Evvel zaman içinde, saklı aşklar saman içinde, âşıklar abdal, oğullar müstakbel kral iken, Agilulf taht sırasında kralın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, kral Auttari düşmüş beşikten, Agilulf da tahta geçmiş eşikten… Geçer geçmez de kudretine kudret, kesesine bereket eklemek için selefinin genç yaşta dul kalan eşi güzeller güzeli Teudelinga ile evlenmiş.
Tam dirlik düzenlik, iyilik güzellik derken, “Kraliçenin başından uygunsuz bir olay geçmiş. Yakışıklı, krallar gibi boylu poslu seyisi de kraliçeye tutkunmuş meğer. Ne yapmış ne etmiş, bir gece kralın kıyafetiyle kraliçenin odasına gidip onunla yatmış”.
Tesadüf münasebet aramaz ya, hemen ardından Lombardiya’nın hevesi burnunda yeni kralı da kraliçenin odasına girmesin mi! Çok şaşırmış kraliçe: “Bu gece beni şaşırtıyorsunuz efendimiz. Az önce tadımı tadıp ayrılmıştınız yanımdan, yine geri döndünüz. Bir daha mı istiyorsunuz, sağlığınıza dokunmaz mı?”
“Buldum bu herif!”…
Kral Agilulf durumu anlayınca hiç çaktırmamış: “Aman kimse duymasın, kula kumaya, kurda kuşa rezil rüsvâ olmayalım…” Usulca erkek hizmetkârların yattığı koğuşa gidip elini tek tek kalplerine koymuş. “Herkes horul horul uyurken” seyis uyanıkmış tabii: “Göğsündeki yorgunluğun çarpıntısına, bir de kralı görünce korkunun yol açtığı daha yoğun bir çarpıntı eklenmiş”.
Kral anında anlamış tabii; “Buldum bu herif!” Ama zifiri karanlık… Ertesi günü onu tanıyabilmek için yanında getirdiği küçük makasla seyisin saçının bir yanını kesmiş. Lâkin “Seyis de uyanık adam. Kral gidince yataktan fırlayıp ahıra koşmuş, at makasını alıp uyuyan herkesin saçını kendisi gibi kesmiş…”
Boccaccio’dan sır saklanmıyor
Kral Agilulf erkenden kalkmış, çalışanları avluya toplamış, hepsinin saçı aynı… Herkes eskiden (az eskiden, 21. Yüzyıl’da) okulun kapısına dikilip “saç disiplini”ne uymayanlara elindeki makasla dalan müdürün gazabına uğramış, “saçkıran”a yakalanmış gariban öğrenci gibi. (²)
Skandala yol açmadan olayı çözemeyeceğini görünce üstü kapalı olarak “Bu işi kim yaptıysa, sakın bir daha yapmasın” demekle yetinmiş. Kimse ne olduğunu anlamasa da kral da, seyis de bu sırrı ömür boyu saklamış. Saraydaki skandalları, entrikaları hemen öğrenen, sonra da -hiç ar etmeden- yazan Giovanni Boccaccio hariç!
700 yıllık “Ortaçağ magazini”
Bu “uygunsuz” satırları yedi yüzyıl önce yazan İtalyan şair, yazar Boccaccio, 650 yıl önce bugün, 21 Aralık 1375’de öldü. Yalnız ve yoksul bir yaşlılığın ardından… Geride 1348’de başlayıp üç yılda bitirdiği bin sayfayı geçen başyapıtı Decameron’u bıraktı. Bize de devlet, saltanat, din, aile, izdivaç, bilumum “Ortaçağ magazini”ni onun dizi dizi inci satırlarından okumak kaldı.
“Magazin” dediysem lafımın gelişi, değineceğim hikâyelerinin harcıâlem manşetten girişi… Dünya edebiyatının ilk hikâyecilerinden, Avrupa edebiyatının, “düzyazı”nın en önemli, yaratıcı figürlerinden. Dante ve Petrarch ile birlikte İtalyan edebiyatının “üç tacı”, hümanizmin öncüleri arasında anılıyor “hakkı hukuku”yla. Bugünün -800 yıllık bir tarihin yuvası- Napoli Üniversitesi’nde aldığı altı yıllık hukuk eğitimi de bilezikleri arasında.
