Ana SayfaGÜNÜN YAZILARITeknokrasi neden sosyal bilimleri kurtaramaz?

Teknokrasi neden sosyal bilimleri kurtaramaz?

Geçtiğimiz günlerde Ali Balcı hoca Serbestiyet’te “Türk Sosyal Bilimi krizde midir?” isimli bir yazı kaleme aldı. Balcı burada çok sayıda itiraz edilmesi güç doğru tespitte bulunuyor. Balcı eleştirdiği “ideolojik bilimcilik” yerine kanaatimce bir başka hatalı bir pozisyon olan “metodolojik teknokrasi”yi koyuyor. Bu yazıda metodolojik teknokrasinin neden çözüm olamayacağını iki kritik varsayımını irdeleyerek ele almaya çalışacağım. Kanaatimce eleştiriye değer dört temel varsayım var, fırsat bulursam diğer ikisini de ele alacağım.

Geçtiğimiz günlerde Ali Balcı hoca Serbestiyet’te “Türk Sosyal Bilimi krizde midir?” isimli bir yazı kaleme aldı (https://serbestiyet.com/gunun-yazilari/turk-sosyal-bilimi-bir-krizde-midir-223400/). Balcı burada çok sayıda itiraz edilmesi güç doğru tespitte bulunuyor. Akademik unvanların şişirilmesi, düşük kaliteli dergilerin çoğalması ve teorilerin ideolojik ajandalar için bir araç olarak kullanılması, Türkiye’deki akademik güvenilirliğe şüphesiz zarar vermiştir. Balcı yazısında ayrıca akademik başarısızlıkları aşırı teorileştirme, ideolojik duruş ve kamusal geçerlilik için süregelen arzu ile ilişkilendirmektedir. Bu görüşe göre çare, yorumlayıcı hırstan uzaklaşıp nicelleştirmeye, otomasyona, matematiğe ve metodolojik kesinliğe sarılmakta yatıyor. Balcı, veri ve teknoloji öncelik kazanırsa bunun “hakikati belirleyeceğini” ve bu dönüşüme direnen sosyal bilimcilerin modasının geçeceğini öne sürüyor. Bu yazıda bu iddialardan bazıları mercek altına almak istiyorum.

Ben sosyal bilimci değilim. Balcı hocanın yazısında “ideolojik bataklıkları” bırakmak istediği beşeri “bilimler” alanında çalışan bir felsefeciyim. (Geçmişte fizik alanında da çalışmalar yaptım yani ampirik bilimlerin mutfağına da aşinayım). Buradaki analiz de dolayısı ile bir bilim felsefecisi gibi yapacağım. Tabi Balcı hocanın yazısı da özünde bir sosyal bilim analizi değil, sosyal bilimlerin doğası üstüne düşünen bir bilim felsefesi yazısı.

Kanaatimce girişteki başarılı çok sayıda isabetli tespitin aksine Balcı hocanın önerdiği çözüm bilim felsefesi açısından bakıldığında hem tarihsel hem de kavramsal olarak sorunlu bir dizi felsefi varsayım içeriyor. Balcı metodolojiyi epistemik olarak tarafsız, teoriyi kirletici, teknolojiyi hakikatin garantörü ve halkla etkileşimi de bilimsel titizliğin önünde bir engel olarak ele almaktadır. Balcı eleştirdiği “ideolojik bilimcilik” yerine kanaatimce bir başka hatalı bir pozisyon olan “metodolojik teknokrasi”yi koyuyor. Bu yazıda metodolojik teknokrasinin neden çözüm olamayacağını iki kritik varsayımını irdeleyerek ele almaya çalışacağım. Kanaatimce eleştiriye değer dört temel varsayım var, fırsat bulursam diğer ikisini de ele alacağım.

