New York’taki en tuhaf anılarımın çoğu Ramazan ayına ait. Uluslararası hukuk yüksek lisansını yaptığım NYU’daki en yakın arkadaşlarımdan biri olan Yunan dostum Lemi (ismini değiştirdim) , oruç ve iftarın nasıl bir şey olduğunu merak etmiş, eve iftara çağırıp anlatmam yeterli olmamış, üniversite camisinde her akşam toplanılıp birlikte yapılan iftarı merak etmişti. İkimizin arkadaşlığı zaten bir Netflix dizisi gibiyken, birlikte belki de dünyanın en kozmopolit camisinde iftar açmaya gitmemiz oldukça sürrealdi.
Yunanistan-Türkiye dinamiği ise bu hikayenin en sıkıcı kısmıydı. Zira Lemi, Sefarad asıllı bir Yahudi’ydi ve anadili gibi Türkçe konuşuyordu. Küçüklüğünden beri Türk dizilerine ilgili olduğu için kendi kendine öğrenmiş, ardından Gümülcine’de hukuk okurken özel ders almış, inanılmaz derecede akıcı konuşmaya başlamıştı.

Birlikte gittiğimiz cami, duvarlarla örülü bir kampüs içerisinde değil, şehrin kalabalık sokakları arasında dağılmış binalarıyla şehri kampüs kılan bir üniversitenin diğer kısımları gibi kentin kalbindeydi. Sol ve kimlik hareketlerinin protestolarını yaptığı Washington Square Park’ın tam karşısında, oldukça büyük bir rezidansın içerisinde sade döşenmiş geniş bir alandı.

Arkadaşım Türk dizilerinden İslam ve Ramazan hakkında yeterli bilgiye sahip olduğu için birçok şeye zaten hakimdi. Yere oturup yemek konusunda ise benden daha fazla yetenekliydi. Fakat ezan okunup oruç açıldıktan sonra çevremizdeki insanlarla başlayan sohbet konusunda ikimiz de hazırsızdık.
Türk dizileri sayesinde her ne kadar Lemi, tek tip bir Müslümanın olmadığı konusunda bilinçli olsa da yanımızda oturup sohbete girenlerin profili karşısında şok oldu. En az benim kadar.
Herkes birbirine selam veriyor, büyük ve samimi bir gülümsemeyle ismini, işini, ülkesini soruyor; yanıt verdiğimizde Türkiye ve Yunanistan hakkında en detaylı bilgileri sıralıyordu. Bu ABD’nin en iyi üniversitesi için pek şaşırtıcı değildi. Fakat siyasi sohbetler ilerledikçe, iftar cemaatinin sol ve sosyalist eğilimleri ortaya çıkmış, iftar sohbeti kısa bir sürede azınlık hakları, göçmenlik, sosyal adalet münazarasına dönmüş, arkadaşım ile kendimizi beynelminel bir siyaset meydanında bulmuştuk.
Hem Yunanistan’da hem Türkiye’de dindarlık sağ ile özdeştiği için bu sohbeti dinlemek hem şaşırtıcı hem de kafa açıcıydı. İftar cemaati sokağa çıkıp bu söylemlerle tebliğ yapsa büyük ihtimalle en liberal ilerici NYU kampüsünün önemli bir kısmını ikna edebilirlerdi. Fakat böyle bir dertleri de yoktu. Zira kimsenin dini, kimliği, düşüncesi ile ilgilenmiyor, başkalarının hayat tarzları ve inançlarını pek de merak etmiyorlardı. Arkadaşım kendini “neden buraya geldin, iftarı nasıl buldun?” gibi sorulara hazırlamıştı, hiçbiri sorulmadı. Türkçe konuşan Sefarad Yahudisi bir Yunan kadının bir camiye iftara gelmesi sanki dünyanın en normal şeyiymiş gibi doğal karşılanmış, tek bir kişi bile yadırgamamıştı.
Zira bu cemaat için oldukça normaldi. Caminin o dönemki imamı da 40 yaşındaki New Jersey’li din adamı Halid Latif’yi. Halid Latif, yeri geldiğinde Yahudilerin yeri geldiğinde eşcinsellerin protestolarına katılan, her kesimin insan haklarını savunan, her türlü nefret söylemini kınayan, sosyal adalete yönelik mesajlar veren, İsrail ve Birleşik Arap Emirliklerini baskıcı politikaları nedeniyle çekinmeden kınayan cesur ve özgürlükçü bir din adamıydı.

