Albert Camus’yu, pek çok kişi gibi, her zaman biraz fazla kasvetli ve kapalı bulmuşumdur. Umutsuzluğun acı verici çaresizliğinde düşünceleri bir türlü güç bulup tam olarak ayağa kalkamaz. Başkaldırısı hep yarımdır. Varmak istediği hedefi tam göremez, hep bir sisin, bulanık ve puslu bir atmosferin içindedir; kime konuştuğu net değildir. Çıkışı olmayan bir yolda ilerlemektedir. Karanlıkta yol alırken kaybolup gitmeye fazlaca açık bir yanı var gibidir. Hatta, kaybolup gidemediği için yazmaktadır belki de ve yazdıkları kişisel bir çıkışsızlığın metinleridir. Mersdault biraz da dünyanın dışına çıkıp kaybolup gitmeyi anlatır. Okudukça içinizi karamsar bir duygu kaplar. Siz de her şeyi boş verip herkesten uzak bir köşe bulup kaybolmak, yıllarca oradan çıkmadan durmak, hayatınızı öylece kendi içine kapanan bir sükûnet içerisinde tamamlamak istersiniz.
Şimdi onun yeni bir kitabı Türkçe’de: İnsanlık Krizi (Can Yay. Çev: Alper Bakım). Bu kitap, onun çeşitli zamanlarda farklı ülkelerde ödül törenleri ya da toplantılarda yaptığı konuşmalardan oluşuyor. Kurmaca bir eser değil; fikir yazıları. Kurmacadaki karanlık ton burada yerini gerçek dünyanın vurucu apaçıklığına bırakıyor. Bulanıklık berraklaşıyor ama bu defa öyle acı verici bir açıklık var ki kendi sisinizi oluşturmak, olan bitenleri puslu bir perdenin ardından izlemek istiyorsunuz.
Kitap, Camus’nun, dünyanın ve insanlığın bitmeyen büyük krizine dair bazı önemli düşüncelerini içeriyor. Bugünün ve her dönemin büyük krizlerini anlamak için altta yatan insanlık krizini çok iyi anlamak gerektiğini gösteriyor. Okudukça, Camus’nun diğer bütün kitaplarındaki buhranın altındaki duygu yoğunluğunu anlıyorsunuz ve yazdığı hiçbir eserin gerçek anlamda kurmacalar olmadığını. Dünyanın bugünkü durumuna, özellikle de Gazze’de yaşananlara bakınca onun çaresizliğinin asla boş bir umutsuzluk olmadığını kabul etmek zorunda kalıyorsunuz. İnsanlık, çıkışsız bir tünel gibi bütün acıları her nesil için yeniden yaşamaya zorluyor ve bütün dünyaya yabancılaşmadan insani duyguları yaşatmak nerdeyse mümkün olmuyor.
Fransa, Hitler’in yıkımından henüz kurtulmuş, ülke yeniden bağımsızlığını kazanmıştır ama yaralı ruhu tedavi edilemeyecek derecede nefretle ve hınçla dolu olduğundan, hayat, altından kalkılamaz bir mücadeleye dönüşmüştür. Ruhlardaki yıkımın tamiri diye bir şey yoktur. Tam o sıralarda Amerika’ya davet edilir Camus; Fransa halkının içinde bulunduğu durumu ve ruh halini anlatmak üzere. Şöyle der: “Fransızlar insanın hala bir tehdit altında olduğunun bilincindeler ve dünyanın çalkalandığı krizden insanlığa dair belirli bir düşünce kurtarılamazsa yaşamlarına devam edemeyeceklerini hissediyorlar.” (s.36). Camus, büyük yıkımlardan ancak büyük derslerle, büyük acılarla oluşan düşüncelerle çıkılabileceğini, utancın yarattığı yüzleşme ve arınmayla çıkılabileceğini söyler.
Camus’nun içinde yaşadığı dönem de fazla karanlık ve sislidir. Onun nesli, insanlığa karşı bir isyanın ürünüdür. Hep bir başkaldırı ihtiyacı duyar insanlar ama nasıl yapacaklarını ve ne ile olduğunu bilememe kendi içine dönen nihilist bir enerjiye dönüşür. “Evet, bu ilginç bir nesildir, çünkü her şeyden önce, önceki nesillerin kendisine sunduğu absürt dünya karşısında hiçbir şeye inanmıyor ve başkaldırı içinde yaşıyordu. Çağının edebiyatı açıklığa, anlatıya ve cümlenin kendisine karşı çıkıyordu…virmi beş yıllık uluslararası siyaset tüm saflıklardan şüphelenilmesini ve herkes haklı olabileceğinden kimsenin hatalı olmayacağını düşünmeyi öğretmişti.” (s.37).
Savaştan ve şiddetten nefret eden insanlar savaşın bir insanlık gerçeği olduğunu anlamış ve tam da bu yüzden insanlıklarını yitirmemek için savaşmak zorunda kalmışlardı. “Onlar ne savaşı ne de şiddeti seviyorlardı; buna rağmen savaşı kabullenmek ve şiddet uygulamak zorunda kaldılar. Yalnızca nefret için nefret duymuşlardı. Yine de bu zor bilimi öğrenmeleri gerekti. Kendileriyle tamamen çelişerek, herhangi bir geleneksel değere sahip olmaksızın, insanların karşısına çıkmış en acılı sorunlarla yüzleşmek zorunda kaldılar.” (s.38).
