Kudüs’ün en eski Müslüman mahallesi Silvan’da 1880’lerde bulunan, günümüzde İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde muhafaza edilen tarihi Silvan Kitâbesi, geçtiğimiz günlerde Binyamin Netanyahu’nun bir konuşmasıyla yeniden gündeme gelmiştir. İsrail tarafından Türkiye’den defalarca ısrarla talep edilen, ancak eserin bulunduğu coğrafyanın Filistin toprakları olduğu gerekçesiyle iadesi her seferinde reddedilen bu kitâbenin yeniden gündeme taşınması, arkeolojinin İsrail siyasetinde üstlendiği ideolojik rolü bir kez daha gözler önüne sermiştir.
Aslında bu ısrar, İsrail’in söz konusu kitâbeyi tarih veya arkeoloji merakının ya da salt kültürel miras hassasiyetinin ötesinde, Kudüs üzerindeki tarihsel hak iddiasını pekiştiren işlevsel bir araç olarak gördüğünü açıkça ortaya koymaktadır. Dolayısıyla Türk kamuoyunun da bizzat şahit olduğu Silvan Kitâbesi olayı, İsrail’in arkeolojiyi bilimsel bir disiplin olmasının ötesinde, gasp ve işgali meşrulaştıran siyasal bir enstrüman olarak konumlandırdığının en çarpıcı örneklerinden biridir.
Bu bağlamda özellikle Kudüs ve çevresinde yürütülen kazılar, Siyonizm’in “kadim Yahudi başkenti” anlatısını güçlendirmeyi hedeflerken, kentin çok yönlü ve çok kültürlü tarihsel gerçekliklerini görünmez kılmayı, daha doğrusu yok saymayı amaçlamaktadır. Netice itibarıyla Silvan Kitâbesi’nin yeniden gündeme gelmesi, arkeolojinin İsrail tarafından tarafsız bilgi üretiminden ziyade ulusal kimlik inşası, işgal ve egemenlik mücadelesinin bir parçası olarak araçsallaştırıldığını bir kez daha, bu kez doğrudan Türk kamuoyuna göstermiştir.
Ulus-devletler ve arkeoloji
Arkeoloji, geçmiş toplumların maddi kültüründen hareketle tarihsel bilgi üreten bir bilim dalı olarak 19. yüzyılda kurumsallaşmıştır. Avrupa’da tarih, Amerika’da ise antropoloji ile paralel gelişen arkeoloji, kısa sürede ulus-devletlerin köklü bir geçmişe yaslanma ihtiyacını karşılayan siyasal bir araç haline gelmiştir.
18. ve 19. yüzyıllarda dünya genelinde yaygınlaşan ulusçuluk hareketleri, milletlerin kadim köken arayışlarını da hızlandırmıştır. Avrupa’da Roma mirasını kendi soykütüklerine ekleme çabasının bir yansıması olarak, İngiltere’de British Museum’un (1753) ve Fransa’da Louvre’un (1793) kuruluşu, arkeolojinin meşruiyet üretme işlevinin erken örneklerini teşkil etmektedir.
Bu dönemde Avrupalı arkeologlar yalnızca “meraklı kâşifler” değil, aynı zamanda sömürge düzeninin kültürel temelini sağlamlaştıran faal aktörler olmuştur. Arkeolojik bulguların Batı’nın “evrensel müzeleri”ne taşınması, Batı-harici mirasın Batı lehine yeniden anlamlandırılmasının da aracına dönüşmüştür. Avrupa’daki arkeologlar ve sömürgeci güçler, Asya, Afrika ve Ortadoğu’da buldukları eserleri tarihî ve kültürel bağlamlarından kopararak, kendi müzelerinde sergilemişler ve Batı’nın üstünlüğünü vurgulayan bir çerçeve içinde yeniden sunmuşlardır.
Özetle bu eserler, ait oldukları toplumların kimliğini ve tarihini temsil etmenin ötesinde, Batı’nın sözde “medeniyet kurucu ve medeniyet koruyucu merkezî aktör” olduğu anlatısını güçlendirme aparatı olarak işlev görmüştür.
