Müzikte “cover”, “örtmek, kaplamak”, yani bir müzisyenin şarkısını başka sanatçıların kendi sesi, tarzı, yorumuyla seslendirmesi başka bir dünya. Yerine, zamanına, ânına, havana göre orijinalinden bile hoş gelebiliyor. Bazen bir şarkının dinlene dinlene gönlü, kulağı usandırmasına, klişeye dönüşmesine de çare. Yeniden canlandırılıyor zira. Hatta o güne kadar sana değmeyen bir şarkının hastası oluyorsun.
Türküler şarkılar, yerli yabancı her türden müzik… Kimi caz, rock, reggae, folk formunda gönlünün kapılarını başka tarzlara açarken, hip hop, rap de “cover”ı başka kültürlere, dünyalara taşıyor. Hatta “zâmane şarkısı”oluyor bazen. Candan Erçetin’in taaa 2004’de yayınlanan –Ceza (feat)– “Şehir” düeti mesela. Bence gayet güncel.
Yıllar sonra “zâmane şarkısı”
Erçetin’in “Bu şehir insana tuzak kuruyor /Bu şehir insanı uzak kılıyor /Bu şehir insanı hayli yoruyor” girişiyle kalabalık yalnızlıkların da bildik adresini belli ederken, bugün elinden de tutuyor birden.
Sözlerindeki gibi Ceza’nın harika, şiirsel “tekerlemeler”iyle “bir de şehirli türkü tutturup karşılıklı” mırıldanıyorsun: “Bu şehir benim ve bu şehir bizimmiş anla /Pes etmedik umutla yürüdük işte /Bırakmam, terk etmem ben gitmem bu şehirden”…
“Mâvi”si “ma’vi ma’vi” bazen
Bazıları da söyleyenin ruhu, kendine özgü nağmeleriyle, aksanıyla dahi milyonlara dokunuyor. İbrahim Tatlıses’in “mâvi”sini hiç inceltmeden, ilk hecesini uzatmadan vurgulayarak tek nefeste söylediği “Mavi Mavi” de öyle belki.
Birçok insanın diline öyle, o vurguyla dolanırken, 1985’de 6.5 milyon satışıyla rekor kıran albümünün de “hit”i. TRT’de sakıncalı sanatçılar, şarkıların yanında arabesk yasağı sürerken (1987’de kalkacak), araya da soldan bir “cover”; “Leylim Ley”.
Masadaki dost şarkısı
Öyle birçok parça, sanatçı var dinlediğim müzikler arasında. Bazısı “amatör”lüğü, hatta kulağa hoş, ahbap gelen “hata”ları, bir an ritmi, makamı kaçırması, bir sözünü unutmasıyla da harika. Hataları sevmeyi de öğretiyor sanki.
Masada ruhunu, sesini sözünü o şarkıya döken bir dostun gibi… Diren Polatoğulları’ndan “Şikayetim var” misal. Onu dinleyene kadar ne ismi var belleğimde, ne de Kayahan’ın olduğunu sonradan öğrendiğim o şarkı… Hali tavrı, onun o meşkle direnen ismiyle bile artık gönül şarkılarımdan. Ne zaman dinlesem… Öyle işte. Kıpırdatıyor…
Aslını da aşabilen fasıllar
Bazen de aslından şaşmıyorsun pek. Hatası sevabıyla ilk göz ağrın… Mesela Ahmet Kaya galiba öyleydi benim için. Ama ilk çıktığı anda değil. 12 Eylül fırtınasının ardından 80’lerin ilk yarısında “Ağlama Bebeğim” albümüyle çıktığında “biz”e önce uzak gibi. “Sol arabesk” diyen, dudak büken çok. O dönemde “Şeyh Bedrettin” ağıtını da yakıyor ama o da Ruhi Su ile tahtında, o gün için yerli yerinde.
Sonra usulca sarıyor şarkıları sağı solu. Yıllar geçiyor, şarkılarını huyu suyu farklı sanatçılar tarzdan tarza okuyor, anısına “cover” albümler çıkıyor… Lâkin içimde yer edinen şarkıları çoğu kez varsa da yoksa da ondan. Belki sadece Hayko Cepkin’in “Memleket Hasreti” aşıyor o gönül barikatımı. O hasreti, hüznü, derinden sitemi, onun sesi, yorumuyla da hem usulca, hem çığlık çığlığa…
Geçen yıl da YouTube’da çıkıyor karşıma o hoş sürpriz: Enes & Mehmet Kılınç kardeşlerden “Yorgun Demokrat”… Daha önce Ahmet Kaya seçkilerimde belki de sözlerindeki “ölenler, vurulanlar, o yoldan dönenler”le pek öne çıkamayan o yorgun demokrat, benim için yeniden doğuyor. Ayağa kalkıyor… Esasında “benim için” de diyemem; sosyal medyada 50 milyon kez izlenmiş!