Latif, belki akademik zaviyeden bakanların “progressive Islam” denebilecek bir dini yorumun temsilcisi. Sol ve kimlik hareketlerine olan yakınlığını İslam’ın hoşgörü anlayışıyla pekiştiriyor, bazı tartışmalı konulara pek girmese de özellikle dayanışmaya yönelik mesajları önplana çıkarıyordu. Bu nedenle de NYU’nun camisi belki de şehrin en eğitimli, en kozmopolit cemaatlerinden birine sahipti. Bir Cuma vaazı sosyal dayanışma ve adalete yönelik bir çağrıya dönüşebiliyor, Latif siyasete girmekten ve özellikle sosyalist Müslüman adayları desteklemekten kaçınmıyordu. Dünyanın her yerinde azalan cami cemaati, sekülerleşen gençlik konuşulurken belki de en hareketli, dinamik camilerden biri Manhattan’ın kalbinde Greenwich Village’teydi. Ramazan boyunca gençlerin evden yemek getirdiği, iftardan sonra söyleşilerle sohbetlerle sahura kadar oturduğu çok dinamik bir camiydi. Ve siyaset her zaman sohbetin ana konusuydu, tabii ki soldan soldan.
Nitekim bunlardan en önemlisi de Latif’in sık sık görüştüğü ve hem dini hem de siyasi konularda akıl verdiği Zohran Mamdani’ydi.
Seçimden bir gün önce İmam Latif, Zohran için dua edeceğini açıkladı ve destek mesajını “insanlara kim olduğumuzu kim olduğunu göstererek göster” dedi. Latif’in son nasihati sadece siyasi değil, aslında diniydi. Zira Zohran da Latif gibi dindar bir Müslümandı. Latif, farklı mezheplerden olsa da Zohran’dan barış ve dayanışmaya dayanan din anlayışını dünyaya göstermesini istemişti.
Her ne kadar New York’tan binlerce kilometre uzaktan kendi mahalle duvarlarının ardından, dar günlük siyasi çıkarlarının telaşıyla Zohran’ı başkalaştırmaya, farklı bir hikaye ortaya koymaya çalışanlar olsa da Zohran, savunduğu demokratik sosyalizm, sosyal devlet, kimlik hakları, özgürlükçülük gibi hususları ileri sürerken dini inancını yedek kulübesinde bekletmeyen veya Müslümanlığı sadece azınlık olmanın getirdiği bir kimlik olarak görmeyen, tam aksine bu görüşlerini inancın etkisiyle de savunan biri.

Zira Zohran’ın din anlayışı birçok kişinin mesafeli veya kalben bağlı olduğu anaakım dini anlayıştan farklı. Zohran New York’un ortasında eğitimli, beynelminel, sola yakın her türlü ayrımcılığa net şekilde mesafeli ve durmadan görüşlerini güncellemeye odaklı münazara bağımlısı bir “cemaate” mensup.
Ve bu “cemaat” de Zohran’ın zaferinin gizli sırrı.
Zohran hesap ver: Müslüman mısın, sosyalist mi, yoksa Müslüman sosyalist mi?