Ancak şu notu düşmem önemli. Balcı gibi bende “ideolojik bilimciliğe” karşıyım. İdeolojisiz bir sosyal bilim üretmek çok fazla zor olsa da sosyal bilimciler olabildiğince tarafsız olmaya çalışmalı ve özeleştiri yapmalıdır. Her zaman alternatif paradigmalardan gelecek yorumlara açık olmalı, onlara göz atmalıdır. Tarafsızlık zor bir hedef olsa da, önyargıları azaltmak çeşitli eleştiren yöntemle mümkündür.

Metodoloji/veri epistemolojik olarak tarafsız mıdır? 

Balcı veri ve teknik yöntemin sosyal bilimi ideolojiden kurtarabileceği fikrini savunuyor. Bilim felsefesinde bu pozisyon, bilimin yeterince nicelleştirildiğinde “sosyal değerlerden” arındığını varsayan “naif metodolojik pozitivizme” benziyor. Bu, sosyal bilimin teori, eleştiri veya kamusal katılımdan ziyade veri, yöntem ve matematiğe dayandığında “bilimsel” hale geldiğini varsaymaktadır. Ancak ezici sayıda bilim felsefecisi bu görüşü hatalı bulacaktır. Bunun için en az dört felsefi neden sayılabilir.

Birincisi teknik tabirle “gözlem teori yüklüdür”. Hanson, Kuhn, Feyerabend ve Sellars gibi bilim felsefecilerinin çalışmalarından bu yana modern bilim felsefesinin temel sonuçlarından biri, ham veri diye bir şey olmadığıdır. Veri olarak ele alınan şey zaten kavramsal kategorileri, ölçüm kararlarını ve arka plan varsayımlarını önceden içermektedir. Buna göre teorisiz bir veri yoktur.  Mesela “Dindarlığı” ölçmek için bunun inanç mı, uygulama mı, cemaat aidiyeti mi yoksa kişinin kişisel olarak kendini nasıl tanımladığı mı olduğuna karar vermek gerekir. 

Gözlemin teori yüklü olduğu iddiası üstelik sosyal bilimlere bile özgü değildir. Teleskopla ayı gözlemlediği zaman Galileo, sadece basit bir gözlem yapmadı. O ışığın nasıl davrandığı, aydan nasıl yansıdığı, atmosferden nasıl geçtiği ve merceklerin ışığı nasıl topladığı ile ilgili teorik varsayımlar yaptı. Nitekim onu eleştiren kilisenin bilim insanları gözleme değil, gözlemin dayandığı teoriye karşı çıkmışlardı. Yapılan gözlemde bilim insanı neyin önemli olduğuna dair teorik ve bazen sosyal değer yüklü varsayımlar yapar. Dolayısıyla, “veri odaklı bilim” ideolojinin dışında durmaz. Sadece ideolojik etkiyi operasyonel tanımlara kaydırır.

İkincisi yöntemlerin kendileri normatif varsayımlar içerirler. İstatistiksel ve metodolojik kararlar tarafsız hesaplama hamleleri değildir. Bunlar neyin güvenilir veri olduğu ile ilgili tercihler içerir. Mesela anket yaptığınızda size verilen cevapların dürüst olduğunu ve kişinin sizin soruları kavradığını varsayarsınız. Ya da randomize kontrollü bir çalışma birim bağımsızlığını ve tedavinin izole edilebilirliğini varsayar. Yöntemler tarafsız araçlar değildir. Matematiksel bir dille ifade edilen teorilerdir. (Çok uzatmamak adına burada girmeyeceğim ama Foucault’nun hakikat rejimleri kavramı, iktidar/bilgi içine gömülü yöntemlerin nasıl sadece cevapları “doğrulamakla” kalmadığını, neyin geçerli bir soru sayılacağını, kimin konuşabileceğini ve hangi kanıtların kabul edilebilir olduğunu oluşturduğunu göstermektedir. İlgili okuyucu bu konuya bakmak isteyebilir).

