Şiir söyleyen, hikaye/roman yazan çocukların oldu, yontan, çizen, besteleyen, boyayan da öyle, ben sahici mektuptan sözediyorum…Hoş, yazan olsa bile, diyelim postacı da getirdi, okuman yazman yok bu bir, ikincisi zarfı açayım derken dalgalar mektubu ıslatır.
Yurdumuz Akdeniz, ruhumuz, soluğumuz…
Uçsuz bucaksız bir ülkesin, hem yurdumuz, hem yârimiz…
Ne sen bizsiz olabilirsin, ne biz sensiz.
Akdeniz’li olmak, şenlik sepelek, durduğu yerde duramamak demek, en çok da aşk…
Akdeniz’de edebiyat, edebiyatta Akdeniz bir ara kitap fuarının ana teması olmuştu.
Akdenizli olmak nedir, nasıl olunur Akdeniz’li? Bunu sen yanıtlasan ne derdin kimbilir?
Bir denize yahut şehre yazılmanın şartı ne? İncirin zeytinin aşkın hükümranlığı mı? Geniş sofraların, gönlü gani , neşeli şarkılar söyleyen aşık insanların, güzel kadın, çapkın erkek, şarabın ve özgürlüğün savaşçısı olmak mı? Bu deyimi ve onca ruyayı oralılar mı buldu, film ciler mi?Sofia mı, yoksa Marcello yahut Banderas mı ?
Akdenizli olmak bence unutulmaz ikili Marcello’yla Sofia’nın Ayçiçekleri filminde Marcello’nun Sofia Loren’’i kulak memesinden öperken, küpesini yanlışlıkla yutuvermesi demek…
Yanlışlıktan değil üstelik, aşktan…Akdenizli bunu yapar. Yapar da, küpe ne der, bilemem?
Sofia gülmüştü.
Dünyanın en büyük iç denizi, ve en tuzlu olanısın…Cebelitarık’la Atlas Okyanusu’na, Süveyş’le Kızıldeniz’e bağlısın. Denizler arasında en çok ülkeye sınırı olansın: Arnavutluk, Bosna Hersek, Cebelitarık, Cezayir, Fas, Filistin,Fransa, Hırvatistan, İspanya, İsrail, İtalya, Karadağ,Monaco, Slovenya, Karadağ, Kıbrıs, Lübnan, Libya, Malta, Mısır… Akdeniz kadınları gibi bu kadar çocuk sahibi olmak yüzünü güldürmüş olmalı.
Sinen geniş, buncasını basmışsın bağrına, anaç ve bereketli, sinesi geniş deniz.
Halikarnas Balıkçısı boşuna mı diyor, ‘altıncı kıt’a’ diye sana… Balıkçı’ya göre “insan varlığının ölçüsü” Akdeniz iklimi ve doğasıdır. Dünya üzerindeki bu “altıncı kıta”, Akdenizli insan tipi ve karakterini binyılları alan bir süreçte billurlaştırmış, böylelikle insanoğlu Akdeniz havzasında kıvamını bulmuş ve burada anasının kucağındaki gibi rahat etmiştir. “
Balıkçı’ya göre saf sanat ve şiir evreni olan Akdeniz, bir ışık metaforu etrafında dönmekte ve bu ışık, başlangıç gülümsemesi olup doğmaya hazır günün aydınlığını ve saydamlığını taşır. “uygarlık şafağı” olarak nitelendirdiği Akdeniz havzasına Sümerlerin “güneş bahçesi” dediğiğini, Arşipel adaları için ise antikçağda Mısırlıların “denizin yüreğinde yaşayan adalar” diye söz ettiklerini hatırlatıp, kâh Homeros ve Olimpos tanrılarından kâh Ömer Hayyam ve “üç semavi din”den bahsedip, sözü “Akdeniz aydınlığı”na getirmekte. Akdeniz’de güneş, aydınlatmakla kalmamakta, görene bir “şairlik hülyası” ve “şiirsel bir imaj” vermektedir: “Birdenbire Eos (şafak), günün kapısını açar ve menteşeler menekşe rengi gök gürültüsüyle homurdanır. Güneş olanca görkemiyle ufukta yükselir. Aydınlık, Altıncı Kıta’yı tamamıyla kaplar. Arşipel’in adaları Girit, İyonya olarak adlandırdıklarımızın tümü, muştucu birer yanarca (meşale) olur. Bu aydınlığın çağlar süren birikimidir”.