Yaşasa hâli daha beter
Lâkin veba salgını sırasında “10 gün boyunca soylu yedi kadınla üç erkeğin anlattığı” 100 kısa hikâyeden oluşan kitabı yüzyıllardır başa -kara- belâ! Öyküleri insanla çok fazla haşır neşir , -cinsi- münasebetli olduğu için feci münasebetsiz zira! Her devirde “uygunsuz”, hâlâ fahri-resmi ahlâk zabıtalarının türlü cezasına ezelden müsta’hak deyimiyle “ahlâka (âdaba) mugayir”.
Arapça’dan Türkçe’ye “değişmek, muhâlefet etmek” anlamına gelen “mugayeret”i taşıyan o kelimenin sözlük anlamı da, adli, ahlâkî takibi de uçsuz bucaksız: “Uymayan, bağdaşmayan, aykırı, zıt, muhâlif”.
Genellenen, bazen de akordu nağmeye uygun “kara düzen” yapılan ahlâka bir anda mugayir olmak, yani fena halde “değişik, başka türlü” sayılmak bugün de işten değil. Birçok tarihi figür gibi “Bugün yaşasaydı hâli nice olurdu?..” demeye bile gerek yok; gayet belli.
“Veled-i zina” derlerdi…
Boccaccio Floransalı bir tüccarın, bankacının evlilik dışı çocuğu… Annesi bilinmiyor. O da hiç evlenmiyor ama üç çocuğu var. Yani bugün yaşasa işi daha zor, sabit etiketi hazır; “Nesebi gayr-i sahih” de derler, “veled-i zina” da. Gerisi katlanarak soyu sopuyla gelir, ben yazmayayım. El âlemin ağzı “torba yasa” misali, deyiminde bile büzemiyorsun.
Babası onun varlığını altı yaşında öğrenip yanına almış. Çok yönlü, sıkı bir eğitimden geçse de varlıklı pederinin ticaretle uğraşması isteğine karşın o yazmaya sevdalı. Anlaşılan sınır da tanımıyor. Ta Ortaçağ’da kral, kraliçe, makam, saltanat, “Kilise” filan da…
Göz de kamaştırıyor diş de
Onun usta elinden “Ortaçağ magazini” bugünden renkli, teferruatlı… Zira devlettir, dindir, ailedir, izdivaçtır, “bu toplumun kutsalı, bu devletin, birliğin mafsalı” filan demeden, toplumsal normlara meydan okuyarak yazmış. Yoksa bugünün her mevzudan “magazin”i sansürlenmese, “bu ne perhiz”in acı, çürümüş lahana turşusu…
Decameron’daki Babil sultanının Garbo kralına verdiği kızının kocasının yanına “kız oğlan kız” giderken “dokuz erkekle münasebeti”nden, manastıra bahçıvan olan ve kendini “dilsiz” gösteren Masetto ile “yatmak için yarışanlar”dan mı söz etsem…
“Cebrail kılığına girip kadınlarla yatan Papaz Alberto”yu, sevgilisi Leonetto ile birlikteyken öbür sevgilisi Lambertuccio gelen, üstüne kocası da eve dönen Madonna lsabella’yı mı anlatmadan geçsem?..
Bilemiyorum. Belki soğukkanlı BBC’nin tırnak içine aldığı cümleyle geçiştirebilirim: “Decameron: Cinsel sınırları zorlayan ‘göz kamaştırıcı’ ortaçağ öyküleri”. Bazı ülkelerde “sinirsel uyarısıyla” hâlâ diş (de) kamaştırıyor elbet. Toplumsal alınganlığın, içe kapalı dışa hep açık “namus davası”nın kadim sendromları…
On parmakta on muzırra
Boccaccio’yu onun dokuz öyküsünü 1971’de sinemaya uyarlayan yönetmen Pier Paolo Pasolini’nin “Il Decameron” filmiyle de biliyoruz. Kaynaklarda “20. Yüzyıl İtalyasının önemli entelektüel yaratıcılarından, sinema ustası olmasının yanında şair, roman, senaryo ve oyun yazarı, edebiyat, sanat eleştirmeni, düşünür, aktivist, sivil itaatsizlik ve direniş ustası, gazeteci, ressam, çevirmen, kemancı, futbolcu, basketbolcu, usta bir eskrimci ve iflah olmaz bir muhalif” olarak geçiyor ismi.
