İstanbul Erkek Lisesi’nde adalet krizi: Gençler neden okul yönetimine güvenmiyor?  

İstanbul Erkek Lisesi’nde bazı kız öğrenciler hakkında bir liste hazırlandı. Bedenleri puanlandı, kategorilere ayrıldı, alay konusu edildi. Bu süreçte kimse okul yönetimine gitmedi. Çünkü öğrencilerin gözünde yetişkinler ya yoktu ya da duymayacaktı. Adalet, bu kez yine okul koridorunda arandı.

Son yıllarda okullarda yaşanan cinsiyetçi davranışlar, dijital zorbalık ve gençler arasında giderek sertleşen şiddet olayları daha görünür hale geliyor. Sosyal medya çağında saklanması zorlaşan bu vakalar, okul ortamlarında uzun süredir var olan ama çoğu zaman görmezden gelinen bir kültürel yapıyı açığa çıkarıyor.

Bu vakaların dikkat çeken ortak noktası şu: Gençler yaşadıkları bir haksızlık ya da zorbalık karşısında çoğu zaman çözümü okul yönetimine ve yetişkin otoritesine başvurarak aramıyor. Bunun yerine ya sosyal hiyerarşi içinde kendilerinden daha güçlü gördükleri öğrencilere gidiyorlar ya da meseleyi kendi aralarında çözmeye çalışırken şiddete yöneliyorlar. Yani adalet, kurumsal değil kişisel güç üzerinden şekilleniyor.

Bu durum yalnızca okullara has bir sorun değil. Türkiye’de hukuki süreçlere duyulan güvensizlik, hayatın birçok alanında “hallederiz”, “biz çözeriz”, “güçlüye söyleyelim” gibi pratiklerle kendisini gösteriyor. Adalet çoğu zaman mahkeme salonlarında değil, sosyal medya, aile ilişkileri ve sokakta şekilleniyor. Öğrencilerin davranış biçimi, aslında toplumdaki yaygın bir refleksin doğrudan yansıması.

Tam da bu nedenle eğitim kurumlarının karşı karşıya olduğu temel soru giderek daha keskin hale geliyor:

Gençler bir haksızlık yaşadığında neden okulu ve yetişkinleri çözümün bir parçası olarak görmüyor da birbirlerine gidiyor?

Eğer öğrenciler, kurumun kendilerini koruyacağına ve adalet sağlayacağına inanmıyorsa ortaya çıkan boşluk kısa sürede şiddetle dolduruluyor.
Çünkü kurumun olmadığı yerde, adaleti güç yaratıyor.

İstanbul Erkek Lisesi Vakası: Üç Aktör, Üç Sorun

İstanbul Erkek Lisesi’nde ortaya atılan iddialar, bir okul skandalından çok daha fazlasını düşündürüyor. Konu yalnızca birkaç öğrencinin yaptığı uygunsuz bir hareket değil; gençlerin adalet anlayışının nereden beslendiğini sorgulatan bir tablo. İddialara göre bazı 9. sınıf öğrencileri, okuldaki kızlar hakkında 507 maddelik bir liste hazırlıyor. Listedeki ifadelerin cinsel içerikli, aşağılayıcı ve tehditkâr bir ton taşıdığı öne sürülüyor. Bazı kız öğrenciler, yalnızca sözlü veya yazılı hakaretlerle değil; izinsiz fotoğraflarının çekilmesi ve okul içinde sürekli bir takip ya da gözetlenme hissiyle karşı karşıya kaldıklarını ifade ediyorlar. Böyle bir ortamda okul, öğrenme ve gelişim mekanı olmaktan çıkıp, öğrencilerin kendilerini sürekli savunmada hissettikleri bir yere dönüşüyor.

Bu tür bir durumla karşılaşıldığında, normal şartlarda öğrencilerin başvurması gereken yer bellidir: okul yönetimi, rehberlik birimi, yani yetişkin otoritesi. Ancak bu olayda süreç bambaşka ilerliyor. Kız öğrenciler, çözümü daha güçlü gördükleri 11. sınıf öğrencilerine anlatmakta buluyor. Bu tercih, onların zihinlerinde “sorun olduğunda gerçek otorite kim?” sorusuna verdikleri cevabı açıkça ortaya koyuyor: Güven duymadıkları bir kuruma değil, güç sahibi olduğunu düşündükleri akranlara yöneliyorlar.