Üçüncüsü veriler kendi kendine konuşmaz, her zaman yorumlanmalıdır. Bu yorumların kendisi teorik bir çerçeveye ihtiyaç duyar. Aynı veri setlerine sahip iki araştırmacı farklı sonuçlara ulaşabilir çünkü istatistiksel anlamlılık, model uyumu, sağlamlık kontrolleri, aykırı değer kararları ve değişken seçimi düşünme/yorum gerektirir. Mesela diyelim ki suç istatistiklerinde bir artış gördük. Bunun anlamı nedir? Bu gerçek suç artışına işaret edebileceği gibi polis raporlamasındaki iyileşmeleri ya da yasal tanımlardaki değişiklikleri gösteriyor olabilir. Metodolojik gelişmişlik önyargıyı ortadan kaldırmaz. Teknik olarak etkileyici ama yanlış sonuçlar üretmek gayet de mümkündür. Bu fizik için de geçerlidir. Çoğu zaman kişi deneyler yapılmadan önce bir teorik çerçeve ile olguları inceler. Veriler “dışarda duran” ve keşfedilmeyi bekleyen şeyler değildir. Dışarıda nesneler ve bunlar arası ilişkiler vardır. Veriler bir araştırma programı altında ortaya çıkar. (Yine burada çok uzatmamak adına detaylı girmeyeceğim ama teori-veri ilişkisi ile ilgili okuyucu Lakatos’un “Bilimsel Araştırma Programları” ve Laudan’ın “Bilimsel Araştırma Gelenekleri” kavramlarına bakabilir. Yine Quine’ın pozitivizm eleştirisi ve holistik bakış açısı aydınlatıcıdır.)

Dördüncüsü ve en düşündürücüsü tekniğin tarafsızlığı garanti ettiği inancının kendisi ideolojik olabilir. Bu yaklaşım nicelleştirmeyi ahlaki açıdan üstün, epistemik açıdan ayrıcalıklı ve siyasi açıdan tarafsız olarak ele alır. Ancak Husserl, Habermas ya da çok sayıda feminist epistemolog bu iddiayı potansiyel ideolojik bir araç olarak görecektir. Zira sayısallaştırma, önyargıları açık siyasi tartışmalardan daha etkili bir şekilde maskeleyebilir. Yine sayılar siyasi gündemlere tarafsızlık görüntüsü vererek onları meşrulaştırabilir. Bu sistemde teknikler özellikle kitlelerin sorgulayamadığı otorite haline gelir. Anlaşılmaz bir modele atıf yaptıkları için dedikleri üstün/doğru kabul edilmeli gibi bir algı oluşabilir. Bu durum, Theodore Porter’ın “sayılara güven” olarak adlandırdığı, sayısal göstergelerin demokratik yargının yerine geçtiği kültürel bir ideoloji üretmektedir. 

Sosyal bilim ve kamu arasındaki bağın koparılması neden felsefi bir hatadır?

Balcı, sosyal bilimcilerin de fizikçiler gibi kamusal hayattan çekilmeleri ve yalnızca teknik, yöntem odaklı araştırmalara odaklanmaları gerektiğini savunuyor. Buradaki kritik varsayım kamusal katılımın bilimsel tarafsızlığı bozduğu düşüncesidir. Bu düşünce yine çok sayıda bilim felsefecisi tarafından eleştirilecektir. 

Neden sosyal bilim ile fen bilimleri ayırıyoruz? Neden ikisini tek bir çatı altında tutmuyoruz? Bunun en temel sebebi epistemik farklı konumlarda olmalarıdır. Fizik, fizikçilerin ne dediğini umursamayan olguları inceler. Sosyal bilim ise dinleyen, öğrenen, tepki veren, direnen, taklit eden ve bilginin kendisi tarafından değiştirilen özneleri inceler. Bu fark, kamusal katılımı bir yan tercih değil, temel bir zorunluluk kılar. Bu tespiti açayım.