Kitab-ı Mukaddes arkeolojisi’nin doğuşu
O dönemde askerî ve ekonomik açıdan zor günler yaşayan İslam dünyasına yönelik arkeolojik ilgi de 19. yüzyılın sonlarından itibaren kutsal metinlerde geçen kent ve yapıları arayan kazılar şeklinde “Kitab-ı Mukaddes Arkeolojisi” adı altında gelişmiştir.
1890’da William Flinders Petrie’nin (1853-1942) arkeolojik kazıları bu alanın başlangıcı kabul edilir. Avrupa’da sömürgecilikle iç içe gelişen arkeoloji, 19. yüzyılın sonlarında Mısır ve Filistin’e taşınmıştır. Bu süreçte “modern arkeolojinin babası” sayılan Petrie, stratigrafi ve seramik temelli kronolojiyle bilime yön vermiş, ancak aynı zamanda arkeolojiyi kutsal metinleri doğrulamanın ve Batı’nın teo-politik hedeflerini meşrulaştırmanın bir aracına dönüştürmüştür.
Petrie’nin 1890’da Tell el-Hesi’de gerçekleştirdiği kazılar, Filistin’de modern arkeolojinin başlangıcı kabul edilir. Bu çalışmalar, bölgenin tarihini bilimsel verilerle değil, sömürgeci ve dinî iddialarla yeniden yazmanın da zeminini hazırlamıştır.
Petrie’nin mirası, sadece akademik yöntemlerin öncülüğünü yapmakla kalmamış, 1948’de kurulacak İsrail’in ulusal anlatılarını ve işgal politikalarını besleyen ideolojik bir zemin de oluşturmuştur.
II. Dünya Savaşı sonrasında artan ilgi, Kitab-ı Mukaddes Arkeolojisi’nin altın çağını başlatmıştır. Ancak 1970’lerden itibaren bu adlandırmanın kapsayıcılığı daralttığı tartışılmıştır. Bu nedenle, bölgenin coğrafi ve çok kültürlü gerçekliğini vurgulamak amacıyla ‘Suriye–Filistin Arkeolojisi’ ifadesi önerilmiş, fakat popüler söylemde ‘Kitab-ı Mukaddes Arkeolojisi’ terimi kullanılmaya devam etmiştir. Terimdeki bu ısrar aslında arkeolojiden beklenen teo-politik beklentilerin somut bir göstergesidir.
Filistin’de arkeolojik kazılar: Sömürgeci geçmişin devamı
Batı’daki sömürge hedefli teolojik ve teo-politik arka plan, Filistin coğrafyasında erken tarihlerden itibaren etkisini göstermiştir. 1865’te Londra’da kurulan Palestine Exploration Fund (Filistin Keşif Fonu), Kitab-ı Mukaddes’i daha iyi anlamak amacıyla Filistin’in arkeolojisini, coğrafyasını ve jeolojisini sistematik biçimde belgeleme ve haritalama faaliyetine girişmiştir. Ayrıntılı harita ve saha tasvirleri, sonraki on yıllarda hem ilmî bir standart hem de siyasî bir meşruiyet zemini oluşturmuştur.
Bu sürecin devamı olarak 1914’te Jewish Palestine Exploration Society (Yahudi Filistin Keşif Cemiyeti) kurulmuştur. İsrail Devleti’nin kurulmasından sonra adı Israel Exploration Society olarak değiştirilen cemiyetin hedefi “Yahudi ataların yaşadığı toprakların bilimsel incelemesini” yapmaktı. 1922’de Avşalom’un mezarında, 1925–1927’de Kudüs’ün Üçüncü Duvarı’nda yürütülen kazılar, Kitab-ı Mukaddes’te geçen yer adları ve dönemlere odaklı bir saha gündemini pekiştirmiştir.
İsrail Devleti kurulduktan sonra etkinliklerini daha da geliştiren ve genişleten cemiyet sayesinde arkeoloji, yalnızca bilimsel bir uğraş olmanın ötesinde, yeni devlet için “kadim bağ” ve tarihsel süreklilik kurgusunun bir aparatı olarak veri deposu işlevi de üstlenmiştir.