Öte yandan 9. sınıf öğrencilerinin niyeti her ne olursa olsun, “şaka” kelimesinin ardına saklanmanın bu durumda hiçbir karşılığı yok. Dijital kültürde normalleşen cinsiyetçi mizahın okul ortamına taşınması, taciz ile şaka arasındaki sınırın silindiğini ve bu öğrencilerin toplumsal sorumluluk bilincine dair önemli boşluklar taşıdığını gösteriyor. Bu yalnızca onların değil, onlara sınırı öğretecek sistemin eksikliğini de görünür kılıyor.

Sürecin en kritik kırılma noktası ise 11. sınıfların devreye girmesiyle ortaya çıkıyor. Olayı idareye taşımak yerine, kendi yöntemleriyle çözmeye karar veriyorlar. İddialara göre, 9. sınıfların bulunduğu odaya girerek fiziksel müdahalede bulunuluyor; bazı öğrencilerin zorla dışarı çıkarıldığı, tehdit edildiği ve şiddet gördüğü öne sürülüyor. Böylece okul sınırları içinde adalet, kurumsal mekanizmalarla değil, fiziksel güç üzerinden işletilmeye çalışılıyor.

Bu üç grup arasındaki davranış farklarına rağmen ortaya çıkan tablo, tek bir gerçeğe işaret ediyor: Öğrenciler, okulun kendilerini koruyacağına ve adalet sağlayacağına dairinançlarını yitirmiş durumdalar. Kız öğrenciler şikayetlerinin dikkate alınmayacağını düşünüyor, 9. sınıflar yaptıklarının sonuç doğuracağını öngörmüyor, 11. sınıflar cezayı kendi ellerine almayı bir çözüm olarak görüyor. Her ne kadar bu olayın merkezinde yer alan herkes hala çocuk yaşta olsa da, sorumluluk alması gereken yetişkin otoritesinin sahnede görünmemesi bu sürecin daha da büyümesine zemin hazırlıyor.

Şiddet Neden Araç Haline Geliyor?

İstanbul Erkek Lisesi’ndeki tablo, yalnızca öğrencilerin davranışlarına bakılarak açıklanamaz. Olayın arka planında çok daha derin bir mesele duruyor: çocuklar, okul içinde yaşadıkları bir sorunda yetişkinlerin gerçekten devreye girip girmeyeceğinden emin değiller. Bir şikayetin karşılık bulmaması ihtimali, gençler için yeterince güçlü bir caydırıcı. Bu nedenle, resmi mekanizmalara başvurmak riskli ve çoğu zaman da beyhude bir çaba olarak algılanıyor. Taciz ve zorbalıkla ilgili süreçlerin nasıl işletildiğinin bilinmemesi, şikayet edenlerin damgalanma ya da dışlanma ihtimali ve “yetişkin otoritesiyle temas kurmanın daha çok sorun çıkaracağı” düşüncesi, sessiz kalmayı daha mantıklı bir seçenek hâline getiriyor.

Uluslararası araştırmalar da bu algının rastlantı olmadığını gösteriyor. PISA 2022 verilerine göre Türkiye’de öğrencilerin yaklaşık yüzde 25 ila 28’i okulda düzenli bir zorbalık deneyimi yaşadığını bildiriyor; bu oran OECD ortalamasının belirgin şekilde üzerinde. Yani öğrencilerin önemli bir kısmı, yaşadığı şiddeti ya da rahatsızlığı hiçbir yetişkine bildirmiyor. Bu durum, bireysel öğretmen ya da idare davranışlarından değil, kurumsal belleğe yerleşmiş bir güven sorunundan kaynaklanıyor. Adaletin kurumlar eliyle sağlanacağına dair inancın zayıflığı, çocukları kendi çözüm yöntemlerine yöneltiyor.