Aslında kendisinin neyi vurguladığı veya kampanyasının ana mesajı olarak neyi ön plana çıkardığını Zohran zafer gecesi yaptığı etkileyici konuşmada bizzat kendisi verdi: “Gencim, Müslümanım ve demokratik sosyalistim. Ve bunların hiçbirinden utanmıyorum.”
Zohran’ın kampanyasının özeti aslında bu dört kelimeydi: Gençlik, Müslümanlık, Demokratik Sosyalizm ve Sahicilik.
Özellikle genç ve yeni bir siyasetçi oluşunu sosyal medyayı aktif bir şekilde kullanması ve savunduğu değerleri net, kısa, eğlenceli bir şekilde anlatmasıyla bağladı; gündelik hayata dair sosyalist vaatlerle de demokratik sosyalizm kısmını güçlendirdi. Bütün bunları yaparken de sahici bir kişi olduğu için nefret saldırıları karşısında geri adım atmadı, her gittiği mecrada aynı duruşu sergiledi.
Fakat Türkiye’den bakılınca anlaşılması zor olan Müslümanlık kısmı oldukça karmaşık. Öncelikle Zohran, kampanya ekibinin de açıkça belirttiği üzere en ilk başta hiç bilinmeyen bir aday olarak şehrin 1 milyonluk Müslüman nüfusunun hedefledi. Zira bu kesim sokak satıcıları, hizmet sektörü çalışanlarından oluşan işçi sınıfıydı. Şehrin kenar mahallelerinde yaşayan, genellikle oy kullanmaya gitmeyen bu kesim, ilk kez kendilerinden birini pusulada gördükleri için heyecanlanmıştı. Nitekim Zohran bu kişilere kampanyanın ilk günlerinde odaklandı. Yerel kıyafetleri, dini atıfları, Arapça Urduca reklamlar ile bu seçmene seslendi. Neredeyse şehirdeki bütün imamlarla buluştu, cami cami gezerek Cuma namazlarından sonra konuşma yaptı. Kampanyanın bu sürecinde sadece Müslüman azınlığın hakları üzerinden değil, savunduğu sosyalizm gibi vaatleri de din ile temellendirerek anlattı. Bu noktada kamu gücünü dinden ayıran seküler bir siyasetçi olsa da siyasi düşünce dünyasının temellerini dinden ayırmak o kadar kolay değil. Nitekim Zohran kazanır kazanmaz ilk Cuma namazı ziyaretinde camide ibadet sonrası yine hadislere atıf yaptığı ve hadislerle siyasetini açıkladığı bir konuşma yaptı. Seçim dönemi boyunca verdiği sosyalist vaatleri İslami öğretiyle temellendirerek açıkladı.
Çünkü Zohran, beynelmilel şehirli solcu birçok Müslüman New York’lu gibi İslam ile sosyalizmi, azınlık haklarını, kimlik farkındalıklarını birbirinden ayrı görmüyor. Bu isimsiz cemaatin hayat tarzını ve bakış açısını gündeme taşımaktan da çekinmiyor.
Bunu anlamak için geçmişten bugüne her Ramazan ayında paylaştığı hadise bakmak yeterli: “Bir kişinin yiyeceği iki kişiye, iki kişinin yiyeceği dört kişiye, dört kişinin yiyeceği de sekiz kişiye yeter”

Zohran özellikle siyasi kariyeri boyunca, İslam ve çevre hakları gibi konuları özdeştirmeye çalışan, kampanyanın ilk günlerinde “ilk Müslüman belediye başkanı olmak” temalı videolar çeken, son gününde rakiplerinin İslamofobik mesajlarına yanıt olarak “Müslüman olmak” temalı bir videoyu mescit kütüphanesinde kayda aldığı Twitter’da paylaşan ve 26 milyon izleyiciye ulaşan bir söylem benimsedi. Sosyalizmi hadislerle, dini metinlerle temellendiren, kendini ve çevresindeki Müslümanları buna ikna etmeye çalışan bir tutumdu bu. Bu nedenle rakibi Cuomo, Zohran’ın eşcinsel haklarını desteklediğini belirterek ekibi aracılığıyla Müslüman cemaate Zohran’ın gerçek bir dindar olmadığı konusunda kara propaganda yapmak zorunda kaldı, New York seçimleri tuhaf bir “gerçek İslam ne?” tartışmasına ev sahipliği yaptı.