Siyonizm, din ve ulusal anlatılar
20. yüzyılda Batı dünyasında Yahudilere yönelik olumsuz imaja rağmen, Filistin’de bir Yahudi vatanı ve devleti projesi destek bulmuştur. Her ne kadar Siyonizm ideolojik olarak seküler ve hatta din karşıtı bir karakter taşısa da Yahudi Kutsal Kitabı’nın ideoloji haline getirilen “seçilmiş millet” ve “vaat edilmiş topraklar” kavramları ile Masada ve Bar Kohba gibi kahramanlık menkıbeleri, İsrail’in ulusal kimlik inşasında yoğun biçimde kullanılmaya başlanmıştır.
Yahudi Siyonistlerin ülkeyi Yahudileştirme çabalarına ek olarak, Hıristiyan Siyonistlerin bölgeye yönelik eskatolojik ilgisi de özellikle Evanjelik çevrelerde arkeolojinin Kitab-ı Mukaddes’i kanıtlayan bir disiplin olarak kullanılmasına zemin hazırlamıştır. Bu tür beklentiler ise arkeolojik buluntuların saptırılarak dolaşıma sokulmasına ve disiplinin bilimsel tarafsızlığının gölgelenmesine yol açmıştır.
Dolayısıyla arkeoloji, bu dönemde bilimsel bir araştırma alanı olmaktan ziyade ulus inşası, dinî meşruiyet üretimi ve siyasî iddiaların güçlendirilmesinde merkezi bir rol üstlenmeye başlamıştır.
İsrail’in kuruluş aşamasında arkeoloji politikası
Devletin ilanından altı ay önce, Aralık 1947’de yapılan toplantılarda arkeolojinin kurulacak Yahudi devletindeki konumu ayrıntılı biçimde tartışılmıştır. Bu tartışmalarda kazılara ruhsat verecek, antik yerleri koruyacak, müzeleri yönetecek ve toplumda Yahudi tarihi ile kültürel miras bilincini geliştirecek bir merkezin kurulması planlanmıştır.
Bu planlama, David Ben-Gurion’un deyimiyle, Filistin toprakları üzerindeki hak iddiasını propaganda ya da silahlı mücadelenin yanı sıra, toprağı bizzat kazmakla —yani arkeoloji aracılığıyla— temellendirme misyonuyla yürütülecekti.
İsrail Eski Eserler Dairesi
Arkeolojiyi bilimsel disiplin olmaktan ziyade işgal ve yayılmacılığın bir payandası olarak devreye sokmak amacıyla, Temmuz 1948’de Israel Department of Antiquities (İsrail Eski Eserler Dairesi) kurulmuştur. 1955’te Eğitim ve Kültür Bakanlığı’na bağlanarak Israel Department of Antiquities and Museums (İsrail Eski Eserler ve Müzeler Dairesi) adını alan kurum, 1964’te ülke çapında başlattığı İsrail Arkeolojik Araştırma Programı ile denetim, kazı, müzeler, arşiv, kütüphane ve yayıncılık gibi farklı alanlarda faaliyetlerini sürdürmüştür.
Temmuz 1949’da faaliyete geçirilen Devlet Adlandırma Komitesi (Vaʿadat ha-Şemot ha-Memşaltit) ise Filistin’deki bütün Arapça yer adlarını İbraniceleştirmiştir. Haritacılık, arkeoloji ve tarih uzmanlarından oluşan bu teknokratik komite, planlanan işgalin senaryonunun yazımını etkili bir şekilde icra etmiştir.
Eski Eserler Dairesi, 1967 Savaşı sonrasında Batı Şeria, Gazze, Golan ve Sina’da arkeoloji ofisleri açarak etkinlik alanını genişletmiştir. Hızla büyüyen kütüphane ve arşiv kapasitesi ile artan bütçe payı sayesinde arkeolojiyi, ideolojik olarak daha da etkin kullanan Daire, Filistin’in Yahudileştirilmesi sürecinde kritik bir rol üstlenmiştir.
Arkeolojide ideolojik alan seçimleri ve sembolik kazılar
İsrail’de 1948’den sonra devletin kuruluş yıllarında arkeolojik kazı alanlarının seçimi, bilimsel önceliklerden çok ideolojik saiklerle belirlenmiştir. Kazılarda özellikle Yahudi tarihinde kritik olaylara sahne olmuş bölgeler öncelenmiş ve bu alanlar aracılığıyla ulusal kimlik ile kahramanlık anlatıları kurgulanmıştır.