Bu güven boşluğunda ortaya çıkan reflekslerden biri de artık çok tanıdık: sorunlar önce sosyal medyada görünür kılınmaya çalışılıyor. “İfşa” kültürü, kurumsal mekanizmaların dolduramadığı bir boşluğu toplumun tepkisine yaslanarak kapatmaya çalışıyor. Ancak okul gibi kapalı sosyal ekosistemlerde bunun yerini, güçlü akranlara başvurma davranışı alıyor. Çünkü gençlerin gözünde fiziksel ya da sosyal güç, hukuktan daha hızlı sonuç veren bir etki alanı sunuyor. Bu da şiddeti hem meşrulaştırıyor hem bir yöntem haline getiriyor.

Sonuçta ortaya çıkan tablo şu: Kurum çalışmadığında, güç devreye giriyor. Şikayetler resmi kanallara ulaşmadıkça, yaşanan her olayın çözümü öğrenci inisiyatifine bırakılıyor. Bu durum, yalnızca İstanbul Erkek Lisesi’ne dair bir sorun değil; çocukların adaletle ilişkisini şekillendiren daha geniş bir toplumsal gerçekliğin yansıması. Ve bu gerçeklik, okulun güvenli bir öğrenme ortamından çok, herkesin kendince bir denge kurmaya çalıştığı bir sosyal mücadele alanına dönüşmesine neden oluyor.

Benzer bir olayın başka bir ülkede nasıl karşılandığına bakmak, eksik olanın aslında ne olduğunu daha görünür kılıyor.  

Melbourne Örneği: Kurumun Varlığı Adaleti Nasıl Değiştiriyor? 

Melbourne’ün saygın özel okullarından Yarra Valley Grammar, 2024 baharında okul topluluğunu derinden sarsan bir olayla gündeme geldi. Bir grup erkek öğrencinin, kız arkadaşlarını ve okulda okuyan diğer kız öğrencileri aşağılayıcı ve tehditkar ifadelerle sınıflandırdığı bir liste hazırladığı ortaya çıktı.

Listenin en aşağılayıcı kategorisinde yer alan “unrapeable” (tecavüze uğramayacak kadar değersiz görülen) ifadesi, yalnızca kaba bir hakaret değil; kız öğrencilerin bedenlerine yönelik şiddetin sıradanlaştırıldığı bir zihniyetin dışavurumu olarak görüldü. Listenin diğer başlıkları da aynı yaklaşımı yansıtıyordu: “wifeys” (eş adayı olarak görülenler), “cuties” (sevimliler), “object” (bedeni dışında değeri tanınmayanlar), “get out” (istenmeyenler)… Bu etiketler, kız öğrencilerin okulda bir birey olarak değil, erkek bakışının belirlediği bir hiyerarşide yer tutan kategoriler haline getirildiğini gösteriyordu. Böyle bir atmosferde sıradan bir teneffüs bile kaygı yaratmaya yetiyordu. Bir gencin kendini değersiz hissetmesi için bazen birkaç kelime bile yeterli olabiliyor.

Olay duyulur duyulmaz öğrenciler konuyu doğrudan okul yönetimine bildirdi. Kurumun refleksi çok hızlı gelişti. Aynı gün resmi soruşturma başlatıldı. Listeyi hazırlayan iki öğrencinin kaydı derhal iptal edildi, diğerleri disiplin süreçlerine alındı. Velilere gecikmeden bilgilendirme mektubu gönderildi. Süreç yalnızca okulun iç mekanizmalarıyla sınırlı kalmadı; yönetim olayı polise rapor ettiğini ve hukuki sürecin işlediğini duyurdu.

Okul Müdürü Mark Merry, velilere gönderdiği açıklamada olayın yalnızca “okulun içinde yaşanmış münferit bir problem” olarak görülmesine karşı çıktı. Şöyle dedi:
“Bu davranışlar okulun değerlerine aykırı; ancak bundan daha fazlasının yapılması gerekiyor. Bu tür olayların sadece okul sorunu olarak adlandırılması, işin özünü kaçırmak olur. Toplumumuzda seksizm ve kadın düşmanlığı her zaman mevcuttur ve bunun kabul edilemez olduğunu belirtmek, aileler, öğretmenler, medya, iş arkadaşları ve akranlar olarak hepimizin sorumluluğundadır.”