Yorgunluğunu atan demokrat?
Ama sonradan, ünlenince yayınlanan profesyonel klibiyle değil odalarında çektikleri ilk, daha samimi, “olduğu gibi” hâliyle. Kendi payıma “yorgunluğunu” anında alıyor insanın. İçimde bir kıpırtı, zıp zıp duygular… Yeri zamanı gelmiş herhal.
Klip siyah beyaz, yakışıyor. Odalarındaki bilgisayarın karşısındaki “oyun(cu) koltukları”na oturmuşlar, önlerinde enerji içecekleri, gönüllerince söylüyorlar. İçe dokunan sesleri, gençlikleri, küçücük odalarındaki gönülden gönüle yankısı, hüznü coşkusuyla kaç kere izledim, dinledim bilemiyorum. Yüksek “volume”da tabii…
“Şimdiki zaman çekimli fiil”ler
Ve yineleniyor içimde nidası: “Artık susma, yorgun demokrat…” O “demokrat”ın bugün kim olduğunu, nasıl, nerede durduğunu pek de düşünmüyorum doğrusu. O gencecik çağrılarıyla var’sayıyorum hemen, çok sayıyorum, herkese görev sayıyorum. Öyle ya da böyle, “ora”dan “bura”dan yeterince çok… Yeter ki nabzını tutan olsun.
Ardından Enes Kılınç’ın yine Ahmet Kaya’dan yorumladığı “Benden Selam Söyleyin”e rastlıyorum YouTube’da. Hatta Kaya’nın o şarkısını ilk kez Kılınç’dan duyuyorum… Sözleri yine “şimdiki zaman çekimli fiil” geliyor bana. Onu hâlâ çok ama çok seven ama artık haberlerini uzaktan alabildiği sevgilisine selam söylüyor cezaevinden. Yâri de onu bekliyormuş zaten: “Tutsakmış, hapismiş de ne olmuş /Demiş birisine…”
O da “keşke”lerle anılanlardan
Ahmet Kaya… Tam 25 yıl önce bugün, 16 Kasım’da ayrıldı hayatımızdan. Koskoca bir hayatı, söylediği 200’ün üzerinde (kaynaklarda 218 ve 262 olarak geçiyor) şarkıyı türküyü bir anda geride bırakarak, 43 yaşında! Memleketinden, dostlarından uzak, yürek enfarktından…
Birçok yorumdaki gibi “öldürüldü, yüreği linçlere, baskılara, sürgüne dayanamadı” desem yeri. Ürpererek diliyorum ki bu korkunç fiil (de) hapiste sağlığınla (da) boğuşanlar için “şimdiki zaman çekimli” olmasın.
O günlerde kaydıyla uğraştığı “Hoşçakalın Gözüm” albümündeki şarkılardan birisi de “Memleket Hasreti”.Doktora gitse belki “vaka” raporunda da öyle yazacak. İçimi sızlatıyor her dinlediğimde: “Ya beni sararsa, ya beni sararsa, memleket hasreti…”
Onun gidişinden, o sürgünden, genç yaşında memleketinden uzak ölümünden pay çıkarmamak, hüzün duymamak, onu bir iç çekişle , “keşke”lerle anmamak zor. En azından ben böyle düşünmek, (her) insanın yıllar sonra da olsa böyle duygulara kapalı, kilitli olmadığına inanmak istiyorum bu mevzuda. Böyle bir dünyada, bugün bilhassa… Hani o şarkısındaki gibi, “Gözüm yaşarıyor, yüreğim yanıyor /Olmasaydı sonumuz böyle”.
Küfür kıyamet bugüne de miras
O da her türden “farklı”ya yükselen homurtulardan, ardındaki -her dem- “tarihi” güçten şımarıp, kabarıp saldıranlardan çok çekiyor. Bugüne de miras küfür kıyametten… Türkiye’nin tarihi, “farklı” olduğu için azarlanan, kovulan/kovalanan, sürgüne/cezaevine yollanan, her yolla işkenceye uğrayan, öldürülen insanların da tarihi. Ne yazık, tarih olmuyor bir türlü…
O da öyle. Ümit Kıvanç’ın “Uçurtmam Tellere Takıldı” belgeselinde ilk gençliğini özetleyen cümlesi aklımda: “Bir kenar mahalleliyim /Mecburen uzaktan severim”… Sesiyle, vurgusuyla o iç yakan şarkısı da: “Ağladım gözyaşlarım döndü denize /Ben derdimi kimseye söyleyemedim /Kurşunlara gelirken arka mahallede /Düştüm de yerlere bir of demedim”.