Bu bağlamda Masada, Yahudi-Roma Savaşları’ndaki toplu intihar direnişi üzerinden Siyonist ideolojide “Masada bir daha düşmeyecek” sloganı direnişin ve kahramanlığın sembolü olarak öne çıkarılmıştır. Bar Kohba Mağaraları ise 132–135 isyanının direniş ve fedakârlık mirasını somutlaştırarak Yahudi kahramanlığının arkeolojik delili şeklinde takdim edilmiştir. Tell Arad’da bulunan erken dönemlere ait yerleşim izleri, İsrail’in “kadim kökleri”ni görünür kılmak ve Yahudi varlığının tarihsel süreklilini ispat amacıyla kullanılmıştır. Kumran bölgesi, Ölü Deniz Parşömenleri sayesinde “Kutsal Kitap’ın arkeolojik temeli”ni somutlaştıran bir merkez olarak ön plana çıkarken, Herodion ise Kral Herod’un görkemli sarayı ve mezarı aracılığıyla Yahudi krallığının ihtişamını ve siyasî bağımsızlık anlatısını güçlendirmek için seçilmiştir.
Dolayısıyla bütün bu kazı alanlarının seçiminde, bilimsel merakın ötesinde ulusal kimliği meşrulaştırma ve Siyonist ideolojiyi somutlaştırma hedefleri belirleyici olmuştur.
İhmal Edilen çok katmanlı alanlar
Buna karşılık, arkeolojik kazılarda, mazisi MÖ 9000’lere kadar uzanan ve tarım öncesi dönemde yerleşik hayata geçen ilk topluluklardan biri olmasıyla insanlık tarihinde büyük önem taşıyan Natufiye kalıntıları ile Şukba Mağaraları gibi ulusal anlatıyla örtüşmeyen, ancak dünya arkeolojisi açısından kritik olan sahalar ise sistematik biçimde ihmal edilmiştir.
Oysa bu alanlar hem Epipaleolitik ve Neolitik gibi tarihöncesi dönemler için hem de Demir Çağı, Pers, Helen, Roma, Bizans, Emevî–Abbâsî, Haçlı–Eyyubi–Memlük ve erken Osmanlı gibi tarihî dönemlere kadar uzanan çok katmanlı bir yerleşim geçmişini barındırmaktadır.
Ne var ki İsrail arkeolojisi, ideolojik saiklerle çok kültürlü ve evrensel değere sahip bu sahaları görünmez kılmıştır. Kazı alanları ile ilgili seçimler de bilimsel meraktan ziyade, ulus inşası ve siyasî meşruiyet üretme güdüsüyle yapılmıştır.
Kudüs’ün “Yahudi Başkenti” söyleminin inşası
1967 Altı Gün Savaşı’nın ardından Doğu Kudüs’ün işgaliyle birlikte Eski Şehir ve çevresinde, özellikle Birinci ve İkinci Mabed dönemlerini hedefleyen büyük ölçekli kazılar başlatılmıştır.
Bu süreçte arkeolojik çalışmalar sadece kazılarla sınırlı kalmamış; tarihî ve kültürel parklar da ihdas edilmiştir. Bu süreçte ayrıca dönemlendirmeleri tartışmalı pek çok bulgu da müzelere taşınmıştır. Dahası, bu bulgular etrafında kurgulanan tarih anlatıları aracılığıyla arkeoloji, “Kudüs’ün kadim Yahudi başkenti” söylemini güçlendiren maddi bir dayanak olarak fonksiyonel hale getirilmiştir.
Buna karşılık, kentin çok katmanlı yapısını yansıtan —özellikle erken İslam ve Osmanlı dönemine ait— diğer tarihî ve kültürel miras büyük ölçüde görünmez kılınmış ve anlatının dışında bırakılmıştır.
