Homo sapiens sapiens.
Türümüzün bilimsel adı bu. “Düşünen” veya “bilge, akıllı” insan anlamında Homo sapiens’in günümüzde varlığını koruyan tek alt-türü. Homo sapiens neandertalensis’ten ve sonra en yakın atamız olduğu sanılan Homo sapiens idaltu’dan ayırmak için bir sapiens daha ekleniyor. Böylece “ikili” (binomial) adlandırmanın içinden “üçlü” bir adlandırma çıkıyor.
200,000 yıl kadar önce doğu-orta Afrika civarlarında evrimleştik ve bugünkü şeklimizi yaklaşık 40,000 yıl önce aldık.
Bu süreçte Afrika’dan çıkarak dünyaya yayılmaya başladık. Bunu bazen başardık, bazen başaramayıp kitleler halinde öldük.
Soyumuz Güney Amerika’nın en uç bölgesine nihayet ulaşabildiğinde, (Batılılara göre güneşin yükseldiği yer anlamına gelen) Levant’ta, yani Doğu Akdeniz kıyılarında geliştirdiğimiz uygarlık, Urfa Göbeklitepe’de tarihin bilinen ilk tapınağını inşa etmeye başlamıştı.
İklim ılıman, coğrafya kolay ve tabii ki Afrika’ya da yakın olduğu; Fırat ve Dicle, taşırdıkları su ve alüvyonlarla besledikleri toprakları insanoğlunun hizmetine sunduğu için, yurt oldu Levant.
İlk uygarlıklar burada kuruldu. İlk kentler, ilk sosyal yaşam, ahlâk, din, ordular burada kuruldu. İnsanlar arasındaki ilk savaşlar da burada oldu.
İnsan “ben kimim?” sorusunu ilk burada sordu ve bütün peygamberler de bu soruyu cevaplamak için hep aynı yere, Levant’a gönderildi (veya — inancınıza göre değişir — burada ortaya çıktı). Çünkü insanlar toplum olarak orada yaşıyorlardı; başka yerde değil.
Onca yıldır soruların üzerine yeni sorular, verilen cevaplara de giderek yeni cevaplar eklendi, halâ da ekleniyor. Ama kaçınılmaz gerçek şu ki, Levant insanın en eski sorusunun sorulduğu yer olarak kaldı.
Muhtemelen ilk tanrı Güneşti.
Günün yarısında ortaya çıkıp çevreyi aydınlatıp ısıtıyor, ekinleri büyütüyor, tüm canlıları ışık ve ısısıyla besliyordu. Geceleri ise ortadan kayboluyor; yerini ya soğuk ve tehlikeli bir karanlık veya ona bazen biraz benzeyen ama hafif bir aydınlıktan fazlasını veremeyen Ay alıyordu.
Bu döngünün, tüm kültürün ve insanın düalist düşünme sistematiğinin başlangıcı olduğu mantıklı bir tahmin olabilir; belki o yüzden de soruların biçimini belirlemiştir.
Sorular cevaplanmadı ama sürekli arandı. Dinler birbirleri üzerine birbirlerinden ekleyip bazen de eksilterek arka arkaya geldiler.
Birlikte yaşamanın, toplum olmanın kuralları, “ben kimim?” sorusunun gizli-açık temel alındığı biçimde sürekli arandı, bulundu, uygulandı ve değiştirildi.
Ortadoğu’nun bu büyük arayışı, Pierre Curie’nin; “Müslüman Endülüs'ten bize 30 kitap kaldı, atomu parçalayabildik. Şayet yakılan bir milyon kitabın yarısı kalsaydı çoktan uzayda galaksiler arasında geziyor olacaktık” diye açıkladığı yere ve Avrupa Rönesansını hazırlayana kadar ilerledi, ama orada bir tepe noktasına varıp düşüşe geçti.
Zaman içinde gelişmenin dinamosu Ortadoğu’dan Avrupa’ya taşındı.