Zohran için Müslümanlık sadece bir azınlık, İslamofobiye karşı başvurduğu bir kenara itilmişlik meselesi değil, hayata dair görüşlerini temellendirdiği fakat bunu büyük ihtimalle birçok kişi anaakımdan farklı bir şekilde yaptığı bir inanç.
Aslında gece kulüplerinde DJ’lik yaparken, TikTok’ta video çekerken, sinagogta Yahudilerin ibadetine eşlik ederken verdiği mesajları Cuma cemaatine eksiksiz bir şekilde iletmesinin sebebi de bu. Çünkü Zohran savunduğu şeyleri inandığı din ile çelişkisiz bir şekilde görmüyor.
Aynı zamanda Müslüman kimliğini vurgulaması, kampanyasına yönelik ilgiyi de arttıran bir unsur. Özellikle Müslüman yabancı öğrencilerin Filistin aktivizmi nedeniyle vizelerinin iptal edilmesi, İslamofobinin artması gibi gelişmelere karşı Zohran, New York’un kozmopolitliğinin korunacağını, kenara itilen azınlıklara yönelik 11 Eylül’den sonra artan sistematik ayrımcılıkları ön plana çıkararak bunun telafi edileceğini de sık sık belirtmişti. Fakat bunun da ötesinde Zohran’ın birçok konuda eski nesillerden farklı olan, şehre olan adaptasyonu fazla genç Müslüman New Yorklu eğitimli sınıfla arasındaki bağ da çok kritik. Özellikle Hinge adlı bir uygulamada tanıştığı Suriye asıllı ve Esad karşıtı karikatürist eşi Rama Dujawi ile aşkları, birçok New Yorklu Müslüman için “rol model”.

Kentin en önemli konumuna yükselen bu orijinal çift, arkadaş çevresi ve sosyal hayatıyla sanat, kültür hayatıyla, farklı yaşam tarzlarıyla entegre, iç içe. Bu nedenle çok daha özgürlükçü, başkalarının hayatına çok daha az müdahaleci bir dindarlık yaşayan, göçmen olmalarına rağmen şehrin kozmopolitliğine entegrasyonu çok iyi şekilde sağlamış eğitimli Müslüman New Yorklular bu kampanyanın her aşamasında aktifti. Zohran’ın dar kadrosunda çok sıkı bir şekilde çalışan bu genç Müslümanlar, en az sosyalistler kadar kampanyada belirleyiciydi. Zira ilk aşamada Zohran’ı %1’lerden ciddi bir aday konumuna çıkaran şehirde daha önce temsil edilmemiş Müslüman azınlığın mobilize edilmesi ve aynı zamanda Filistin davasını sahici ve eksiksiz bir şekilde benimseyerek İsrailci Demokratlara ve kentte güçlü lobilere tepkili gençleri, solcuları peşinden sürüklemesiydi.
Tabii ki Zohran, Müslümanlığı sadece görüşlerini de temellendirmek için içsel olarak başvurduğu bir inanç olarak değil, aynı zamanda seçimlerde farklı seçmen gruplarını etkilemek için başvurduğu bir kimlik olarak da kullandı.
Fakat bu noktada tek başına Müslümanlığa odaklanmadı.
Çok daha geniş bir yelpazeyi hedefledi. Zira Zohran, farklı mahallelere odaklanmak ve seçimi bugüne kadar belki de sandığa pek gitmemişlerle kazanmak istiyordu. Ve Zohran’ın Müslümanlığı sosyalizmden pek de ayrı bir yere düşmüyordu. En azından kendisi için.
Kimlikçi siyaset mi, ikna eden sosyalizm mi?
Zohran, belki hayata klasik bakan bir sosyalistin “kimlikçi” diye suçlayabileceği tarzda insanların kimlikleri, inançları ve hayat tarzlarına önem veren, bunlara göre siyasi ve kültürel konum alabileceklerini öngören, kimlikten kaynaklı duygulara seslenmeye önem veren biri. Fakat Kamala Harris veya başka Demokratlar gibi “kimlikçi” biri değil. Bunun en önemli sebebi, Zohran’ın cami-sinagog-kilise-kulüp gezerken söylem değiştirmediği gibi bu kimliklere seslenirken de kendisini değiştirmemesi. Bunun en sade ve net örneği ise yine zafer konuşmasındaydı.
Zohran şehrin gerçek sahiplerini göçmenler olarak tanımladı:
“Bu şehrin siyaseti tarafından hep unutulan ve bu hareketi kendi hareketi haline getiren herkese teşekkür ederim.
Yemenli bakkallar…
Meksikalı büyükanneler…
Senegalli taksiciler…
Özbek hemşireler…
Trinidadlı aşçılar…
Etiyopyalı teyzeler…”
Fakat bu konuşmada kimliklerin her birinin yanına bir “iş” ekledi, sosyal bir sınıf eklemledi. Böylece göçmenlerin sadece kültürel veya etnik duygularına seslenmekle kalmadı, jenerik bir kimlik konuşması değil, bu kimliğin ekonomik ve sosyal yansımalarını da sosyalist bir açıdan ele aldı. Verdiği sosyalizm mesajını daha ikna edici ve duygusal olarak etkileyici hale getirdi. Nitekim konuşmasının başında da oldukça net bir sol mesaj vermiş ve ait olduğu görüşün köklerine selam verircesine çok önemli bir sosyalist lidere atıf yapmıştı:
“Dostlarım, teşekkür ederim. Bu akşam güneş şehrimizin üzerinde batmış olabilir ama Eugene Debs’in bir zamanlar dediği gibi: “İnsanlık için daha iyi bir günün şafağını görebiliyorum.”
…Depo zemininde kutu kaldırmaktan morarmış parmaklar…
Kuryelik yapanların gidonlardan nasır tutmuş avuç içleri…
Mutfak yangınlarından yara izleri taşıyan eklemler…
Bu ellerin güce uzanmasına izin verilmedi hiçbir zaman.
Ama siz, son 12 ay boyunca, daha büyük bir şeye uzanmaya cüret ettiniz Ve bu gece, tüm engellere rağmen, onu tuttuk.
Gelecek artık bizim ellerimizde.”
Zohran, nasır tutmuş ellerin ilk kez gücü ele geçirdiğini söylerken ünlü Amerikalı sosyalist siyasetçi Eugene Debs’e selam vermiş, onlarca farklı kimlik, dinden oluşan salon Eugene Debs’in adını duyunca coşmuştu. Büyük ihtimalle Debs uğradığı onca haksızlığın ardından yıllar sonra kapitalizmin başkentinde bu şekilde honore edildiğini duysa sosyalist devrimi yapmış kadar mutlu olurdu.