Böylece tarih, din ve kültür bakımından çok zengin bir yapıya sahip olan Kudüs’ün çoğulcu geçmişi, arkeolojinin Siyonist amaçlara hizmet eden bir araç hâline getirilmesiyle sadece Yahudi kimliğine indirgenmiş ve tekil bir kimlik etrafında ideolojik bir söylem olarak yeniden inşa edilmiştir. Netanyahu’nun geçtiğimiz günlerde Silvan Kitâbesi’ne atıf yaparak dile getirdiği “Kudüs bizimdir” ifadesinin arka planı da bu ideolojik kurgudan beslenmektedir.
1970 sonrası Yahudileştirme politikaları
1970’lerden itibaren, başta Kudüs olmak üzere Filistin coğrafyasının genelinde Yahudileştirme politikalarının bir parçası olarak çok sayıda arkeolojik sit alanı ihdas edilmiş ve bu alanlar ulusal anıtlar ya da müzeler haline getirilmiştir.
Bu süreçte arkeoloji, bilimsel araştırmanın sınırlarını aşarak hem ulusal hem de uluslararası platformlarda meşruiyet üretme işlevi üstlenmiştir.
Arkeolojik sitlerin görünür kılınması ve ön plana çıkarılmasıyla toplumun farklı kesimlerinin bu mekânlarla somut bir bağ kurması hedeflenmiş; böylece aidiyet duygusu güçlendirilmiştir.
Bu dönemde arkeoloji, politik amaçların en önemli araçlarından biri hâline getirilmiş; ulusal kimliği pekiştirme, tarihsel hak iddiaları ile işgali meşrulaştırma ve siyasi söylemi maddi kalıntılar üzerinden yeniden üretme misyonuyla işlevselleştirilmiştir.
1980’ler ve Zeev Herzog’un siyasal arkeoloji eleştirisi
1980’lerden itibaren arkeolojinin bağımsız bir bilimsel disiplin olmaktan çıkarılarak Siyonist ideolojinin “kurşun askeri” hâline getirilmesi, disiplinin doğasına yönelik yoğun tartışmaları da beraberinde getirmiştir.
Bu dönem, arkeolojinin toprağın altındaki kalıntıları hak iddialarını meşrulaştıran bir propaganda aracına dönüştürülmesinin en belirgin şekilde yaşandığı süreç olmuştur. Hangi buluntuların envantere alınacağının seçici biçimde belirlenmesi gibi uygulamalar, arkeolojinin nesnelliğinin ciddi biçimde gölgelendiği eleştirilerini gündeme getirmiştir.
Bu eleştiriler arasında en dikkat çekeni, Tel Aviv Üniversitesi arkeologlarından Zeev Herzog’un 5 Kasım 1999’da Haaretz gazetesinin hafta sonu ekinde yayımlanan yazısıdır. Herzog, yetmiş yılı aşkın kazıya rağmen Mısır’dan Çıkış, Kenan diyarının işgali ile Davut ve Süleyman krallıkları gibi kurucu anlatıların arkeolojik olarak doğrulanmadığını belirtmiş; böylece arkeolojinin ulusal kimliği besleyen bir mit üretme aracına dönüştüğünü vurgulamıştı.
Herzog’un yazısının yayımlanmasının ardından tartışmalar kısa sürede büyümüş; mesele akademik bir çerçevenin ötesine taşarak doğrudan ideolojik bir boyut kazanmıştır. Herzog’un ulaştığı sonuçlar, “Yahudi halkının Filistin üzerindeki tarihsel hak iddiasını zayıflattığı” gerekçesiyle sert tepkilere neden olmuştur. Bir yandan bulgularını destekleyenler çıkarken, diğer yandan bazı çevreler onun ifadelerini “saçma” olarak nitelendirmiş, hatta Herzog İsrail karşıtı ya da anti-semit olmakla suçlanmıştır.
Bu tartışma, arkeolojinin İsrail’de salt bir bilim dalı olmaktan çıkarak kimlik, meşruiyet ve işgal politikasının en kullanışlı aparatı haline geldiğini ortaya koyan çarpıcı örneklerden biri olarak bilim tarihinde yerini almıştır.
