Dün arabamla yollardaydım. Radyonun düğmesine bastım; Kılıçdaroğlu’nun, Türkiye’nin “ana muhalefet partisi lideri” rütbesiyle yaptığı konuşmayı dinledim. Rusya’dan özür dilemenin, İsrail’le yapılan anlaşmanın “kanına dokunduğu”hamasetiyle; “sen kimsin”li, “adama böyle yedirirler söylediklerini diktatör bozuntusu”lu sokak ağzıyla; vıcık vıcık bir popülizme abandıkça abanıyordu.
Eski sert politikayı “eleştiriyordu” bir yandan. “Gazze’ye yardım gemisi göndereceğim savaş gemileri nezaret edecekler dedin yapamadın; kendim gideceğim dedin onu da yapamadın” diyordu. Hem dış politikada temkinli konuşmak gerektiğini söylüyor, hem de söylediklerini yapmamış olmanın hesabını soruyordu. “Gazze’ye savaş gemilerini göndermeliydin” mi, “bunu hiç söylememeliydin” mi diyordu, belli değildi? Sonra bugüne sıçrıyordu. “Mavi Marmara’da öldürülenleri sattın; hiçbir şey almadan İsrail’le anlaştın” diyordu.“Rusya hava sahamızı ihlal etti ne özrü” diye soruyordu. Başında eleştirdiği sertliği “haklı” gösterdiğinin farkında değildi.
Ne dediği belli olmayan, ucuz siyasi rant iştahıyla atıp tutan; zoraki, eğreti bir gurur ve heyecan gösterisi…
Sözün başı bir telden, sonu başka telden çalan darmadağın bir mantık…