Anthony Giddens, Karl Popper ve çok sayıda başka felsefeci sosyal olguların refleksif olduğuna (kendi kendini yorumladığına) dikkat çekmektedir. Mesela ekonomistler enflasyon beklentilerini yayınladığında, piyasalar bu bilgiye tepki verir. Sosyologlar suçlar hakkında rapor yazdıklarında, politikacılar bu rapora göre yasa çıkarabilirler. Bu yasalar da suçları etkiler. Psikologlar bilişsel önyargıları popülerleştirdiğinde ve topluma aktardığında, insanlar bu bilgi ışığında davranışlarını değiştirebilirler. Sosyal bilimlerde bilgi, üzerinde çalıştığı sistemi geri besler. Halka karşı sessiz kalan bir sosyal bilim eksik kalır. Misyonunu yerine getiremez. Fizik yalıtılmışlığı kaldırabilir. Sosyal bilim kaldıramaz. Nitekim bu refleksif karakter sosyal bilimsel teorileri pratikte test etme imkânı da sunar. Sosyal bilimci tespitini topluma yansıtabilir ve öngördüğü sonuç ortaya çıkarsa önemli bir doğrulama yakalar. 

Ancak fen ile sosyal bilimler arasındaki tek fark bu değildir. Doğa bilimlerinde, hele de fizikte, normatiflik yok gibidir. Ancak sosyal bilimci adalet, aile, din, ideolojiler gibi değer yüklü kavramlardan kaçamaz. Bunlarla alakalı sorular fizikteki gibi sadece ampirik sorular değildir. Tamamen teknik bir sosyal bilim bunlarla alakalı sorulara cevap veremez çünkü hiçbir istatistiksel model bize toplumun neye değer vermesi gerektiğini söyleyemez. Bir felsefeci olarak bu tartışmalara memnuniyetle girerim, ama sosyal bilimcilerin kanaatleri de benim için önemlidir. Veriler önemlidir ve verileri en iyi anlayanlar çoğu zaman onları üretenlerdir.

Üçüncüsü uzmanları kamudan çekmek toplum için ciddi tehlikeler içerir. Bunun sebebi epistemolojideki meşhur epistemik asimetri argümanıdır. Buna göre uzmanlar geri çekildiğinde yanlış bilgi artar. Bunun sebebi kamunun bilgi açlığı ve boşluk kabul etmemesidir. Bilim insanları çekilince yerini komplo teorisyenleri, popülist propagandacılar, bilim karşıtı hareketler alır. Diğer bir deyişle kanıta dayalı konuşabilecek insanlar mikrofondan çekilince kanıta dayalı konuşmayan sesler güçlenir. Bu da elbette toplumu olumsuz etkiler. 

Burada çözüm yanlış yorumlanıyor kanaatimce. Bilim felsefesinin talep ettiği şey, sosyal bilimcilerin kamusal seslerini kısıtlamaları değil, bilimsel çalışmaların değerlendirilmesinin kamusal yorumlardan ayrı tutulmasıdır. Bilimsel çıktı metodolojik titizlik, şeffaflık ve tekrarlanabilirlik ile değerlendirilmelidir. Farklı seslerden eleştiriler alınmalı ve dikkatle incelenmelidir. Bundan sonra bu bilgiler kamusal entelektüel çıktıya dönüştürülmelidir. Burada alçak gönüllü olmak, şahsi çıkardan uzak olmak ve dürüst bir şekilde veriyi sunmak esastır. Bunu yapmak zor denebilir ama bütün sosyal bilimcileri kamusal alandan çekmek bundan kolay olmasa gerek. 

Yazıyı bitirmeden sosyal bilimlerin çağımızdaki krizine çözüm üretmenin, benim gibi böyle sıradan bir eleştiri yazmaktan çok daha zor olduğunu vurgulamak isterim. Bu anlamda Ali Balcı hocanın yazısı benimkinden daha cesur ve önemli. Ele aldığı problem ama ne yazık ki Türkiye’ye özgü bir problem değil. Global bir problem. 

Bir diğer önemli kriz de beşeri bilimlerin içinde olduğu kriz. Bu konuda daha önceden kaleme aldığım bir yazımı siz okuyuculara hatırlatmak isterim, zira bu konuyu ciddi bir şekilde önemsiyorum: https://serbestiyet.com/gunun-yazilari/universite-ve-medeniyetin-yavas-olumu-200337/

- Advertisment -