2000 sonrası: İşgal, sit alanları ve Silvan örneği
2000’lerden itibaren arkeolojik sahaların yönetimi yeni bir aşamaya girmiştir. İşgal, gasp, müsadere ve askerî denetim uygulamaları sit alanı ve kamulaştırma ilanlarıyla iç içe yürütülmüş; paramiliter yerleşimcilerin güvenlik söylemleriyle tarihsel ve kültürel miras iddiaları birleşerek işgalin hem askerî hem de kültürel boyutu eşzamanlı olarak yürütülmeye başlanmıştır.
Bu sürecin en dikkat çekici örneklerinden biri, Doğu Kudüs’teki Müslüman Silvan Mahallesi’nde görülmektedir. Netanyahu’nun geçtiğimiz günlerde yeniden gündeme getirdiği ve bugün İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde muhafaza edilen kitâbenin de keşfedildiği bu mahallede, paramiliter yerleşimci gruplar sözde arkeolojik bulgular üzerinden yalnızca geçmişi sahiplenmekle kalmamış, aynı zamanda mahallenin demografik yapısını değiştirmeyi de hedeflemişlerdir.
Silvan Mahallesi örneği, İsrail’de arkeolojinin geçmişi araştıran bir disiplin olmaktan çıkarak mekânsal dönüşümü hızlandıran, işgal ve gasp yoluyla egemenlik inşasını pekiştiren bir araç hâline geldiğini gösteren en çarpıcı örneklerden biridir.
Rafael Greenberg’in Siyonist arkeoloji eleştirisi
Herzog’un yazısının ardından, giderek alevlenen tartışmalar, arkeolojinin İsrail’de salt bir bilim dalı olmaktan çıkıp kimlik, meşruiyet ve egemenlik mücadelesinin arenasına dönüştüğünü daha da belirgin olarak ortaya koymaya başlamıştır.
Bu tartışmayı ileriye taşıyan isimlerden biri de Tel Aviv Üniversitesi profesörlerinden Arkeolog Rafael (Rafi) Greenberg’dir. Greenberg, 1 Temmuz 2025’te +972 Magazine’e verdiği röportajda, İsrail arkeolojisini, doğrudan 19. yüzyılda İngiliz, Alman ve Fransızların geliştirdiği sömürgeci arkeolojinin bir devamı olarak tanımlamaktadır.
Greenberg’e göre arkeoloji, İsrail özelinde tarafsız bir bilimsel disiplin değil; mülkiyet ilişkilerini, kimlik iddialarını ve siyasî egemenliği yeniden üreten ideolojik bir pratiktir. İsrail’in sıkça dile getirdiği “Filistinlilerin antikalarla ilgilenmediği” veya “onları tahrip ettiği” yönündeki iddialar, aslında sömürgeci arkeolojiden miras alınmış klişelerden ibarettir. Bu klişeler, yerleşimci koloni bağlamında yeniden üretilerek arkeolojiyi, bir araştırma alanı olmaktan çıkarıp işgalin kültürel meşruiyet aparatına dönüştürmüştür.
Greenberg, sahadaki gerçekliğin İsrail’in resmî söyleminden çok daha farklı olduğunu vurgulamaktadır. İfadesine göre İsrail’deki arkeolojik kalıntıların büyük kısmı Yahudi kökenli değildir; kırsalda görülen yapıların çoğu ise İslam veya Hıristiyanlık kültürüne ya da diğer kültürlere aittir. Yahudilere atfedilebilecek kalıntılar ise hem sınırlı sayıdadır hem de görkemli olmaktan uzaktır. Buna rağmen işgalci yerleşimci gruplar, Batı Şeria’nın yüzeyinin altında Yahudi Kutsal Kitabı’nın yazıldığı toprakların bulunduğunu iddia ederek bölgeyi Yahudi tarihinin merkezi gibi sunarak arkeoloji üzerinden de işgali genişletmek istemektedirler.
Greenberg, titizlikle yürüttüğü saha çalışmalarının sonucunda hazırladığı katalogların da bu tabloyu doğruladığını ifade etmektedir. Ona göre Batı Şeria’daki antik yerleşimlerin çoğu eklektik bir karakter taşımakta ve farklı dönemlere ait kültürlerin kalıntılarını bir arada barındırmaktadır. Bölgede Yahudilikten binlerce yıl öncesine ait buluntuların yanı sıra, İslam hanedanları ve Hristiyanlık dönemlerine ait eserler de bulunmaktadır. Bu durum, söz konusu coğrafyanın hiçbir zaman tekil ve homojen bir kültüre sahip olmadığını açık biçimde göstermektedir.
