Uluslararası medyanın 23cüsü İstanbul’da yapılan Dünya Enerji Kongresi ve ikili çerçevede gerçekleşen Erdoğan- Putin ve Erdoğan- Maduro görüşmeleri hakkındaki yayınlarını üç dilde taradım. Görebildiğim kadarıyla konuyla ilgili en geniş haberler Rus ve ayrıca Venezuela iç politikası ağırlıklı olarak İspanyol/Latin Amerika medyasında yer alıyor.
Batı Avrupa medyası, genel olarak, Türk akımı anlaşmasını öne çıkararak, enerjinin Türkiye ile Rusya’yı, Suriye’deki derin görüş ayrılıklarına karşın yakınlaştırdığı değerlendirmesinde bulunuyor. Ama Türk-Rus yakınlaşmasının uluslararası arenadaki yansımaları konusunda ciddi analizlere rastlamak mümkün değil. Bazı medyaların, Enerji Kongresi’ni görmediğine bile tanık oluyoruz. Örneğin Türkiye’ye özel önem atfeden ve bazı yayınlarını bu köşeden paylaştığım The Guardian’ın eski editörlerinden David Hearst’in Orta Doğu’nun en büyük haber portalı olma iddiasıyla çıkardığı Middle East Eye. Dijital gazete Putin’den söz ediyor ama Erdoğan ile yaptığı görüşmeden ve İstanbul’daki açıklamasından değil, süresiz ertelediği Paris ziyaretinden. (http://www.middleeasteye.net/fr/reportages/poutine-annule-son-voyage-paris-alors-que-la-france-augmente-la-pression-diplomatique-sur) İstanbul Kongresi Orta Doğu için hiç mi önem taşımıyor ki gazete üzerine birkaç satır yazmıyor diye düşünüyor insan ve bu eksikliği dürüst, bağımsız gazetecilikle de bağdaştıramıyor ister istemez.
El País’in İstanbul muhabiri Andrés Mourenza’nın imzasını taşıyan “Enerji Rusya ile Türkiye’yi Suriye’deki görüş ayrılıklarına karşın yakınlaştırıyor” başlıklı haberde Nabucco projesinin unutulmuş olmasından duyulan burukluk dile getiriliyor. Bu bağlamda, Dünya Enerji Konseyi Direktörü Karl Franz Rose’a atfen, AB’nin İran gazını Orta Avrupa’ya taşımayı öngören bu projeyi Tahran’a uygulanan ekonomik yaptırımlar nedeniyle ABD ile ters düşmemek için bir yana bıraktığı vurgulanıyor. Avrupa için bir başarı öyküsü olmayan bu gerçeği okurlarından saklamak için mi MEE İstanbul’da neler olup bittiğini görmek istemiyor acaba sorusu akla takılıyor bu arada.
İspanya’nın hükümet yanlısı en büyük gazetesi ABC ise, 11 Ekim Salı günü F. De Andrés ’in “Vladimir Putin, Nicolás Maduro y Tayyip Erdoğan’ı ne birleştiriyor” başlıklı analiziyle Erdoğan karşıtlığının 15 Temmuz ertesinde büründüğü yeni yüzü sergiliyor. İspanya ve Latin Amerika’da ne kadar güçlü olduğu yapageldiği İspanyolca yayınlardan anlaşılan FETÖ’nün etkisiyle mi bilinmez ama bu üçlü benzetmenin “otoriterlik” alt başlığında yer alan satırların özellikle Erdoğan’la ilgili bölümü Türkiye gerçeklerini yansıtmaktan çok uzak. “Erdoğan, Putin ve Maduro gibi, Batılı parlamenter sistem görünümü taşıyor olsa da, siyasi muhalefete alan bırakmayan bir tek partili sistem istiyor. Rusya’da yapılan son parlamento seçimleri ve Türkiye’de darbe girişimi ertesinde temizlik bahanesiyle muhalefetin sıkıştırılmasının, Venezuela’da görevden alma (revocación ) referandumunu geçiştirme ve muhalefet lideri Leopoldo López’in hapse mahkûm edilmesi çabalarının (…) gösterdiği gibi. “ (http://www.abc.es/internacional/abci-vladimir-putin-nicolas-maduro-y-tayyip-erdogan-201610110225_noticia.html)
Rusya ile Venezuela’nın “Chavist” rejimi arasındaki yakınlık bilindiğine ve Maduro Nobel’e alternatif olarak oluşturduğu Hugo Chávez Barış Ödülü’nün ilkine daha geçen gün Putin’i lâyık gördüğüne göre, iki devlet adamı arasındaki yakınlık kimse için şaşırtıcı değil. Ayrıca iki ülkenin başkanlık sistemiyle yönetildiği ve federal sisteme sahip olduğu dikkate alınırsa aralarında bir ölçüde paralellik kurulabilir belki ama Rusya ve Venezuela’daki siyasi durum da birbirinden çok farklı.
Rusya Federasyonu’nda geçen 18 Eylülde yapılan genel seçimleri Putin’in Birleşik Rusya Partisi yüzde 54 oyla kazanmış, Duma’nın 450 sandalyesinden 343’ünü elde etmiş bulunuyor. Seçimlere hile karıştığına ilişkin söylentiler olsa da, Putin’in partisi tartışılmaz bir çoğunluğa ulaşmış durumda. Kısacası Putin’in arkasında sağlam bir parlamento çoğunluğu var.