. Bu denizin çağrısıdır, balıkçıya kalırsa, adalar elini uzatmış, ‘Gelin, gelin çocuklarım, korkmayın’ demişlerdi…” (Halikarnas Balıkçısı, 2007a, 19-20).
‘Kuzeylilere bahşedilmeyen bu duyarlık ve derinliğimizi kuzeyin edebiyatçıları geziler ve kimi yoksunluklarıyla ortaya serdi, adlandırdı’ diyor, bir yazarımız. Buna katılmak Yaşar Kemal ve Nazım’dan Ritsos’a, Kazancakis’e, Dante’den Servantes’e, Kishon’a, Maoulof’a, Yunus’tan Kavafis’e,Necip Mahfuz’dan , Homeros’a , kocaman kalpleri ve kalemleri görmezden gelmek demek. Beklemişiz kuzeyliler insin, görsün de bizi bize ve aleme belletsin Akdeniz duyarlığımızı.
O yazara göre, ‘Akdeniz batılılaşmak için edinilmiş ikinci mevkii bilet. Yolculuğa hiç çıkmamaktan iyi. Biz de onların Akdenizlilik gemisine bineriz.’
Kendinden hoşnutsuz, hatta kendi olamamış, Akdenizli hele, hiç olamamış bir hamlık içinde bu yazar.
Kendimi hiç de batılı trenine arkadan asılarak binmeye teşne görmüyorum, engin daldan murt yemiyorum,çalımımdan…
İnsanlığa bereket sütü emziren, dünyayı gönendiren, sevecen, sıcak bir kucak bence, Akdenizlilik; kocaman, görklü bir uygarlık.
Yaşar Kemal, çağın bölünüp bin parçaya ayrılma değil, bütünleşerek , verip alarak yaşamakçağı olduğunu vurgular, erdemle. Hey koca insanlık, Akdenizliler gibi kolkola bir halay çekin,dayanışıp şarkılar söyleyin diyor, işte ona katılıyorum.
Kitaba bakışınızla yöneticilerin kitaba ve size bakışı, uygarlık çizginizin olduğu kadar, Akdenizliliğin de göstergesi.
Evinizde kitap var mı? Varsa nerede durur diye sorasım var, Akdenizlilere? Zurnanın ah edip inlediği yer burası …
Eskiden kitaplar çıkın edilir, yüklük rafına kaldırılırdı. Duvardaki Mushaf boşluğuna konurdu. Kitabın nereye konduğu çok önemli, neden dersen:
Naylonlara sarıp, bağ bahçeye, yapı temeline kitap konulacak, sandaldan denize kitap boşaltılacak günlerimiz de oldu.Sularına şimdi mülteci çocuklar gömülüyor, o zaman kitaplar gömüldüydü.Ülke koca bir termosifondu, zorlukla edinilip kolayca sır edilen nice kitap yakıldı,satır tüttü, şiir tüttü ortalık, başımıza ünlemler soru işaretleri üç nokta yan yanalar yağdı, kuşlar buna pek şaştı, kuşlar o vakit köşe yazarlarına jurnalciliğe yazılmamışlardı.
Kitabın Külü öykümde içim kanayarak anlatmıştım bilimsel tezlerden sakıncalı görülenlerin emanet edildiği öğretim görevlisince, semt-meçhule yolcu edildiğini.Kültüre karşı saklıdan gizliden, sağlam biçimde dayanıştı toplum, hayırlı iş olsa yapmazdık.Kültür karşıtı örgütlenmedeki bu kararlılık tuhaf, bugünlere nasıl gelindi sanıyorsunuz? Daktilo ve kitaplar, ekranda sila hla yan yana suçlu ilan edilerek gelindi. O öykümde yakılma sırasını bekleyen kitaplarla tezime kişilik atfedip onları idam sırasını bekleyen suçluymuşçasına konuşturmuş, sonra da kitabın külünün insanların üstüne düşünce tohumu olup yağdığını varsaymıştım. Elbet öyle olmamış, ama, içimdeki köz ,söz olunca azıcık soğumuştu. Kitabı gözünü kırpmadan ateşe atanların, insanları ateşe atmakta da duraksamayacağını bir daha öğrenmiştim..Hem kitapların hem insanımızın önünü kesip ufkunu daraltan, yöneticilerin ettikleri, nasıl iç sızlatıcı.