1855 yılında doğan Eugene Debbs, 14 yaşında okulu bırakmış ve farklı sektörlerde çalışmaya başlamıştı: İtfaiye, araba yıkama, manavlık… Debs başarılı bir hatip olarak çalıştığı yerlerde işçilerle iyi bir diyalog kuruyor, işverenlerle yaşanan sorunlarda işçilerin haklarını gür sesle savunuyordu. Sendika hareketi içinde sevilen bir isim olan Debs, önce Amerikan Demiryolları Sendikası’nın başkanı seçildi; ardından Pullman Vagon Fabrikası grevini örgütledi. Grev kapsamında bir ay boyunca 250 bin işçi iş bıraktı, demiryolu çalışanları Pullman vagonlarını taşıyan trenleri sürmeyi, bu trenlere yük bindirmeyi reddetti. Federal hükümet posta servisinin aksadığını ileri sürdü ve greve müdahale etti. Basın da öfkeliydi, New York Times grev lideri Debs’i “insan ırkının düşmanı” ilan etmişti.

Ordu hükümetin emirlerini uygulamak için müdahale etti, 30 işçi hayatını kaybetti, Eugene Debs ise hapse atıldı.
Debs, hapiste kaldığı 6 ay boyunca ülkedeki sosyalistler tarafından kahraman ilan edildi; hapishaneye Marx’ın kitapları postalanıyor, sosyalist gazeteciler ve siyasetçiler Debs’i ziyaret ediyordu. Demir parmaklıklar arkasında Debs böylece sosyalizmle tanıştı, Marx’ın eserlerini okudu. Artık kendisini sadece işçi hakları savunucusu olarak tanımlamıyordu; artık savunacağı bir ideolojisi vardı, sosyalistti.
Hapisten çıktıktan sonra 1897 yılında daha sonra Sosyalist Parti adını alacak Sosyal Demokrat Parti’yi (SDP) kurdu. Amerikalı sosyalistler Debs önderliğinde birleşmiş, Sosyalist Parti de artık başkanlık seçimlerinde aday çıkaran güçlü bir üçüncü parti, alternatif yol olarak kendisini ortaya koymaya başlamıştı.