Doğu tarafından sıkıştırılan Batı, Rönesans zenginlikleriyle donanıp daha da batıya açılmaya zorlandı ve orada büyük ve yeni bir kıtanın, Amerika’nın kaynaklarına ulaştı.
Ele geçirdiği zengin kaynakları, Doğu tarafından sıkıştırılmışlığın getirdiği pragmatik yetenekler ve kıyıcılıkla buluşturan Batı, teknik- endüstriyel alanda yükseldi; Doğunun önüne, ilerisine geçti.
Bu süreçte Doğu’nun iktidar merkezlerinden hiç olmazsa biri de çoktan Batı’ya yaklaşmış ve Osmanlı’ya odaklanmıştı.
Osmanlı bu farkı, Batı ile Doğu arasındaki dengesizliği geç de olsa farketti ve giderme yoluna gitti.
En iyi eğitimli gençlerini Batı’ya, bu “yeni uygarlığı” görmeye, tanımaya gönderdi. Onlar da Batı’dan geriye, akıllarını başlarından alan elektrik ışıklarının cazibesinden büyülenmiş ve içinden çıktıkları toplumun değerlerine yabancılaşmış, neredeyse tümüyle unutmuş, unutmadılarsa da küçümser halde döndüler.
Hemen ve acilen istedikleri herşey, gerekli gördükleri değişim ve devrimler, donanımları niceliğe değil niteliğe doğru evrilmiş Doğu’nun karmaşıklığına, yumuşak ama yüksek duvarlarına çarptıysa da, istediklerine ulaşmak için fazla beklemeleri gerekmedi. Çünkü onlara insanlığın başından beri biriktirdiklerinden oluşan ruhu ile direnç gösteren Doğu, gizlediği petrolün aşkıyla saldıran mekanize Batı karşısında yenilgiye uğradı.
Osmanlı’nın bir zamanlar devâsâ boyutlardaki, ancak giderek parçalanmakta olan topraklarının Batı ucunda, payitahtın çevresinde yeni bir Cumhuriyet kuruldu.
Yönetimi, “Batılılaşma” kaygısıyla topraklarında ve halkında Doğu’dan kalmış ne varsa silip atmaya kararlı bir klik tarafından üstlenilen bu Cumhuriyet, yıllarca dayandı.
Kendi toplumunun değerlerine zoraki bir yabancılık ve hattâ düşmanlıkla davranan bu klik, dış dünyanın içine düştüğü kargaşaları da lehine kullanıp, iktidarını giderek yozlaşan biçimde sürdürürken, sindirilmiş ama yok edilememiş Doğu, yaklaşık seksen yıllık “Batıcı” Cumhuriyetten alması gerekeni almış, Batı’nın yetenekleriyle kuşanmış ama kadim özünü de koruyan bir yeni yapıyla, geriye çekilmek zorunda kaldığı birkaç denemenin sonuncusunu başararak öne çıktı.
Burada “Doğu”dan kastımın, AK Parti ve destekçisi kimi bileşenler olduğu açık.
Hakim klik, devlet olmanın gereğini yerine getirmekte önceliği Doğu’yu (ve bazen de değişen konjonktür sonucu Solu ve Kürtleri) baskılamaya verir; tüm doğal yetersizlikleri ve taban yoksunluklarıyla bu zor işin altından kalkmaya çalışırken, bugünden bakıldığında onun hakimiyetindeki ülkenin neredeyse yerinde saydığını, haydi yerinde saymak demeyelim, kaplumbağa adımlarıyla ilerlediğini görmek zor değil.
Millî Mücadele ve sonrasındaki birkaç on yılda dayatılan aydınlanmacılığın itici gücüyle yapılanların hızının çabucak kesildiğini görmek de zor değil; yükselen Türkiye Cumhuriyeti’nin nefesinin, köklerinden kopmuş eklektik bir teorik düzeyden beslenemediğini görmek de…
Ancak bu klik ve anlayışın Türkiye’ye sadece kaybettirdiği de söylenemez.