Akdenizli dalgalara yazar, bazan kanıyla yazar, dikene göğsünü dayadığı gülü kanıyla boyayan aşık bülbül gibi.
Ya da yazmaz, ıslık çalar, tango yapar, aşık olur, şarkı söyler, kanat takınır uçar.
Akdenizli olmak ne güzel haldir, kökten sürme Yunanlı, sonradan olma Fransız yazar öğretti bana, kitabına bir kalp çizdi, kalbe bir ok saplayıp imzalayıp, öyle verdi bu fakire, işte budur Akdeniz’lilik, aşk mührüdür…Çevirmeni aradan çıkarmaktır.
Orası öyle de, Akdeniz kalbi darbe kadar, siyasi darbelerin de yurdu…
1799’da daha otuzundaki general Napoleon eski rejimin ve kralın dönüşünü engellemek için Direktuvar rejimini yıkar, darbe deniyor ona, tersinden de düzünden de…
1851’de yeğen Louis Bonaparte, kılıç, bıyık, üniforma deyip, devlete el koyar.
Ülke yönetmek isteyenin, siyaseten alamadığı yönetimi silah zoruyla ele geçirmesine darbe denir. Askerin babaca tokat atması gibi bişey, babalanması…
Savaş sonu İtalya’sında 1922’de Benito Mussolini yapar darbeyi.Oysa eski sosyalist partilidir, darbeler çağını açar, savaş yorgunu ve umutsuz insanlar onun peşine düşünce, faşizm denen marifet Almanya ve İspanya’dan önce İtalya’da başlar.
Portekiz’li general Carmona, 923’ten itibaren bakan olduğu halde, 1926’da darbeyle başa geldi.İktidar Salazar’dayken, muhafazakar, Katolik, milliyetçi yani otoriter bir rejim hakim oldu.Kişi değilse de, tanrı, aile, vatan putuna tapıldı, tarihe de 3 F diye geçti elbet, fado, Fatima, futbol….Yüzyılın bu uzun diktasını 1974’te Karanfil Devrimi’ devirdi.
Avrupa’nın darbelerle ülfeti, en çok Akdeniz ülkelerinde acı oldu, faşizm oldu. Bunlardan biri Cezayir, yirmi yıl arayla Fransızlar merkez hükümeti devirmeye kalkıştı.İlki Nazi işgalinde 1942’de.2.Dünya savaşının önemli duraklarından, bu olay.İsyancılar orduyu yenince, müttefikler Afrika’da ikinci cephe açtı. Ardından, Cezayir ulusal kurtuluş savaşında tekrar askeri darbe yaşadı.De Gaulle, Cezayir bağımsızlığını kabullenmek zorunda kaldı.Cezayirde gerçek leşen iki Fransız darbesinin ardından, bağımsızlığın üç yıl sonra, 65 yılında Savunma bakanı Bumedyen, bin Bella’yı devirip, 78’e kadar yönetimden gitmeyeceği darbeyi yaptı.91 yılında haydi bakalım, genel seçimlerde FIS (islami selamet ceplesi) kazanınca, 92 Ocağında generaller bu sonucu tanımayıp, devlet başkanını indirir, Budiaf’ı başa getirir.Zaten bundan sonrası, yüz binden çok insanın ölümüne yol açacak karışıklık…Bizim komşunun hali malum…63 seçimini % 53 oy oranıyla alan dede Papandreu, sağın güçlü olduğu orduyu ayıklamak isteyince, 65 de ordunun dolduruşuna gelen kral Konstantin, Papandreu’yu azletti, siyasi cinayetler ve karışıklıklarla sarsılan Yunanistan 967’de Albaylar Cuntası ile karanlık bir siyasi döneme girdi.Derken, 1967 Aralık ayında tekrar bi darbe, general desteğiyle kral bi karşı darbe tezgahlayıp başa geçmek istese de, olmadı, başa gelicem derken, Roma’ya sürgüne gitti.Cunta 73 yılındaki referandumla monarşiyi bitirdi.Muhalefet direndiyse de, hala anılan Kasım 1973 politeknik okulunun tanklarla basılması, öğrencileri galeyana getirdi, halk sokağa indi, Kıbrıs kargaşası cuntanın işini bitirdi. Cuntacılar bin yıllık hapis cezalarına çarptırıldı. Sen bunları bilmiyorsun, uzan yat dört bucağın kıyısında ve enginlerinde, oh , keka…