Debs rekor oya 1912 yılında ulaştı. Hiçbir eyalette birinci olamasa da ülke genelinde % 6 oy almıştı. ABD’de hiçbir sosyalist o günden sonra kendi partisiyle bu oy oranına erişemeyecekti.
Debs’in hayatını değiştiren olay ise Birinci Dünya Savaşı oldu. Birinci Dünya Savaşı için ilan edilen seferberliğe karşı çıktı; ABD savaşa katılmamalı, desteklememeliydi. En ateşli savaş karşıtı konuşmasını 1918 yılında Ohio’da yaptı: “Sizi başından beri savaşa gidip, emirleri doğrultusunda katledilmeniz için eğittiler. Fakat halkların tarihinde, insanlar hiçbir zaman savaş ilan etme hakkına sahip olmadı. İlginç ama bugüne kadar hiçbir halk savaşı başlatan taraf olmadı…”
Eugene Debs, Başkan Wilson’ın savaş karşıtlarını hapse atmak için kabul ettiği yasalar uyarınca halkı tahrik ettiği gerekçesiyle tutuklandı ve hapse atıldı.

Mahkeme, Debs hakkında 10 yıl hapis cezası vermiş, oy verme hakkını ömür boyu elinden almıştı. Fakat Debs’in başkan adayı olmasının önünde herhangi bir anayasal engel yoktu. Nitekim 1920 seçimlerinde hapisteyken başkan adayı oldu, hükümlü koduyla posterleri yapıldı, Debs hapishaneden seçim konuşmalarını ve vaatlerini yazarak halka iletti. 1920 seçimlerinde oyların yüzde 3’ünü aldı, oyları önceki seçimlere göre yarı yarıya düşmüştü.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında Wilson İlkeleriyle ön plana çıkan ve dünya barışı için çabalayan Başkan Wilson, Debs’e karşı pek insaflı değildi. Rakibinin hapisten seçim kampanyası yürütmesine, hapisteyken sağlık durumunun kötüleşmesine karşı tepkisizdi. Hükümetteki hukukçuların Debs’i affetmesi taleplerini reddetti: “Debbs bir vatan hainidir.”
65 yaşındaki Debs’in sağlık durumu hapiste iyice kötüleşti, bağışıklık sistemi çöktü. ABD Yüksek Mahkemesi de hukuka aykırı bir karar alarak Debs’in cezasını onamıştı, tek çare başkanlık affıydı.
1920 seçimlerini Debbs kaybetse de kazanan aday Cumhuriyetçi Harding olmuştu. Harding’in ilk işlerinden biri Debs’in cezasını bozmak oldu, Debs 66 yaşında hapisten çıktı, Beyaz Saray’a giderek Başkan Harding’e teşekkür etti. Daha sonra sağlık sorunları nedeniyle sanatoryuma yattı, 5 sene sonra da vefat etti.
Hukuksuzluk sarmalları ABD’nin gelecek vadeden sosyalistini yenik düşürmüştü, bir daha hiçbir sosyalist “Sosyalist Parti” logosuyla seçime girip yüzde 6 alamayacaktı.
Debs’in yarım kalan davasını ise açıkça sosyalist olduğunu söyleyerek 2016 önseçimlerinde büyük ivme yakalayan Bernie Sanders, daha sonrasında Alexandria Ocasio Cortez gibi siyasetçiler ve en önemlisi kapitalizmin kalbini Debs’in zafer konuşmasıyla kazanan Zohran Mamdani tamamlayacaktı.
Nitekim Zohran da Debs gibi ülkesinin resmi politikasını eleştirmiş, kırmızı çizgileri aşmış ve bu yüzden ılık bir suda değil sopsoğuk tekinsiz bir suda sosyalizm mücadelesini vermiş, her türlü riski göze almıştı.
Bu nedenle de Trump’ın Zohran’a yönelik hapis, görevden alma, federal askerleri New York’a yollama gibi tehditleri aynı zamanda Amerikalı sosyalistlerin de tatsız bir talihi, tarihin kötü bir tekerrürü.
Fakat Zohran bu tekerürü kıracak gibi duruyor.
Peki bu işten biz ne anladık?
Zohrana düşmanları bile hayran. Trump, Zohran’ı tehdit ederken kulis haberlerine göre ekibine Zohran’ın iletişim yeteneklerini takdir ettiğini ve herkese taktiklerini takip etmesi gerektiğini belirtiyor. Zohran ise şimdiden pragmatik bir şekilde geçmiş dönemde belediyede çalışan üst düzey solcu kadınları geçiş dönemi ekibine dahil ediyor, Biden döneminde büyük şirketlerin bölünmesi, teknoloji şirketlerine yönelik denetimlerin artması için çalışan Federal Ticaret Komisyonu eski başkanı Lina Khan’ı bu ekibin başına getirtiyor.