Her yere, herkese dokunuyor
Farklı, öteki, kenarda/dışarıda olmanın, hep arkada kalmanın örneği, çeşidi çok… Öyle kılınmanın bahaneleri, hatta söylentiye, iftiraya, o mahut “mâkul şüphe”ye dayalı gerekçeleri de ibadullah bu ülkede. Her yere, herkese dokunuyor “gereği düşünülünce”…
Alanı farklı ama daha geçenlerde 19 “ünlü”yü “uyuşturucu operasyonu”yla toplayıp götürdüler. Kimine göre gayet mâkul. Uyuşturucu kaçakçılığıyla, bağlantılarıyla ilgili koskoca, her yana değen, tepeye çıkan iddialara sayfalarını, ekranlarını kapatan yandaş basın iftiharla manşetten duyurdu:
“Ünlülere uyuşturucu operasyonu! Ahaber.com.tr uyuşturucu madde tespit edilen o ünlülerin listesine ulaştı.” Ulaştığı “liste”de 19 isimden yedisinin kullandığı “uyuşturucu” anti-depresan. Hepsi serbest ama sıkılan öyle manşetler bâki.
“Yüksek beğeni” değil ihtiyaç
Milyonların bir şarkısını terennümüne, ıslığına aldığı Ahmet Kaya da, bizim “farklı” olduğu için dışlanan, belki de biraz yaban yanımızdı. Birçoğumuz, en azından bir dönem çaktırmadan sevdi onun şarkılarını…
Kimi bir yerinden kendi hikâyesi (de) olduğu için, kimi başkalarının hikâyelerine onun şarkılarıyla konuk, en azından o an “turist” olabildiği için belki. Müziğin sadece “yüksek bir beğeni” değil bir ihtiyaç olduğunu onunla da öğrendi kimimiz.
Arabeskti ama, poptu, gitarlı-baterili türküydü, bir tür “fantezi müzik”ti ama, politikti, solcuydu ama, lümpendi ama, baba tarafından “Kürt kökenli”, feodaldi, isyancıydı ama… “Ama”ların boyunduruğundan bir an kurtulup, herkes kendine değen kısmını aldı, orasını sevdi belki. Rakı kadehleri onunla da kalktı çoğu zaman. Ki rakının “gücü” bazen ortaya, masaya çıkardığı şarkılarla da başka!
“Gidim, ne yapayım yani?”
Lâkin “ama”ların da suç sayıldığı, yasaklandığı yerde yalnız uğurladık onu sürgüne. Murat Meriç onun tüm konserlerini “Başım Belada” ile açtığını, “Kafama Sıkar Giderim”le bitirdiği yazmıştı. Öyle de oldu.
Attilâ İlhan’dan mülhem, gönüllere bir türlü kabuk tutmayan bir yara gibi işleyen o “mahur beste”si hâlâ çalıyor birçok insanın can evinde. O bildik çatal bıçakların havada uçtuğu “şölen” gecesinden öyle kalkıp gidiyor sürgüne.
O kıyamette “Giderim” şarkısını seslendiriyor ama zor. Yuhalamalar, çatal bıçak atmalar, üzerine yürümeler… Masasına oturuyor, derdini anlatmaya çalışıyor nefes nefese: “Yıllarca bunları söyledim. Bunu söylüyorum, bu kadar yani. İşte devlet, işte şey yani… Alsınlar götürsünler, gidim, ne yapayım yani?”
“Olmasaydı sonumuz böyle”
Sonra da, hoparlörlerden “Olmasaydı sonumuz böyle” şarkısı yayınlanırken kalkıp gidiyor mecburen. Geride de içimi yakan mahur şarkısı kalıyor: “şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız / o mahur beste çalar Müjgan’la ben ağlaşırız /gitti dostlar şölen bitti ne eski heyecan ne hız /yalnız kederli yalnızlığımız da sıralı sırasız”…
Kim bilir kaç kişi öyle uğurlandı bu tarihte. Sadri Alışık’ın filmlerdeki sevgilisi “Müjgan”ın Farsça “kirpik(ler)” anlamına geldiğini de belki öyle öğrendi insanlar. Bir anda, şiiriyle-sözüyle-sazıyla, bir başına kalmayı… Kirpiğiyle göz göze ağlamanın yalnızlığını.