Tüm tasfiyeciliğine rağmen, kimini oldukça isteksiz yürüttüğü temizlik kampanyalarından geçmişe ait pek çok parça da kurtuldu. Osmanlıdan miras devlet geleneği en azından bazı düzeylerde yaşadı ve sürdürüldü. Ama muhtemelen en büyük getirisi, bunlardan tümüyle farklı bir kavram oldu: Sekülarizm.
Seksen yıllık Batıcı Cumhuriyet’in bu dayatması, Müslümanlarca alındı, anlaşıldı ve içselleştirilip bir avantaja dönüştürüldü.
Böylece bir anlamda kadim Levant (Doğu), moden Leviathan’ın (Batı) karşısına kendi silahıyla çıktı ve onu tam da onun aklıyla sorgulamaya başladı.
(Kutsal kitaplar iki efsanevî canavardan söz eder: karada Behemoth; denizlerin derinliklerinde Leviathan. 17. yüzyılda İngiliz düşünürü Hobbes, bu Leviathan sözcüğünü ilk defa modern devlet teorisini kurduğu kitabının başlığına koymuştu.)
İçinden çıkıp geldiği bütün gelenekle birlikte AK Parti, ülke tarihinde görülmedik imar hamlelerini arka arkaya sıralarken, Kürtlere karşı başlangıçtan beri yürütülen inkâr, imha ve asimilasyon politikalarının sonunu müjdelerken, sosyal devlet politikalarını başarıyla sürdürürken, tarihin çarpıtılmış, karıştırılmış çekmecelerini düzeltirken, yeni sorularını da yükseltiyor.
Eşitsizliği, adaletsizliği, yoksulluğu, sömürüyü sorguluyor; Batı’nın gururu ve üstenciliğine karşı onu, kafasını çevirip emperyal dönemine bakmaya zorluyor.
“Dünya 5’ten büyüktür” derken, ona kurduğu sistemin sakatlıklarını hatırlatıp “yeni bir dünya için sözün nedir?” diye soruyor.
Batı’nın Ortadoğu’nun yüz yıllık kanlı tarihinde bıraktığı parmak izlerini bulup çıkartıyor ve yeni bir mahkeme, muhakeme talep ediyor.
Herkes “bu düzen böyle yürümez” derken bütün bunları ve daha fazlasını kararlılıkla; haklılıktan alınan ve giderek artan bir güçle, sesini her geçen gün daha da yükselterek yapıyor.
Yaptığı büyük işler, nihayet dillendirdiği doğrular, başarı, isyan ve haykırışları var. Ama henüz yeni bir modeli yok; el yordamıyla ilerliyor.
Levant henüz Leviathan ile kapışmadı; şimdilik konuşuyor, ama bu konuşma sürerken bir taraftan da değişiyorlar ve iki taraf da birbirinden zehirleniyor.
Zehirlenme taraflarca farkediliyor ve bazen bu konuşma ve anlaşma çabasının doğal sonucu olmaktan çok bir saldırı gibi algılanıyor.
O zaman da tüm ortak süreç ve kazanımların bir kenara atıldığı, diğerinden izler taşımayan bir “saf öze dönüş” refleksi gelişiyor.
Muhtemelen Türkiye’nin son birkaç ayki çalkantısı da bunun bir uzantısı.
Taraflar ya konuşmayı sürdürüp karşılıklı zehirlerini alıp verirken içselleştirerek yeni bir şeylere dönüşecekler. Ya da birinden birinin veya her ikisinin de yokolduğu bir geleceğe yürünecek.
Levant, eğer oyununu doğru oynar ve ümmetçilikten evrenselciliğe doğru yürürse, dünyanın öbür ucunda yeni yoldaşlar bulacak ve artık Leviathan’ın da kendinden yorulmuşluğuna çare olup, ondan görevi devralacak.
Veya Leviathan galebe çalacak; Levant’ı kendi gibi olmaya ikna edip savaşı kazanarak ömrünü ve herkesin acılarını artıracak.
Zaman gösterecek.