Zohran’ın başarısı sadece çok başarılı bir seçim kampanyası yönetmek değil, 120 milyar dolarlık bir belediyenin bütçesini ABD’nin kapitalizm, İsrail gibi bütün kırmızı çizgilerini yerle bir eden bir siyasi söylemle yönetebilecek konuma gelmek, İsrail lobisinin kalesinde İsrail ile bağları kesmeye hazırlanmak. Fakat aynı zamanda, Türkiye’den bakınca her kesimin en radikalini, en bağnazını, en dar bakışlısını öfkelendirecek bir griliği dünyanın gündemine taşıması.
Bu grilik, Zohran’ın sosyalist, Müslüman, genç olması değil; sosyalist bir Müslüman genç olması. Farklı görüşlere, hayat tarzlarına saygılı, fakat aynı zamanda dindar bir siyasetçi olması. Herkes ile aynı anda aynı amaç için yürümeye hazır sahici bir demokrat olması. Ayaklarını yere bastıran ideolojiye aklını, zihnini, vicdanını teslim etmeyip herkese potansiyel bir yoldaş gözüyle bakması. İknadan asla vazgeçmemesi.
Bu nedenle Zohran’a “proje”, “takiyeci” diyenlerin; Müslüman mı sosyalist mi olduğu konusunda kafa karışıklığı yaşayanların, siyasi çıkarına göre Zohran’ı kendince resmetmeye çalışanların Zohran’dan korkması oldukça doğal. Zohran’ın bu griliğinin, arada kalmışlığının dünyaya örnek olması demek; birçok kişinin öfkeli mahalle nöbetçisinin konumunun sarsılması, insanların mahalle duvarlarından başını kaldırması demek. 7/24 karşı tarafa dair gerçekçi olmayan, nüansları es geçen ve sadece kendi mahallesini travmatize edecek bir uslüp kullananlar elbette Zohranların dünyasında bu konumlarını kaybedecekleri için Trumpların dünyasını tercih edecektir.
Bu kişilerin hikayesi acınası. Hayatın dinamizmi ve engellenemez akışı karşısında çaresiz. Fakat Zohran’ın gri hikayesi, aslında bizim hikayemiz. Zohran ne kadar griyse, biz de o kadar griyiz. Çelişkilerimiz, farklı kimliklerden arkadaşlarımız, dostlarımız, ortak alanlarımız, farklılıkların bir arada olmasına dair inancımızla hepimize Zohran kadar gri, onun kadar çelişkili, onun kadar yaşamın ve sokağın dinamizmine bağlıyız.
Bu nedenle Zohran’ın zaferini izlemek de Zohran’ın griliği karşısında öfke nöbeti geçirenlerin binlerce kilometre öteden sandığa gömülen İsrail lobisi, Cuomo gibi gülünç bir panikle rezil olduğunu görmek de çok keyifli, heyecan uyandırıcı.
Zohran’ın başına Trump’ların dünyasında her şey gelebilir. Bunun açtığı yol açısından pek bir önemi yok. Şimdiden birçok İsrail karşıtı solcu, genç siyasetçi İsrailci Demokratların karşısında önseçimlerde adaylığını açıkladı, 2026 ara seçimlerinde Demokratlar Zohran rüzgarı ile çok daha fazla sola ve Filistin’e kayabilir.
Zohran başardığını başardı bile, her ne kadar çok daha fazlasını yapacağı kesin olsa da çöpleri toplayıp toplamadığının şimdilik bir önemi yok.
Zohran’ın griliği, hayatın renklerini bize oldukça karanlık bir dönemde hatırlattı bile.
Bu heyecanın ne olduğunu anlamak içinse önce Zohran’ı, sonra New York’un o renkli kaosunu anlamak şart.
Yoksa Zohran karşısında öfke nöbetine girenlerin, hayatın akışını değiştirmenin, renkleri soldurmanın, griliği yok edip dünyayı siyah ve beyaza mahkum etmenin imkansız bir mücadele olduğunu anlaması için daha çok rezil olması gerekecek.