Bu, bir insanlık krizidir ve Camus’ya göre insanlık krizi, öldüren, zulmeden ya da işkence edenle öldürülen, zulmedilen ve işkence edilenler dışında kalan insanların insan olarak varlıklarını nasıl sürdürebildikleri sorusuyla ilişkilidir. İnsanın, başka insanlara büyük kötülükler yapabilmesi ancak hissizleşmeyle mümkündür ve hissizlik, esas öldürücü olan krizin nedenidir. Gözlerini kapatan ve duyarlılıklarını çaresizce yitirmekten başka çıkış yolu bulamayan insanlar, krizin baş aktörleridir. “Evet, bir İnsanlık Krizi vardır çünkü dünyamızdaki insanların ölümleri ve işkenceleri kayıtsızlıkla, dostane duygularla, deneysellikle ya da basit bir edilgenlikle ele alınabiliyor. Evet, İnsanlık Krizi vardır; çünkü bir canlının katliamı uyandırması gereken korku ve infialden başka bir şekilde karşılanabiliyor.” (s.39-40).
İnsanlık krizi gerçekliğin ve gerçek insanın yitimidir. Duyan, hisseden, bireysel tutkuları olan insan küçülmüş, un ufak olan parçalarından oluşan büyük bir canavar halinde büyük ideolojilerin, davaların ve öğretilerin kölesi haline gelmiştir. “Bu kriz aynı zamanda, gerçek insanların yerini siyasi insanların almasıdır. Artık mümkün olan kişisel tutkular değil kolektif yani soyut tutkulardır. Hepimiz istesek de istemesek de siyasete bulaştık. Artık önemli olan, bir annenin kederine saygı duymak ya da o kederi engelleyebilmek değil bir öğretiyi yüceltebilmek.” (s.42).
Camus’ya göre, olan biteni uzaktan izleyen, sessiz kalan ya da duyarlılık gösteremeyen her insan büyük öğretiler karşısında bireysel duygularını ve tutkularını yitirmiş bir köledir. Esaret altındadır. Mersault tam olarak bu insanı temsil eder. Buna karşın, büyük bir aldanışla hala özgür ve bağımsız olduğunu düşünmektedir. “En gururlu dostlarım hala İspanyol hapishanelerinde mahkumsa kim benim özgür olduğumu söyleyebilir?” (s.99). İnsanlığını yitirmek, insanın kendi oluşunu kaybederek başkası haline gelmesi, başkasının emrine girmesidir. Ortada, artık yalnızca efendiler ve köleler vardır. Bütün büyük yıkımların altında insanlığın efendi ve köle olarak ikiye ayrılması yatar. Her insan, öyle düşünse de düşünmese de iki sınıftan birine aittir ve tam da bu yüzden sessizce kaderini beklemektedir. “Çünkü bir efendi ve köle hiçbir ortak noktaya sahip değildir ve köleleştirilmiş bir insanla konuşmak ya da iletişim kurmak imkansızdır. Evet, esaret bir sessizliktir, hem de sessizliklerin en kötüsü.” (s.48).
Esaret, mutlak hakikate sahip olduğunu düşünen zorbalara karşı insanlığını feda ederek hayatta kalmayı kazanmaktır. Ölmemek için ölmektir. İnsanlık krizi, korkularından çıkamayan insanın göz yumdukları nedeniyle her gece kabuslar görmesine rağmen gündüz uyandığında hiçbir şey olmamış gibi metroda çocuğunun başını okşaması, adaletsizliğin pençesinde kıvranan milyonlar karşısında her sabah güneşin doğması gibi bir doğallıkla yeniden güne başlamasıdır. Holokost’un baş mimarlarından “Himmler en sevdiği kanaryasını uyandırmamak için evine her akşam arka kapıdan giriyordu.” (s.88). Kötülüğe bulaşmayıp uzak duran insanlar kötülük yapmamaktadırlar, evet, ama insanlık denilen şey pasif bir edilgenlikle, yapmayarak elde edilebilen bir değer değildir. Karşı çıkmayı ve her koşulda kibirsiz başkaldırıyı gerektirir. Adalet, asla pasif bir eylemsizlik demek değildir.
Her türlü ruhsal yıkım, alçakgönüllü bir düşünceyle, hakikati yok eden ne varsa karşısında durup bütün acılardan yeni düşünceler ve yeni felsefeler çıkarmayla üstesinden gelinebilir. İnsanlığı krizden çıkaracak olanlar zannedilenin aksine mutlak hakikate sahip olanlar değil buna bütün varlığıyla karşı koyanlardır. Çünkü: “‘Mutlak Hakikat’e sahip olmayan insanlar kimseyi öldürmek istemezler, başkalarının da kendilerini öldürmemesini isterler. Hakikati aramayı talep ederler, bu yüzden onlara bu araştırmayı yapmalarına izin veren tarihsel koşullara ihtiyaçları vardır.” (s.68).
Camus, yaşadığı dönemi “katiller çağı” diye ifade etmişti. Bunca zaman sonra geldiğimiz noktada buna ancak “utanç”ı ekleyebiliyoruz, o da hep başkalarının utancı sanarak!