Görüldüğü üzre sayın seyirciler (!) darbeler, milletin iradesini iplememek demek.Güzel ve insana yaraşır bir dünya, bir toplumsal düzen ancak asker yahut herhangi birinin toplumu ve siyasi erki babasının tapulu malı görmemesiyle mümkün.Bize gelince…Gelmeyelim, siz iyi biliyorsunuz bizim darbeleri, darbe bile olamayan kalkışımları, muhtıraları ve isyanları, ülke işgallerini, ille onu, o en sonuncusunu…
Sanatçıların denende, aklın durur, öylesine çok,esaslı yazar, ozan, müzisyen, yontucusu, dansçın…Dünya koca bir sahne, Akdeniz’li ve yolu oradan geçenler, oynar, söyler, boyar, besteler, yontar,sanattan ve aşktan hiç yorulmaz…
‘Akdeniz’ romanında, "Güneşin Doğuşu" ve "Güneşin Batışı" adlı iki bölümde Istrati âşığı olduğu bir bölgeden tablolar sunar. Yaşama sevinciyle dolu, yaşamı paylaşarak sürdürmeye tutkuya bağlı , güzellik peşindeki Adrien Zograffi aracılığıyla Abdülhamid dönemi Osmanlısı'nın İskenderiye, Şam, Kahire, Beyrut, Gazir gibi Akdeniz bölgesi kentlerini, bu kentlerde görüştüğü her biri ayrı ayrı kişilikler ve tipler olan Mikail,Musa, Sara, Titel, Salamon, Simon gibi çeşitli milliyetlerden, dinlerden insanları karşımıza getirir. Her birinin dramını, iyiliğini, kötülüğünü, sevgisini, sevgisizliğini anlatır. Masalsı bir dünyayı gözler önüne sererken Adrien'in sevgi ve özgürlük arayışını da adım adım izleriz ‘Akdeniz'de.
İspanyol ozan Lorca’dan birkaç kuşak sonra, dizelerin sarstığı okuru, bu kez Merce Rodoreda , ‘Güvercinler Gittiğinde’ romanıyla sarsmaktadır.
Kazancakis tutkunu okurlar, görkemli edebi geçmişi kadar olamasa da, yeni dönem Yunan edebiyatında Zorba’nın izini aramaktadır.El Greko’ya mektuplar, postalanamasa da bütün dünyada yazılmaktadır.
Konusu ‘Kültür Kirlenmesi’ olan ilk Akdenizli Ozanlar toplantısı 1993 Mayıs’ında Bergama’da yapıldı. Neden Bergama peki?Çünkü Anadolu’da ilk sağlık kuruluşu, Bergama’da, psikoterapinin ilk uygulaması da…Müzik ve tiyatroyla sağlıkta iyileştirme yapılması da.Spor, güneş, su, çamur gibi doğal yöntemlerle hasta sağaltılması daİlk kent imar yasasının çıkartıldığı yer, Bergama,İlk kent çarşı Pazar yasasının da.Asya’daki ilk kitaplık orada, eski çağlardan dört tiyatro orada, yontuculuk okulu da…Mimarlıkta yontuculuk konusunun en önemli örneği Zeus sunağı da.Parşömen bir Bergamalı tarafından bulunmuş, 200 bin ruloluk kütüphane de bir ilk Homer ve Saphho’nun coğrafyası.
Akdenizli ozanların toplanması için en uygun kültür başkenti olsa da Bergama, yalnızca 5 kez toplanılabildi.Bergama’nın geçmişindeki dilbilim okulu, yeryüzündeki ilk yazın okuluydu bu, Homeros’un İlyada ve Odysseia’sının pekçok kopyası burada ele geçmişti. Sözümona toparlanmıştı, ki Halikarnas Balıkçısı buna bir başka açıdan bakılırsa sansür denebilir, diyordu. Parşömenin şehrindeki kağıdın macerası ve kütüphanesi şiirin başkenti olmayı hakkediyor.