“İhbarlar birer sansar”
Manşetlerdeydi önce, genellikle öyle oluyor. Ona pervasızca biçilen sıfatlar “şerefsiz”, hakkındaki “ihbar”lar birer sansar: “hainler ürkekçedir /elleri telefona kendiliğinden uzanıyor /ihanete gece müthiş bir gerekçedir /ihbarlar birer sansar /bir telefondan bir telefona atlar /ihanet bir bilmecedir.”
Sonra zaman geçti… Ardından yine o mahut “İade-i İtibar Günleri”… Ölümünden dokuz yıl sonra, 2009’da TRT’nin Kürtçe açılımının ardından Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay açıkladı: “Sanat ve sanatçıyla büyük barışa hazırlanıyoruz. Sanatın üzerindeki bütün yasaklar son bulacak. Fikir özgürlüğü üzerindeki yasakları kaldırarak özür dileyebiliriz. İade-i itibar yapacağız.”
“Aynı kareye girmek”…
Ardından 2013’de Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü Ahmet Kaya’ya verildi. En sert tepkilerden birisi MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’den: “Cumhurbaşkanlığı ödülünün bölücülükten, terör örgütü yandaşlığından sicil almış ve sabıka yemiş bir PKK’lıya vefatından 13 yıl sonra tevdi edilmesi Türk milletine saygısızlığın ve nankörlüğün aldığı boyutu göstermesi bakımından ibretliktir.
Cumhura baş olmayı, bölücü örgüt taraftarlığının aklanması ve ödüllendirilmesi olarak görenlerin bu yanlış ve izahı olmayan kararından dönmesini beklemek en tabii ve ahlaki hakkımızdır. Devletin tepe noktasında bulunanların, Cumhuriyet’i yıkma emelinde olanlarla aynı kareye girmeleri her şeyden önce kendi isimlerini lekeleyecek, saygınlıklarına da gölge düşürecektir.”
“Bugün olsa?” sorusu havada
Sonra yine zaman geçti… Az bir zaman. “Aynı kareye girmek” sıradan haber manzaralarına, “kim, kiminle, hangi suçtan sabıkalıyla, nerede, ne zaman” oyununa dönüştü. Ahmet Kaya’ya iade-i itibar kaldı geride. Yani o günlerde dile getirilen ama gerisin geriye yutulan “fikir özgürlüğü”ne, “sanata-sanatçıya”, “farklı”ya itibar… Epey geride kaldı. Kaya’nın çok sevdiği Attilâ İlhan’ın o dizesi gibi “elde var hüzün”… Yine.
İtibar… Kaya’nın hayatında kara bir dönüm noktası olan o meşum ödül gecesinde “ortama uyan” birçok isim öyle ya da böyle pişmanlığını dile getirdi sonradan. “Keşke”cilerin keşke”lenmiş “keşke” kepçesinde çok isim var. O gece herkesi “darbe marşı” olarak da anılan “(Bir başkadır benim) Memleketim”i söylemek için sahneye davet eden Reha Muhtar da mesela…
Şarkıyı “ortamı yumuşatmak için söylediklerini” savundu. Biliyoruz oysa, sertleştirmek, safları sıklaştırmak içindir o şarkı. Ve o geceden 17 yıl sonra, 2016’da “Bugün olsa Ahmet Kaya da, gazeteciler, yazarlar ve HDP’liler gibi içeri mi alınacaktı?” başlıklı yazısı, haklı sorusu yayınlanmayınca 10 yıldır çalıştığı Vatan Gazetesi’nden ayrılmak durumunda kaldı.
“Dostlar alışverişte görsün”
O zamanlar icab-ı hâl öyleydi, siyaseten, hassaten öyle söylemek, yapmak gerekiyordu belki! Hava biraz değişince, eski hava artık gıcık yapınca, öksürtünce, işine gelince iade ediliyor -siyaseten- itibar. Siyaset sözlüğünde en kullanışlı, ikiyüzlü kelimelerden biri belki. Bazen yasak savmak kabilinden. Veciziyle “dostlar alışverişte görsün” de diyeyim.
İade-i itibarın siyaset sözlüğündeki “politik mânâsı” farklı, “Türkçe Sözlük”deki anlamı başka: “Resmi kurumlar, mahkeme kararları veya basın-yayın araçlarıyla zedelenen saygınlığın yine aynı yollarla geri verilmesi, kişi saygınlığına karşı yapılan haksızlığın ortadan kaldırılması.”