Ama -cümbür- cemaate “Nasıl bilirsiniz?” desem o da ayrı mesele. Sadece dillere dolanan “cinsellik dozu çok yüksek, tahammülfersâ” filmleriyle değil, hayatı, kimliği, duruşuyla da ayrı, her telden muâraza… Sağdan soldan politik, ahlâkî, kültürel linçlerin her dönem boy hedefi.
Yönetmeni “olağan şüpheli”
Hayatında anti-faşist, “partizan” kardeşi Guido’nun etkisi yoğun. Dağlarda savaştığı Almanların ötesinde, komünist Garibaldi birlikleriyle yaşadıkları iç anlaşmazlıklar 1945’de çatışmaya dönüşüyor. Yaralı olarak ele geçirilen Guido kurşuna diziliyor. Komünist, direnişçi kardeşi, sağcı İtalyan basınının her fırsatta Pasolini’ye saldırma bahanelerinden de birisi…
Kolay hedef zaten, hep tetik menzilinde; Marksist, aykırı, sert muhalif, eşcinsel, bir süre İtalyan Komünist Partisi’nin yayın organında da yazıyor. Devlet, din, aile uçları sivri eleştiri üçgeninin başlıkları.
Hakkındaki temelsiz iddialar, iftiralarla da “Ucuz gazetelerin üçüncü sayfalarının gözdesi. Uydurulan suçlar, hırsızlığa yardım ve yataklık, silahlı soygun gibi çok çeşitli”. İddialardan, isnat edilen “suç”lardan hiçbir sonuç, hüküm, ceza filan çıkmasa da hep “olağan şüpheli”, atış listesinde… Canları ne isterse var çünkü!
Sahilde korkunç cinayet!
1975’in 2 Kasım’ında ise tüm gazetelerde birinci sayfa haberi… Roma Ostia sahilinde korkunç cinayet! 53 yaşındaki Pasolini’nin feci şekilde dövülmüş, arabayla tanınmayacak derecede ezilmiş, kan içinde cesedi bulunuyor. Etraf kanlı tahta parçalarıyla, sopalarla dolu… Öyle ki bir kadın gördüğünün bir insan olduğunu düşünmemiş bile, “Şu piçlerin gelip çöplerini nasıl buraya döktüklerine bakın” diye yakınmış.
Polis cesedi bulmadan iki saat önce hız yapan bir Alfa Romeo’yu durduruyor. Sürücü, 17 yaşındaki Giuseppe Pelosi. Kaçmaya çalışsa da Pasolini’nin aracında yakalanıyor, cinayet ortaya çıkıyor.
Yukarıdaki, o günün fotoğraflarındaki katilin pozları ülke tarihimize eklenen karelerle de çok şey anlatıyor esasında… İlk itiraf cinayetin “homofobik bir nefret suçu” olduğu yönünde. “Ters giden eşcinsel bir buluşma” yorumları da az değil. Ama bunun öyle kamufle edilen bir “siyasi cinayet” olduğu görüşü yaygın. Delillerin, ifadelerin gizlendiğine, görmezden geldiğine dair iddialar, “polisin cinayet mahalinde herhangi bir güvenlik çemberi oluşturmaması, mahallelinin oraya doluşması”yla da ayyukta.
“Siyasi bağlantılı mafya tarzı”
Yıllar boyu sürüyor, ortaya çıkan gelişmelerle de güçleniyor iddialar. Siyasi bağlantılı mafya tarzı cinayet, “Devlet-mafya-sağcı örgüt üçgeninde ibretlik bir infaz” olduğu, tek kişi tarafından işlenmediği değerlendirmeleri de… Hatta 2005’de yeni bir soruşturma açılıyor. Ama örtülüyor yeniden.