Venezuela’da ise, Rusya’dan farklı olarak, 6 Aralık 2015 seçimlerinde muhalefet cephesi büyük başarı sağlayarak Meclis’teki sandalyelerin üçte iki çoğunluğunu (112/157) kazandı. Bu çoğunluk anayasayı değiştirmeye bile yetiyor. Ülkeyi kararnamelerle yöneten Maduro, anayasanın başkanlık sistemlerine özgü “impeachment” kurumu yerine öngördüğü görevden alınma referandumunun (referendum revocatorio) kıskacında zaman kazanmaya çalışıyor. (İmpeachment olsaydı Maduro Brezilya’da Başkan Rousseff gibi çoktan görevden alınmıştı)
El País, Maduro’nun İstanbul’da olduğu 10 Ekim tarihli nüshasında “ Venezuela otoritarizme doğru” (Venezuela, al autoritarismo) başlıklı bir başyazı yayımladı. Başyazıda ilk olarak, söz konusu referandum için zaman kazanılmak istenmesi eleştiriliyor. Çünkü 233. maddeye göre, referanduma Başkan’ın görev süresinin bitiminden iki yıldan daha az bir süre kaldığında (10 Ocak 2017 sonrası) gidilirse -ki kesinleşti- sonuç ne olursa olsun, seçimler normal zamanında yapılıyor; başka bir deyişle hemen yenilenmiyor. Bu durumda Başkan’ın yerini kalan süre için yardımcısı (Aristóbulo Istúriz) alıyor. Bu da, Chavist yönetiminin, Nicolás Maduro gitse dahi, Meclis’teki ezici muhalif çoğunluğa karşın 2019’a kadar iktidarda kalmaya devam etmesi demek.
Başyazıda Maduro ve yönetimine yöneltilen ikinci eleştiri, 2014’de rejime karşı yapılan protesto gösterileri ertesinde tutuklanan muhalefetin ünlü siması Leopoldo López’in, çıkarıldığı mahkeme tarafından gösterilerde çıkan olaylarda 43 kişinin ölümünden de dolaylı olarak sorumlu tutularak 13 yıl 6 ay hapis cezasına mahkûm edilmesi. (http://elpais.com/elpais/2016/10/09/opinion/1476032470_399614.html)
Maduro ’ya yönelik bir başka eleştiri de, geçen Ağustos ayında bürokraside yaptığı temizlik. Bu konuda gazetenin 24 Ağustosta yayımladığı “Venezuela’da temizlik” (Purga en Venezuela) başlıklı başyazıda, Maduro’nun referandum için imza vermiş olan (imza sayısı 233. maddenin işletilmesi için önem taşıyor) bürokratların (bürokrasinin üçte birine tekabül eden yaklaşık 19 bin kişi) görevden alınmasına dair kararı ve bu konuda yapmış olduğu açıklama eleştiriliyor. Maduro bu bağlamda, Sağ darbeye kalkışacak olursa, kendisinin Erdoğan’dan daha sert tepki göstereceğini açıklamıştı. Böylece Türkiye ile benzerliği ilk kuran bizzat Maduro olmuştu. Bu nedenle başyazıda, Erdoğan’ın yaptığı temizlik ne kadar eleştirilirse eleştirilsin, Türkiye’nin anayasal düzene karşı bir darbe girişimine maruz kaldığı, Venezuela’da ise anayasal düzeni bozanın doğrudan Maduro hükümeti olduğu vurgulanmıştı. (http://elpais.com/elpais/2016/08/23/opinion/1471972764_933745.html)
Sonuç olarak belirtmek gerekirse, ne Türkiye’yi Venezuela ile anayasal düzeni açısından, ne kendisi büyük bir çoğunlukla seçilmiş, partisi de Meclis’te beşte üç çoğunluğa yaklaşmış olan Erdoğan’ı siyasi gücü bakımından Maduro ile karşılaştırmak mümkün. Buna karşılık genelde saçma bulduğum F. De Andrés’ in ABC’deki değerlendirmesinde doğru olan bir nokta var: o da Erdoğan’ın, Putin ve Maduro gibi, ABD’ye meydan okuyor olması. Bu ortak noktadan bakıldığında, üç liderin ABD’ye karşı güçlerini bir bakıma birleştirdikleri görülüyor.
Ne var ki bu birleşmenin zayıf halkasını Meclis’teki çoğunluğunu yitirmiş olan Maduro ve Chavist rejim oluşturuyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Ocak ya da Şubatta Caracas’a yapacağını açıkladığı ziyaret, Chavist rejimi yıkmak için bugüne kadar elinden geleni ardına koymamış olan Washington’a, Suriye politikasından ötürü duyduğumuz tepkiyi vurgulamak bakımından anlamlı bir mesaj olabilir. Ama 2019’da olasılıkla gidecek olan Chavist rejime fazla angaje olmamak kaydıyla. Çünkü küresel güç olma iddiasındaki bir ülke için, ABD’nin arka bahçesinde, Kerry’nin Kuba açılımı sırasında yaptığı açıklamanın aksine hâlâ bitmediği anlaşılan Monroe doktrininden yaka silken halkların seçtiği tüm siyasi güçlerle iyi ilişkiler içinde olmak öncelik taşıyor.