Kaag, Nietzsche’nin insanlardan kaçıp dağlara çıkış hikayesinin peşine düşüyor kitapta. Adından da
anlaşılacağı gibi, İsviçre Alplerinde Nietszche’nin geçtiği patikalardan geçiyor, kaldığı yerlerde kalıyor,
gizlendiği oyuklarda sabahlıyor, her an yoğun duyguların tesiri altında onunla birlikte yürüyor, onunla yatıp
onunla kalkıyor. Kapitalizmin tamamen esir aldığı modern kent hayatının yitirdiği coşkuyu arıyor ve de.
Kendi varoluşsal krizine çare arıyor: “Yetişkinlikten keyif almaya başladıkça bu konudaki endişem de arttı.
İmtiyaz ve geçirecek serbest zamanın olması varoluşsal krizin etkilerini hafifletme konusunda bir işe
yaramamasından ziyade kişinin çabalarına rağmen hayatın yine de büyük ölçüde tatmin etmediği hissinin
yoğunlaşmasına sebep oldu. Çağdaş hayat büyük ölçüde maddi başarıya yöneliktir fakat buna bir kez
erişildiğinde yarattığı boşluk acı verici derecede barizdir.” (s.232).
Kendi imtiyazlarından, acı verici sarhoşluklarından kaçar Kaag. Her gün aynı hissizlikle güne başlayıp aynı
boşlukla bitiren insanlardan kaçıp dağların boşluğuna sığınır. İnsanlardan kaçtıkça yitirdiği insanlığını
bulmaktadır ve de. Tıpkı Nietzsche gibi; “Nietzsche dağlara boşluğun kenarında yürümek için gelmişti.”
(s.29). Kaag da öyle yapar ama bu kez yalnızca boşluğun kenarında yürümek için değil bütünüyle onun
içine düşmemek için. Çok az insana nasip olan bir şeye erişmek ve başkalarının değil kendi hayatını
yaşamayı öğrenebilmek için.
Kaag, Nietszche’nin çoğu insanın ıstırabı hafifletmek için aradığı yolların aslında onu daha da
derinleştirdiğine inandığını, söylüyor. “Tipik kaçışlar -yemek, para, güç, seks- acı verir şekilde geçicidir.
Hayat yalnızca tek yönde, giderek dikleşen bir yokuşta ilerler…Elbette kendisini oyalayacak şeyler
politika, eğitim, din ve aile hayatı- bulabilir fakat bunların insan olmanın acı dolu etkilerini hafifletmede
çok fazla bir katkısı olmaz.” (s.50). Aslında şöyle de denebilir ki insan, hayat karşısındaki boşluğu
hissetmemek için dağlara çıkmaz. Aile, politika, din, eğitim vb. gibi kurumlar bu boşluğu kapatmak için
vazgeçilmez öneme sahiptir ancak işin sonunda hiçbirinin yetmediği bir an gelir. Bu tam olarak uçurumun
kenarına gelmek gibidir.
Sadece gidilecek bir yer değil, geri dönmek için de bir neden kalmamıştır. Bu
noktaya gelen her insan için dönülebilecek yegâne yer, çocukluğun ölümsüz dünyasıdır. Uçurumun
kenarına gelemeyen kimse olgunlaşamaz, çocuklukla olgunluk arasında bağ kurmak imkânsız görünen
boşluğu geçmeyi sağlar. Nietszche, İyinin ve Kötünün Ötesinde’de şöyle der: “Bir insanın olgunluğu, küçük
bir çocukken oyunlar oynadığında sahip olduğu ciddiyeti yeniden bulmasına bağlıdır.” (s.45).
Kaag’ın sağlık ve yaşam anlayışı Nietzsche’nin görüşleriyle fazlasıyla uyumludur. “Nietzsche’ye göre
sağlığın iki biçimi vardır: Ölümü mümkün olduğunca uzun bir süre uzakta tutmak için çabalayan tip,
eksikleri ve aşırılıklarına rağmen yaşamı kucaklayan hayatla barışık tip.” (s.62). Hayat, kuşkusuz ölümden
uzak olma demek değildir. Istırapsız ve sorunsuz, geçici bir konfor alanıysa hiç değildir. Ölümden uzak
olmaya çalışan insan sağlıklı görünen, çaresiz bir hastadır. Her gün azar azar ölmekte ve sağlıklı olduğu
için tam da, acı çekmektedir. Bütün eksiklerine ve hastalıklarına rağmen ölümden uzak durmaya çalışmayıp
onun içindeki yaşamı görebilen insan ancak güçlü şekilde kendini açabilir hayata -ve de dağlara! Bunu
yapamayan her insan, “son insan”dır.
Son insan, “bütün mutlulukların kökeninde emniyet ve konfor arar. Hayat -bir gece uçuşu gibi- mümkün
olduğunca sorunsuz ve zahmetsiz geçmelidir. ‘Biz mutluluğu keşfettik!’ diye iddia eder Son İnsan. Ve
gözlerini kırpar.” (s.61). Mutluluğun sırrını keşfeden insanlardan olabildiğince uzak durmalıdır bu yüzen.
İç huzuruyla konuşan, herkesi iyiliğe davet eden, herkesten çok sevgi gösterebilen insanlardan olabildiğince
kaçmalıdır.
Bu insanlar, ölümsüzlüğe giden yolun üzerinde birer engelleyici olarak durmaktadırlar.