2023’de davanın DNA analizine dayanarak yeniden açılması için bir dilekçe sunuluyor. Gerekçesinde “cinayetin aşırı sağ terörizmle yakın bağları olan bir suç örgütü olan Banda della Magliana ile ilişkili olduğu iddiası” da var.
Passolini hep “olağan hedefler” arasında… Stockholm’den döndükten bir gün sonra öldürülüyor. Ingmar Bergman ve İsveç sinemasının avangard isimleriyle görüşmüş, yine aykırı, faşizme karşı, sansasyonel bir röportaj vermiş.
“İktidardaki Hristiyan Demokrat Parti’nin liderliğinin Mafya etkisiyle dolu olduğunu kınayan, sadece yolsuzluktan değil, trenlerin bombalanması, Milano’daki gösteri gibi neo-faşist terörizmle bağlantılı oldukları gerekçesiyle de yargılanmasını savunan” dizi yazıları da var. Din, aile yapısı da güncellediği sert eleştirilerinden nasibini alıyor.
Perdeyi aralayan gelişmeler
Cinayetin perdesini aralayan bir haberi de 24 Ağustos 2014’de The Guardian’dan okuyoruz. Özetle şöyle: Passolini’nin öldürüldüğü 1970’ler İtalya’da “şiddet dolu on yıl” olarak anılıyor. Vahşet, şiddet, cinayetlerde karanlık, siyasi gölgeler, “gizli servisle işbirliği içindeki neo-faşistler”le ilgili haberler, güçlü iddialar gırla…
O günlerde cinayette “iktidarın eli”nin olduğunu savunanlar arasında yazar Oriana Fallaci de var. Katil Pelosi’nin itirafıyla çelişen kanıtlar da sunuyorlar. Çocuk Mahkemesi’nde yargılanan Pelosi ise sekiz yıl yattıktan sonra 1983’de şartlı tahliyeyle çıkıyor. Ancak altı ay sonra soygundan yine içerde. Delil yetersizliğiyle bırakılıyor ama bir yıl sonra bir soygun daha.
“Ardından, 2005’te kapılar açılıyor. Pelosi, televizyonda verdiği bir röportajda itirafını geri çekerek, -isimlerini verdiği- iki kardeş ve başka bir adamın Pasolini’yi öldürdüğünü, onu döverek öldürürken ‘eşcinsel’ ve ‘kirli komünist’ diye adlandırdıklarını söylüyor. Bu kişilerin, neo-faşist MSI partisinin Tiburtina şubesine sık sık gittiklerini de…”
“Davayı kapalı tutanlar var”
Lâkin dava hâlâ “kapalı”, Le Monde’un 19 Temmuz 2025’deki haberindeki deyişle, “Pier Paolo Pasolini’nin gizemli ölümü, 50 yıl sonra bile İtalya’yı hâlâ rahatsız etmeye devam ediyor. Davadan vazgeçmeyenler arasında avukat Stefano Maccioni, yeni bir parlamento soruşturma komitesinin cevaplar getireceğini umuyor.”
The Guardian’a göre “Pasolini’nin çevresinde olduğu kadar siyasiler arasında da davanın kapalı kalmasını tercih edenler var”. Pasolini’nin filmleri de yutkunup susmayı kolaylaştırıyor belki.
Marquis de Sade’den İkinci Dünya Savaşı’nın son günlerine uyarladığı “Salo veya Sodom’un 120 Günü” mesela. “Sinema tarihin hem en tartışmalı, hem de hiç tartışılmadan ‘iğrenç, seyredilemez, rezalet’ damgasını yemiş nadir filmlerinden birisi” olarak da nitelendiriliyor.
