Daha gelmeden siyah beyaz filmlerde tanımıştım onu. Küçük bir köyde yaşayan her çocuk gibi benim de hayalimi süslüyordu. Film tahta bavullu bir adamın merdivenlerden inip, iskeleye yanaşan vapura binmesiyle başlardı. Adam, başını kaldırıp heybetli şehre bakardı, her yeni gelenin içinde taşıdığı umutlarla söylerdi bilinen repliği “Yeneceğim ulan seni İstanbul…” İstanbul karşı kıyıda umutları, sevinçleri kazananları ve kaybedenleriyle bekliyordu onu. Haydarpaşa ise Anadolu…
30 yıldan fazla bir süredir yaşadığım İstanbul’a trenle gelmesem de kendimi kolaylıkla kaybedenler sınıfına koyabilirim. Ki, hâlâ memleket hasreti çekiyorsam bir gün oraya dönme hayali kuruyorsam, İstanbul almamıştır beni içine ya da ben onu…
Dört yıldan fazla oldu, Haydarpaşa’da trenler susalı. İstasyonda ayrılıklar, kavuşmalar yaşanmıyor artık. Şairin dediği gibi “İki tren rayı gibiyiz sevgilim, neyi değiştirir yakın olması son istasyonun…” Haydarpaşa da görkemli binasıyla bekliyor sevgilisi trenleri ve içinden inecek insanları. Asılardır Anadolu’nun İstanbul’a giriş ve çıkış kapısı olan Haydarpaşa’nın yeniden o şaşaalı günlerine mi dönecek yoksa zamanın ruhuna uygun olarak ranta mı kurban edilecek belirsizliği sürüyor hâlâ. İşte bu belirsizlik içinde, tren seslerinin duyulmadığı istasyona Kadıköy Belediyesi’nin katkılarıyla kurulan ‘Kitap Günleri’ etkinliği vesilesiyle tekrar gittim. Evime çok yakın olan Haydarpaşa’ya değişik zamanlarda gidiyorum sık sık… Hani, belki duyarım o istasyondaki geçmiş zamandaki sesleri diye.
Aslında kitap fuarlarından fazla hazzetmem. Bana büyük marketleri hatırlatır. Girersin arabayla marketin içine, gerekli gereksiz ne varsa alıp dönersin evine. Sonra, “Ben bunu niye aldım” diye hayıflanırsın kendince. Kitap fuarları da bunun gibi işte, evin bir köşesine atacağın, hiçbir zaman okunmayan kitapları satın alırsın böylece… Bunun yerine dolaşırken bir şehrin sokaklarında gözüme ilişen kitapçıları tercih ederim, özellikle ikinci el kitapları. Başka eller dokunmuştur senden önce ona, başka duygularla… Hep merak etmişimdir, o kitapları okuyanların o anda neler hissettiklerini. Benim Haydarpaşa’ya gitmemde böyle işte, fuar bahane istasyon muhteşem.
100 üzerinde yayınevinin katıldığı, istasyonun değişik yerlerine kurulan açık hava toplantı salonlarıyla yazarlarla okuyucuların buluştuğu başarılı bir organizasyon yapmış belediye. İnsanlarda ilgili akın akın geliyorlar Haydarpaşa’ya. İstasyonda ölüme mahkum edilmiş bazı vagonlarda belediye tarafından temizlenmiş, isteyen vagonlarda kitap okuyabilsin, trenin havasını solusun diye… Raylarda yürümeyen tren de kitap okumak nasıl bir şey pek anlamasam da, gezdiğim süre içinde vagonlara giren gençlerin bol miktarda selfie çektiklerini gördüm. Öyle ya; gittiğimiz, gördüğümüz, yediğimiz içtiğimiz her ne haltsa sosyal medyada paylaşmadıktan sonra ne anlamı var? Kitap okumanın değil de bunun selfiesinin çekilip paylaşılmasının ruhuna uygun düştüğüne bir kez daha tanık oldum. Olsun yine kötü demeyelim, belki selfieden arta kalan zamanda merak edip içindekileri okurlar…
Ve Haydarpaşa… Meşhur Ankara treni ve banliyö. Koşuşturan insanları aradım peronlar arasında. Dönemin ünlü yazarlarının trene binmeden önce istasyonda bulunan meyhanede demlenip, yaptıkları sohbetleri. Buradaki meyhaneyi ilk keşfettiğimde mesleğe yeni başlayan genç bir gazeteciydim. Kartal Adliyesi’nde çalışırken İstanbul’da çalışan arkadaşlarla sözleşir bazı akşamlar, orada buluşurduk. Onlar vapurla gelirlerdi. İki lafın belini kırardık. Ahşap masalarda at yarışı kuponları olurdu. Yanda ise bir ganyan bayii vardı. Kuponu dolduran oraya koşardı, kulak radyoda. Meyhane yine yerinde baya bi afili olmuş. Umutlarını altılı kuponuna bağlayan adamlar yerine önceden rezervasyon yapan insanlar geliyor artık. Ganyancı da kapandı çoktan. Mezeleri de çiftliklerinde üretilen doğal ürünlerden yapılıyor. Eskiden doğal ya da yapay diye bir ayırım yoktu. Bir doğal ürün arama hali oluştu insanlarda. Her şeyin bu kadar sahte olduğu bir dünyada “Bari yiyeceklerimiz doğal olsun” demek içindir belki de…
Haydarpaşa ile ilgili birçok iddia, proje var, içinde limanı da kapsayan. Garla ilgili açılan davalar ve yürütmeyi durdurma kararları… Limanı anlarım, şehrin içinde böyle bir limanı İstanbul kaldırmıyor artık. Limanı kapsayan büyük arazi bir turizm bölgesi haline getirilebilir. Getirilmeli de. Haydarpaşa, ise bir asırdan fazla heybetli binasıyla yine istasyon olarak kalmalı. Her fırsatta ‘milli, manevi değerlerden’ bahsederken bir kentin simgesi olan bir yapıyı başka bir şeye dönüştürmek hangi manevi değeri taşır?
‘Taşı toprağı altın’ diyerek her yerini rant alanı gördüğümüz dünyanın en güzel kentine yeterince eziyet etmedik mi? Bari simgelerine dokunmayalım. Bakarsın bir gün elinde çek çek bavuluyla genç bir adam iner trenden. Garın merdivenlerine durup bu heybetli kente bakar ve “Yeneceğim, ulan seni İstanbul…” der ve tutunur bu kente, sahiplenecek kadar.