Biz de olsun ki iade edelim
Lafla yürümüyor, delil, kalıcı miras gerektiriyor yani, hak hukuk, itimat. İstisnai değil içtimai düzenlemeler, suya değil huya, vicdana yazılan sözler… Ara ki bulasın; laf olsun torba dolsun.
Zihnin, gönlün, niyetin, ufkun kapalıysa, şaire, ozana iade-i itibar filan diyerek dizeler okumak, şarkılar mırıldanmak hariçten gazel bir yana, maval okumak gibi geliyor bazen bana. Öyle bir itibar, fikir zikir bizde olsun ki, iade edebilelim. Değil mi?
İtibardaki adres yanlışı
Siyasette ise çoğu kez özrün kelimesini anmadan, “dilemeden”, “farklı”ya, “senin gibi olmayan”a zihnen itibar etmeden, doğru dürüst hakkını-hukukunu iade etmeden sıradan “Pardon”un Arapçası Türkiye’de. Aralarından, nezdindeki, “indinde”ki o “meşum” kalabalıktan cımbızınla tadını çıkara çıkara seç birisini, alın size iade-i itibar.
Kuşkusuz “değişiyor” bir şeyler de… “İade-i itibar”daki adres yanlışı değişmiyor. Düzelmiyor… Kerhen, o an öyle icap ettiği için gösterilen itibar onlara değil esasında kendine.
İade-i itibar onların değil, onları, milyonlarca insana mal olan şiirlerini, türkülerini, düşüncelerini yıllarca sürgünde, hapiste tutmaya çalışan, yasaklayan politikacıların, “meslektaş”ların ihtiyacı. Onlara, devlete, hatta ülkeye iade-i itibar… Eğer gerçekten, hakkıyla hukukuyla bir itibarsa!
Çeyrek asır sonra ikinci sırada
İtibar… Hemen herkes dinledi, hâlâ dinliyor Ahmet Kaya’yı. Çeyrek asır sonra bugün de Spotify’ın en çok dinlenen “Türküler En İyi 50” listesinde “Kum Gibi”yle hâlâ ikinci sırada: “Martılar ağlardı, çöplüklerde /Biz seninle gülüşürdük /Şehirlere bombalar yağardı her gece /Biz durmadan sevişirdik”.
Kaya’nın sürgün günlerinde yazdığı “Siz yanmayın (Sürgün)” şarkısını, sitemini, ölümünden 24 yıl sonra,geçen yıl Ali İhsan Tepe Diyarbakır’ın dar sokaklarında, “kuçe”lerinde çektiği klibiyle seslendiriyor:
“Ağlama, bu günler gelir de geçer babam /Ağlama, bu dertler elbet biter babam (…) /İki damla gözyaşımla /Satıldım pazarlarda /Kırdılar yüreğimi /Kırdılar azarlarla /Sürgünlere yolladılar /Sabah dörtte yağmurlarla /Ben yandım /Siz yanmayın Allah aşkına”.
“Ne yakın ne uzağım komşunum”
İtibar… O hazin ödül töreninde “Kürtçe şarkı-türkü” dediği anda dananın kuyruğunu çeken Ahmet Kaya 25 yıl önce bugün öldü. “Ben bu ödülü yalnızca kendim adına değil İnsan Hakları Derneği adına, bu ödülü Cumartesi Anneleri adına, bu ödülü bütün Türkiye halkı adına alıyorum” deyince koptu kıyamet.
Belki yaşasaydı, onun için bir tür “İade-i İtibar Gecesi” düzenlenseydi bugün de benzer, yerli yerine oturan bir konuşma yapardı: “Sadece bana değil benim gibi gasp edilen haklarını yıllardır arayan herkese itibar…”
Selahattin Demirtaş Kasım 2016’dan beri, dokuz yıldır türkülerini hapiste söylüyor. Bazen yarı Türkçe-yarı Kürtçe, kendi deyimiyle kardeş türküleri: “Yabancı değilim pismame te me (kuzeninim) /Ne dur im ne nez im cirane te me (ne yakın ne uzağım komşunum senin).” Sasa Serap & Celo Boluz’dan o türküyü (Sallana sallana) can kulağıyla bi dinlemek, her “komşu”na, varlığına gerçekten itibar etmek… Aslolan o. Gerisi çoğu kez laf-ü güzaf kantarımda.
Not: Yazımdaki “iade-i itibar”la ilgili bazı bölümleri geçen yıl yine Ahmet Kaya’nın ölüm yıldönümünde Serbestiyet’te yayınlanan “O dün bugündü: İade-i itibar kimin ihtiyacı?” yazımdan aldım.

