarafından özenle korunmuştur. Bunun yanı sıra, Makkabiler (Haşmonaylar) dönemine ait sikkelerde ve Birinci ile İkinci Yahudi İsyanları’na ait paralarda da bu yazı kullanılmıştır. Günümüzde ise bu kadim alfabe, Filistin’de yaşayan Samiriler (Şomronim) tarafından kutsal kitaplarının ve dinî belgelerinin yazımında hâlâ kullanılmaya devam etmektedir.
İlk kopyalarının çıkarılmasının ardından, Asur dili ve tarihi uzmanı İngiliz Archibald Henry Sayce (1845–1933) tarafından çözümlenen Silvan Kitâbesi, İbranice Kutsal Kitap’ın erken dönem dilini yansıtan nadide bir örnek kabul edilmektedir.
Kitâbenin içeriği ve metni
Silvan Tüneli’nde kayaya oyulmuş bu kitâbe, dönemin ileri mühendislik başarısını ölümsüzleştirmek amacıyla hazırlanmıştır. Metin, tünelin iki ucundan eşzamanlı başlayan kazı çalışmalarını ve işçilerin ortada buluşarak kazıyı tamamladıkları anı canlı bir üslupla tasvir etmektedir.
Altı satırlık kitâbede, kazma sesleri, işçilerin birbirine bağrışmaları ve nihayetinde suların akmaya başladığı, iki yönden kazılan tünellerin kavuşma anı dramatik bir üslupla tasvir edilmektedir.
Harflerin kayaya özenle işlenmiş olması, kitâbenin sıradan bir kazıma değil, bilinçli bir anıtsal kayıt olduğunu ortaya koymaktadır. Ancak ne kralın ne de Tanrı’nın adına yer verilmemesi, kitâbeyi geleneksel kraliyet yazıtlarından ayırmakta, işçilerin emeğini ön plana çıkarmaktadır.
Kitâbe, yüzeyini kaplayan tortular nedeniyle ilk keşfedildiğinde okunamaz durumdaydı. Profesör Archibald Sayce’nin ilk okuma denemelerini yapmasının ardından metin asit çözeltisiyle temizlenerek anlaşılır hale getirildi. Altı satırdan oluşan kitâbenin ilk satırı hasarlı durumdadır.
Kitâbenin metni, anlam bütünlüğü korunarak serbest tercümesiyle şu şekilde aktarılabilir:
“…Tünel kazma işi tamamlanmıştı. Tünel kazma işi şöyleydi: [Kazıcılar] balyoz ve keskilerini birbirlerine doğru sallarken, geriye yalnızca üç arşın kazı kalmıştı. O sırada, bir adamın arkadaşına seslendiği duyuldu; çünkü sağdaki ve soldaki kayada bir çatlak zuhur etmişti. Tünel açma işi bittiğinde, kazıcılar balyozlarını birbirlerine doğru sallayarak karşılaştılar. Böylece kaynaklardan rezervuara kadar bin iki yüz arşın boyunca su aktı. Ve kazıcıların başlarının üzerindeki kayanın yüksekliği yüz arşındı.”
Sonuç yerine
Kudüs, tarih boyunca yalnızca bir milletin ya da dinin değil, bütün semavî dinlerin mukaddes şehri olmuştur. Bu yönüyle şehir, dünya nüfusunun önemli bir kısmı için ortak bir hafıza ve kutsal bir mekân niteliği taşımaktadır.
Şehir gerçek değerini ise tarih boyunca sulh ve birlikte yaşama iradesinden almıştır. Farklı inançların yan yana var olabildiği dönemlerde Kudüs, gerçekten de bir barış ve huzur merkezi hâline gelmiştir. Buna karşılık, Haçlı işgali altında olduğu dönemlerde yahut bugün Netanyahu’nun tek taraflı söylemlerinde görüldüğü üzere, Kudüs’ü yalnızca bir kimliğe hasretmek, şehri barışın değil çatışmanın, ihtilafın ve gözyaşının merkezi hâline getirmiştir.
Silvan Kitâbesi, aslında bu hakikati hatırlatan mühim bir tarihi vesika niteliğindedir. Çünkü bu kitâbe, Kudüs’ün ihtişamının yalnızca kralların ya da siyasî otoritelerin değil, aynı zamanda sıradan insanların emeği, alın teri ve ortak gayretiyle inşa edildiğini göstermektedir.
Kitâbede herhangi bir kralın adına yer verilmemesi, işçilerin başarısının öne çıkarılması Kudüs’ün mütevazı tarihini aksettiren nadide bir örnektir. İlk bakışta sıradanmış gibi görünen bu durum, aslında şehri kutsal ve anlamlı kılanın dışlayıcı bir hâkimiyet anlayışı değil; farklı toplulukların ortak katkısıyla zenginleşen çoğulcu yapısı olduğunu vurgulamaktadır.
Silvan Kitâbesi, Asur istilasına karşı Kudüs’te barış ve huzur arayışının, emekçi halkın alın teriyle vücut bulmuş bir yadigârıdır. Kudüs’e asırlar boyunca gerçek huzuru, dinî müsamahayı ve çok kültürlü barışı sağlayan ise Osmanlı olmuştur. Bugün bu kitâbenin Osmanlı payitahtı İstanbul’da muhafaza edilmesi, Kudüs’ün tarihî barış arayışının Osmanlı irfanıyla buluştuğunu hatırlatan manidar bir semboldür.
Netanyahu’nun Kudüs’ü “ebedî ve bölünmez Yahudi şehri” olarak nitelemesi, şehrin kadim ve çok yönlü tarihini yok saymak; Kudüs’ün müşterek kutsiyetini inkâr ederek onu dar ve tek boyutlu bir anlayışa hapsetmektir.
Oysa Kudüs’ün geleceği, geçmişte olduğu gibi, ötekine hürmet, adalet ve çok kültürlülük esasına dayalı bir sulh anlayışıyla mümkündür. Kudüs’ü Kudüs yapan ruh; çatışma, ötekileştirme ve inkâr değil, bilakis farklılıkların birlikte yaşamasına imkân veren evrensel barış ve müsamaha ruhudur. Ve adına yaraşır bu ruhu Kudüs’e uzun tarihi boyunca en güçlü şekilde kazandıranlar ise Müslüman Türkler olmuştur.