Ardından mağdur öğrenciler için psikolojik danışmanlık desteği sağlandı; tüm okul topluluğuna yönelik bilgilendirme ve farkındalık çalışmaları başlatıldı. Bu örneğin anlattığı gerçek yalın ama etkisi derin: Bir okulun sistemi çalıştığında, çocuklar adaleti birbirlerinden değil, güven duydukları kurumlardan ister. Yarra Valley Grammar’ın izlediği yol tüm topluluğa şu mesajı verdi: Bu okulda adaleti güç değil, kurallar sağlar; şiddetin değil, kurumun sözü geçer; kız öğrencilerin güvenliği hiçbir koşulda pazarlık konusu yapılmaz.

Bu vaka, dünyanın neresinde olursa olsun benzer sorunların ortaya çıkabileceğini hatırlatıyor. Ancak farkı yaratan, kurumun ne kadar hızlı, net ve kararlı biçimde harekete geçebildiği. Adalet mekanizması zamanında devreye sokulduğunda, gençlerin hayatında uzun süreli yaralar bırakabilecek krizler büyümeden durdurulabiliyor.

Çocukların Omzuna Yığılmış Bir Yük

İstanbul Erkek Lisesi’nde yaşananlar, bir okul koridorunda başlayıp yalnızca orada kalan bir mesele değil. Bize, çocukların sırtına ne kadar ağır yükler bıraktığımızı hatırlatıyor. Bir haksızlık yaşadıklarında karşılarına çıkacak adil ve güvenilir bir yetişkin bulamayan gençler; haklı olmak yerine güçlü olmanın peşine düşüyor. O yüzden yumruklar kalkıyor, tehditler savruluyor, odalar basılıyor. Çünkü bu düzende adalet, kurallarda değil, “kim daha etkili?” sorusunda aranıyor.

Melbourne’deki örneğin farkı tam da burada belirginleşiyor. Orada çocuklar, bir krizin ortasında yalnız kalmadı. Yetişkinler, kendi sorumluluklarını ertelemedi. Bir kurum, “Ben buradayım” dedi. Bu yüzden olay, öfkenin değil, işleyen bir sistemin eline teslim edildi. Ve böylece çocukların hayatında kapanması yıllar alabilecek bir yara, daha büyümeden durduruldu.

İstanbul’daki tablo ise aslında hepimize ayna tutuyor. Çocuklar yalnızca arkadaşlarının davranışlarına değil, yetişkinlerin yokluğuna da tepki veriyor. Sessizlik büyüdükçe, boşluğu güç dolduruyor. Bu da kimseyi koruyan bir adalet değil; kimseye iyi gelmeyen bir mücadele alanı yaratıyor.

Bütün bunların ortasında hatırlanması gereken belki de en temel gerçek şu:

Bu hikâyede mağdur da, hata yapan da, adaleti üstlenmeye kalkan da çocuk.
Yetişkinlerin bulunmadığı bir sahnede birbirlerine dönüşüyorlar.

O yüzden bu olay, sadece bir disiplin meselesi değil. Çocuklarla olan ilişkimizi, onlara bıraktığımız dünyayı, güven duygusunu ne kadar sahiplendiğimizi konuşmak için önemli bir eşik. Bir okulu güvenilir yapan, duvarlarının yüksekliği değil; içinde yetişen çocukların korkmadan ses çıkarabileceğine inanması.

Bugün koridorlarımızda eksik olan şey tam olarak bu inanç.

Önceki İçerikMeclis’te bütçe günü: Bakırhan: “Çay içmez misiniz?” Bahçeli: “Estağfurullah, sizi yormayalım”
Sonraki İçerikBir kişi gitti, yüzbinler geri döndü: Esadsız ve yıkılmış Suriye’ye bir yılda geri dönenlerin sayısı 782 bini geçti