Bazı insanlar fotoğraf çektirmekten hoşlanmaz. Ele avuca sığmaz gerçekliğinin sadece bir anla sabitlenmesi, anılması, bilinmesi hoşlarına gitmez en başta. Başka birçok sebep de vardır elbette. Işık ve çizmek kelimelerinin birleşmesiyle oluşan fotoğraf, iz bırakmakla ilgili bir zanaat. Gündelik hayatta tanınmamıza bilinmemize bir takım işlemler yapılmasına yarıyor ama estetik kaygıları ve anlatım biçimiyle de bir sanat aynı zamanda.
Henri Cartier -Bresson gözünün uzantısı olduğunu söylediği kamerasını eline aldığından itibaren bir daha hiç yanından ayırmamış. Hayatı yaşandığı gibi korumaya kararlı olarak dolaşmış sokaklarda, gözlerinin önünde sereserpe uzanan durumların özünü yakalayıp, tek bir fotoğrafın çerçevesi içine sığdırmak istemiş. 2016 yazında yayınlanan Göçüp Kalanlar adlı kıymetli fotoğraf kitabının içinde kaybolup giderken, bu mümkün mü diye düşünmeden edemedim, bir kareye hayatın sayısız gerçekliklerinden, insanın baş döndürücü çoğul ruhunun labirentlerinden ne kadarı sığabilir?
Diaspora-Türk grubu önemli fotoğrafçıların eserlerinden derlediği Avrupalı Türklere dair 61 fotoğrafa 61 yazarın resimaltı yazısı yazmasını istediğinde etkili bir çalışma olacağını hissetmiştik. Almanya’dan başlayarak bütün Avrupa’ya akan Türkiye iş göçünün başladığı yıl olan 1961 esas alınmış sayı belirlenirken.
Fotoğraflar geniş bir alandan geliyor ve hepsinden bir yazıda söz etmek oldukça zor. Bazı alt başlıklar açmak mümkün. Evdeki eşyalar ve insanların giysileri üzerinden geleneğin taşınması aktarılması analizi, yüzlerdeki ifadelerin okunması, ilk gidiş yeri sayılan Münih fotoğraflarındaki güven korku ve umut karmaşasına eğilmek, sadece Paris ya da Amsterdam fotoğraflarına odaklanmak gibi.
Kitabın editörlüğünü yapan Gökhan Duman’ın bize yaşatmak istediği şu sanırım: Geçmişte bir saniyeliğine yaşanan anları bir ucundan yakalamamızı sağlamak. Yüksek tavanlı istasyon binasında o yılların göçmen yolcularına dokunmak. Desenleri silinmeye yüz tutmuş seramiklerle döşeli koridorlardan geçip, peronlara açılan iki büyük ahşap kapıyı iki yana itip trenden henüz inmekte olan yolculara karışmak.
Berlin-Kreuzberg fotoğraflarına eğilelim mesela.
Peter Gormanns’ın 1978’de çektiği Kreuzberg fotoğrafında bir tatil günü havası hakim. Resimde tahta bir paravanın ayırdığı bölmede hepsi Kadir İnanır filmlerinden çıkmış gibi karizmatik ve genç abi ya da babalar var, tahtaların arasından görünen lüks arabalara arkalarını dönmüşler. Belli ki bir tatil günü ve ayaklarının dibindeki kaldırım taşına oturmuş “bizim”neşeli çocuklar en büyük zenginlikleri. Resim altı yazısını yazan hikayeci Cemal Şakar’ın dediği gibi çocuklar büyüklerin tedirginliklerinden, kaygılarından oldukça uzaklar. Üzerlerinde bir yabancılık var ama onu da kısa zamanda atacak gibi görünmüşler yazara. Adamlar ise şehrin içine kalbine doğru uzanan yola uzun bir bakış atıyorlar, biraz kırık biraz çaresiz ama birgün mutlaka…
Yine aynı fotoğrafçıdan elinde bastonu başında fötr şapkası, sırtında gogolvari ‘palto’suyla bir dede. Berlin Duvarı’nın dibinde başlayan bir inşaatın tabelasının yanından geçiyor. “İnşaata girmek yasaktır. Anne ve babalar çocukları için mesuliyet taşırlar.” Bu dalgın düşünceli yürüyen ak sakallı baba belli ki mesuliyetini müdrik biri, razı oldu mu acaba çocuklarının yaban elde rızık aramasına. Oğullarını kızlarını durdurmaya çalıştı mı buralara peşleri sıra sürüklenmeden önce.
1981’de çekilmiş başka bir fotoğrafta Berlin’i tam ortadan ikiye ayıran duvarın dibinden yürüyen küçük aile, memleketlileri bir başka aileye gezmeye gidiyor diye yorumlanabilir. Baba özenle giyinmiş ama kravatı kızının elinde. Genç kadın örgüleri belden aşağı sarksa da başını örtmüş özenlice. Çantasını omzuna asma tarzı özgüvenini gösteriyor. Ayhan Kaya Kreuzberg’de hiç kimsenin kendini yabancı hissedemeyeceğini yazmış, mahalle yüz yıllara dayanan yabancı yerleşimi ve bir arada yaşama alışkanlığıyla meşhur, hatta bu ütopya boyutunda. Şimdi de Yunan Portekiz İtalya İspanya ve pek çok ülkeden insan bir arada yaşıyor. Tıpkı NY’da herkesin yabancı olması yüzünden yabancılığın aşınması gibi. İstanbul’da farklı insanlara kimsenin dönüp bakmaması gibi.
Peki duvar?
1984’te çekilen bir arşiv resminde işten çıkıp duvar boyunca Kreuzberg istikametinde yürüyen kırk yaşlarında iki Türk işçisini nazara vermiş sanatçı. İki kere yabancı olmanın ancak yaşamakla duyulacak hissi içinde yürüyorlar. Almanya’nın kendi yurttaşlarını politik ve ekonomik olarak birbirinden ayıran ötekileştiren acımasız duvarın bir tarafında kalmak ayrımcılık. Türk olmanın aynı yakada olmanın ortak ruhuyla da örtüşmeyen ikinci kat ötekiliği ise üstüne üstlük bir durum. Hangi duvar daha çok yaralıyor dersek açık ki görünmeyen ama çok daha yüksek olan bariyerler zihinlerde oluşan insani hiyerarşiler.
Her fotoğraf önünde kalakaldığımı söylemeliyim. Resimleri yorumlamaya çalışan yazarlar şimdi olsa bambaşka şeyler eklemek isterlerdi, öyle ilham verici her biri. Ben yeniden yazmak isterdim mesela.
Gidip de dönmeyenlerin çocukları artık çoklu bir kültürün içinde. Ama kendisi de Almanya’nn üçüncü kuşak kızı olan genç yazar akademisyen Kübra Gümüşay bir bayram sabahı yengesini aradığında uzun süre konuşamadıklarını anlatmış yazısını bitirirken. On yedi yıldır Almanya’da yaşayan yenge boğuk ağlamaklı bir sesle ” biz daha alışamadık ki Kübra “ diyebilmiş suskunluğun ardından.