Ne yaptığının gayet farkında
Pasolini bunun elbette farkında. Sinemadan çıkarken seyircinin bir tür huzurla, “mutlu son”la iç geçirmesine, duygusal kaytarmasına bile asla izin vermiyor. İkinci Dünya Savaşı’nda milyonlarca insanı kökeninden, siyasi hatta cinsel tercihinden ötürü inanılmaz işkencelerle katleden faşizmi de, bugüne her türden mirasını, dillendirdiği “yeni faşizm”i de öyle, yenilip yutulamayacak gerçeklerle, öyle bir üslupla anlatmak gerek belki.
Tersi ürpertmiyor, vicdana şok etkisi yaratmıyor belki… Ve faşizmin henüz adı konmamış her türlü homurtusuna, hatta ondan gelen ona giden “muhabetler”e, siyasi “geyikler”e, ulu orta öyle etiketlere şahit oluyor, maruz kalıyoruz.
YAZI RESMİ: “Saray portreleri, kraliyet ailesi”, “üst sınıf sosyetesinin gurur verici resimleriyle tanınan” Franz Winterhalte’in 1837 tarihli Decameron adlı tablosu, Boccaccio’nun portresi ve Pasolini.
(¹) Yazımın başlığı, “Tehlikeli Masallar” Ahmet Altan’ın aynı adlı romanından yâdigâr. Altan’ın 1985’te yayınlanan ikinci kitabı “Sudaki İz” de toplatıldı ve müstehcenlikten yargılanarak mahkeme kararıyla yakıldı. “Tehlikeli Masallar”ın girişinde Hazreti Süleyman’ın “Tanrının büyüklüğü, nedenleri gizlemekte, kralların büyüklüğü, onları bulmakta yatar” sözleri yer alsa da hemen ardından gelen satırlar tekinsiz zira:
“Romanı, bir cinayeti tasarlar gibi tasarladım. İyi hazırlanmış bir cinayetten daha mükemmel tek şey varsa o da iyi kurulmuş bir romandır benim için. Yazıyla cinayet arasında, gizli tarikatların ayinlerini andıran, dışarıdakilerin asla göremeyeceği korkunç bir benzerlik olduğuna inanırım, ikisi de tanrının buyruğuna karşı çıkar, ikisi de hayatı yeni başlayacak bir hayat için sona erdirir, ikisi de günahların en büyüğünü içinde barındırır.”
(²) “Saça atılan makas” beni ortaokul yıllarıma götürüyor. Sonra da Ankara Hürriyet’te “Hâlâ o makas”başlığıyla 10 Kasım 2007’de yayınlanan yazıma… Radikal Gazetesi’nin bir gün önce yayınlanan manşetinin (“Okul mu toplama kampı mı”) hemen ardından yazmışım. İstanbul Bahçelievler’de bir liseyle ilgili…
Tesadüf benim hikâyem de Ankara Bahçelievler Ortaokulu’ndan… Okulun eli -çok amaçlı- “harita gösterme” değnekli müdürü sık sık makasla kapıda bekliyor. Saçı “kâkül”ü az uzun olan öğrencilerin saçlarını rastgele kesiyor. Ardından da perçemi gitmiş, ensesi oyulmuş ya da şakaklarında bir makas darbesi taşıyan öğrenciler o hâlde sınıflarına giriyor.
Ertesi gün berberde o makas darbelerini yok ettirmek için “bir-iki numara” traş olunca da bu kez kıkırdayan kız öğrencilerin bakışları altında “Auschwitz modeli” saçlarımızla geziyoruz. Has arkadaşım Sedat (İnce) ile bir çare arıyoruz. Buluyoruz da kendimizce…
Müdür yine bir yerinden buduyor saçımızı. Ertesi gün berbere filan gitmeden aynen geliyoruz. Bu kez saçımızın başka yerine atıyor makasını. Hiç dert değil! Sonraki gün taraz turaz, yarı kel, yarı Beatles yine sınıftayız. “Hem kel, hem fodul (haddini bilmeyen, üstünlük taslayan)”uz ama mutluyuz direnişimizden. Bir süre maraza yaşansa da, abiler, aileler okula gelince vazgeçiyor sonunda müdür. Ve kesilen saç uzuyor.