Gerçekte sonsuzluğa inanmadıkları için her şeye bu dünyada erişmek zorunda olan zavallılardır. Her yerde
görmek mümkündür onları. “Başardım ve mutlu oldum” diyen her kişi biraz böyledir. Siyasette çokça
varlardır. İyi bir eğitimle, iyi bir aileyle, iyi bir yaşamla mutluluğa ulaştığını zanneden kişiler de aslında
son insanlardır. En çok din alanında rastlanır.
İçsel bir huzura erdiğini düşünerek gülümseyen her kişi son insandır. Tam bir emniyet ve konfor içinde konuşmaktadır. Uçurumun kenarındaki boşluğu hiç tatmamış olmaktan gelen bir sahte özgüven vardır. Bu insanlar için esas mesele yaşamak değil yaşadığını sanmaktır.
Çalışmak değil çalışır gibi yapmak. Düşünmek değil, düşünce üretmek, üretilmiş düşünceleri kendiyle
bütünleştirmek. Özgürlük değil özgürce hareket etmek. Kendine ait bir yaşamdansa yaşama ait bir kendilik
oluşturmaktır, son insanın ödevi. Hareket burada tersinedir: içten dışa doğru değil dıştan içe doğrudur.
Doğru zamanda doğru yerde oturup beklerseniz hayat size öylece gelir, sizin hareket etmenize gerek
kalmadan.
Nietzsche, bunun tam aksini söyler. Hayat, oturup bekleyerek gelecek bir hediye değildir. Hayat bilgisi,
gerçekte hayatın bilgisi demek değildir. Yaşamın kutsal ruhunun esintisi gibi bir şeydir. En çok dağlarda
araması da belki bu yüzdendir. Şöyle der: “Mümkün olduğunca az otur açık havada ve kasların da bayram
ettiği serbest harekette doğmamış hiçbir düşünceye inanma.” (s.122). Ve sonra da şöyle: “Hareketsiz
oturmak, Kutsal Ruh’a karşı yapılmış gerçek bir günahtır.” (s.122). Gerçek anlamda hareket, insanın
kendine karşı koymasıdır. Kendine karşı koyan insan ancak hayatın basit konforu ve kendisine sunulanları
edilgen bir şekilde kolayca edinmeye kalkışmaz. Her şey için çaba sarf etmeyi, mücadele etmeyi ve emek
vermeyi ister. İçten gelen bir zorlamayla bunu sever. Her şey zor olmalıdır onun için. Konfordan nefret
eder. Her şeye uyan, her otoriteye saygı duyan, her söylenilende hikmet bulan, her devirde var olan insan
kendine karşı koymanın hazzını hiç yaşamamıştır. Oysa hayatın sırrı tam da burada saklıdır; varoluşsal bir
başkaldırıyla kendine karşı koymada.
Kaag tam da buna ulaşır günler süren çileli yolculuğunun sonunda ve şöyle sorar: “Empedokles ve Nietzsche
varoluşsal başkaldırıyı ya da dağların tepesine çıkacak cesareti nasıl beslemişlerdi? Muhtemelen böyle bir
şeyle başlamıştı: Birinin besbelli kendi faydasına olacak bir şey adına hareket etmeyi basitçe reddetmesiyle.
Böyle bir reddedişte hayatla barışık bir neşe vardır; en uyumlu kişinin bile muhtelif noktalarda hissettiği
sessiz bir doğru yoldan sapmadır. Bu, diğer türlü olma, bütün olanaksızlıklara rağmen eylemde bulunma
özgürlüğüdür.” (s.217).
Uyum ve itaat, insanın kendiyle kurduğu ilişkiyi kesintiye uğrattığında -ki genellikle öyle olur!-
yabancılaştırıcı bir olamama halidir. İtaatkâr insanlar, istedikleri hiçbir şeyi olamayan ve bu nedenle her
şey olmayı durmaksızın isteyenler arasından çıkar. Bizde de çokça vardır onlardan. Milletvekilidir ama aynı
zamanda akademik bir unvana da sahiptir. Yönetim kurulu üyesidir, sivil toplumcudur, büyükelçidir, kitap
yazarıdır, aynı anda milliyetçi, muhafazakâr, demokrat, sosyalist, devrimci ve büyük idealisttir. Gerçekte
sadece küçük çıkarlarının dışına çıkabilme zevkini hiç tatmadığı için hep itaatkâr olmuş, başka türlü
düşünebilme cesaretini hiç gösterememiş ve bu yüzden kendiyle arasında büyük bir boşluk oluşturmuş
huzursuz bir kişidir. Hiçbir şey olamadığını içten içe yakıcı bir biçimde bilmektedir. Her şey olmak
istemektedir! Her şey kendisinden sorulsun istemektedir, nereye gideceğini bilmediği için…Hiç kendini
kaybetmemiş ve tam da bu nedenle hiç bulamamıştır. Bu insanlar için yaşam sonlu bir oyundur ve bu
insanlar oyunu kazanmışlardır!
Oysa çocukluk ve oyun, asla bitip tamamlanamayan, kazananın olmadığı bir yeniden oluştur. Sadece
çocuklar için oyunun kendisi kazanmaktan daha önemlidir.
Kaag’ın bitirirken dediği gibi tam da: “Olmak, sürekli bir kendini kaybetme ve tekrar bulma sürecidir.”
(s.249).
2