Kültürü, sanat yapıtlarını, ister kitap, ister bina, antik miras yapıları, şehirleri ve hatta insanı da, kültür korur.Kültürsüzlük öldürür.İyileştirilmez yaralar açar.İnsanı da öyle, insan kılan , Akdenizli ya da başka yerli, heryerli insanı insan kılan kültür, dünyanın sağlığı ve geleceği, onunla donanır, güçlenir.
Başta anamız Akdeniz’in kendisi, suları, deniz dipleri, kıyısına komşu ülkeler, insanlar, yönetim biçimleri, siyaset, sanat ve şarkılar, yıldızlar, ırmaklar, yerin altındaki ve üstündeki kültür kalıtları da.
Arkadaşlık ve aşk uğruna kendini ateşe atmanın göbek adı mıdır, Akdenizlilik?
Yoksa günahın her türlüsünü sevip benimsemek, günah işlemekten zerrece korkmamanın adı mı?
Niye mi kağıt kalemle hemhal oluyoruz, ne gereği mi var?Atlayıp bir sandala oltayla balık tutup, keyfçene yedikten sonra aşık olup ıslık mı çalalım? Zorba gibi dans mı edelim?
Pek hışımlı oldu canım. İnsancıklar n’apsın? Yoluna fener tutan mı var? Sen ben bizim oğlan dangayrısını anlatan mı , ilaç için bi akıldane mi ?Bir deryada küreksiz, kılavuzsuz gidiyor garibim insanlık.
Marcello çekti gitti zaten, Sofia yaşlandı, makarna yemeyin diyorlar, ellerinden gelse aşkı da yasaklayacaklar, e ne yapacak o zaman Akdenizli? Aş’sız kalınır, aşk’sız kalınmaz…
Akdenizli kadar gökteki yıldızların tılsımını, ilmini, hayatın derin manasını, dansın dünyayı tutuşturan temposunu ve aşkı bilen, yaşayan, yazan var mı, sorarım size?
Aşk, ah o tek kişilik tango…İşte bak, seninle bu konuda hemfikiriz…
Omuzdaki yıldızların sökülüp, kalbe iliştirilmesi, en güzel tenzil-i rütbe etmek…
Yamalıklı böğrüm neler ister gönlüm.
Aman, n’ossun işte anacım, umma Davut, gönlün avut meseli, bu bizim ettiğimiz…
Kitabın ve aşkın delisine her gün bayram nasılsa, bütün Akdeniz ülkeleri de şenlikli bir bayramyeri…
Kitap , aşk, dans, müzik ve Akdenizlilik bana sorarsan ey sevgili Akdeniz,şenliklerle kutlanmalı.
Akdeniz, dünyaya serilmiş koca bir sofra…Ekmek, zeytin, zeytinyağı, şarap en esaslı yemeği.
Akdeniz, yurdumuz, hem de soframız…Suların üstüne serilen engin gönüllü, sadeliğiyle zengin, tadına doyulmaz bir sofra, ister tuz ekmek, ister peynir ekmek, şarap, isterse zeytinyağı, incir…Hem göz doyurur, hem karın, hem gönül.
Ha, bir de belediye bandosu her gün şarkılar çalsın, bütün Akdeniz şehirleri ve kasabalarında, ben en çok o faslı seviyorum.
Herkese arzederim…
Bir de şunu arzederim: 1984 yılı Paris Elysee Sarayının muhteşem salonunda Cumhurbaşkanı Mitterrand Legion D’Honneur madalyası vermektedir, bu dört usta Joris Ivens, Elie Viesel, Federico Fellini ve Yaşar Kemal’dir. Fellini ile Yaşar Kemal boy bosca, gözlükleri ve yüzleriyle birbirinin tıpkısıdır.Livaneli bunu dile getirince,Fellini der ki hemen, ‘Tabii, ikimizin de anası Akdeniz’…
O zaman biz de yurdumuz Akdeniz dediğimiz kadar, asıl anamız Akdeniz diyelim.Ve Akdeniz’li olmanın gereklerini boşlamayalım, elimiz sanata düşsün, dilimiz şarkılara, bedenimiz dansa, ruhumuz güzelliğe, kalbimiz aşka…
Ah Akdeniz, suların kan olmasın…İnsanların helak olmasın…Dünyanın müflis patronlarının seni savaşlarla tutuşturma hesapları, sularında boğulsun, barış gölünden başka bir şey olma…
Darbe yalnız sol yanda olsun, kalbimizde…