Sonuç olarak Greenberg, tarihin hiçbir döneminde bu toprakların yalnızca ve sadece Yahudilere, Müslümanlara ya da Hristiyanlara ait olmadığını vurgulamaktadır. Dolayısıyla arkeoloji, etnik ve dinî açıdan “saf” bir geçmiş kurgusunu destekleyecek kanıtlar sunmamaktadır.
Greenberg’e göre İsrail’in resmî söylemi, Filistinlilerin tarihî mirası tahrip ettiği iddiasını öne sürerek, sözde arkeolojik bulgular aracılığıyla daha fazla toprak ele geçirmek için bahaneler üretmeye hizmet etmektedir.
Sonuç yerine
İsrail arkeolojisi, kuruluşundan itibaren yalnızca bilimsel bilgi üretmekle sınırlı kalmamış, aynı zamanda kimlik inşası, toprakla bağ kurma ve siyasî meşruiyet sağlama amacıyla da işlevselleştirilmiştir.
İsrail’de arkeoloji, kazı alanlarının seçimi, sembolik mekânların ön plana çıkarılması ve yer adlarının değiştirilmesi yoluyla ulus-devlet ideolojisinin temel araçlarından biri haline gelmiştir. Masada, Bar Kohba Mağaraları veya Kudüs’teki kazılar gibi örnekler, tarihsel olayların arkeolojik veriler üzerinden yeniden kurgulanarak ulusal hafıza ve kahramanlık mitleri yaratıldığını açıkça göstermektedir. Bu yaklaşım, arkeolojinin nesnel bir disiplin olma iddiasını gölgelemiş; seçici yorum, propaganda ve ideolojik hedefler bilimsel yöntemin önüne geçmiştir.
Buna karşılık, başta İslam ve Türk dönemlerine ait olanlar başta olmak üzere, çok katmanlı, çok kültürlü ve evrensel değere sahip arkeolojik alanlar sistematik biçimde ihmal edilmiştir. Böylece, bölgenin yalnızca Yahudilere ait olduğu yönündeki tekil ve homojen tarih kurgusu güçlendirilmiştir. Ancak bu seçici yaklaşım, arkeolojinin evrensel insanlık mirası anlayışıyla bağdaşmadığı gibi, bilimsel tarafsızlığı hakkında da ciddi kuşkular doğurmuştur.
Akademik dünyada yükselen eleştiriler, özellikle Zeev Herzog ve Rafael Greenberg’in çalışmaları, İsrail arkeolojisinin ideolojik yönünü görünür kılmıştır. Herzog, arkeolojik bulguların kutsal metinlerdeki kurucu anlatıları doğrulamadığını ortaya koyarken; Greenberg, İsrail arkeolojisinin sömürgeci mirası devralarak sömürgeci pratikleri sürdürdüğünü vurgulamıştır. Bu eleştiriler, arkeolojinin geçmişi araştıran bir disiplin olmanın ötesinde, bugünün işgal ve egemenlik mücadelesinin sahnesi haline geldiğini göstermektedir.
Günümüzde arkeoloji, İsrail’de iki yönlü bir rol üstlenmektedir. Bir yandan devletin ulus inşa süreçlerine, yerleşim politikalarına ve uluslararası meşruiyet arayışına hizmet ederken; diğer yandan eleştirel araştırmalar, disiplinin ideolojik kurgularla nasıl iç içe geçtiğini görünür kılmaktadır.
Sonuç olarak, İsrail arkeolojisi —bir başka ifadeyle Siyonist arkeoloji— doğası gereği tarafsız bir bilim olması beklenen arkeolojinin hiç de tarafsız olmadığını; aksine iktidar, ideoloji ve kimlik politikalarıyla sıkı biçimde iç içe geçtiğini göstermektedir. Bu durum sadece İsrail bağlamında değil, modern dünyada arkeolojinin politik işlevleri üzerine evrensel ölçekte yeniden düşünmeyi de zorunlu kılmaktadır.