Minimal İsveç evlerinde yaşıyorsanız… (Hepsi)
Ailenizin tatildeki fotograflarını sosyal medyaya koyarak fenomen olup iyi birer anne olma şansını kaçırmaktaysanız… (Fenomen olma! İyi ebeveyn ol!)
Eşinizle aynı koltukta çay içip birbirinize kek yedirme fırsatlarını google’da arama yaparak heba ediyorsanız… (Telefonun değil, eşinin yüzüne bak!)
Çocuğunuzu götürdüğünüz parkta bankta oturup telefonunuzda araba yarışı oynuyorsanız… (Online oynama, onunla oyna!)
Anne, baba ve bir tanesi yerde Barbie bebeğiyle oynayan kız çocuğu olmak üzere toplam üç çocuktan oluşan ailenizle beş kişi bir koltuğa sığışıp oturma fikri size iyi geliyorsa… (Hesap açma, ailene kucak aç!)
O zaman oldu bu iş… Diyanet İşleri Başkanlığının Mevlid-i Nebi Haftası dolayısıyla “Peygamberimiz ve Aile” teması üzerine hazırlattığı parantez içinde başlıklarını yazdığım bu klipleri anlamlı bulabilirsiniz.
Ama maalesef, bana ve bildiğim, okuduğum herkese, daha çok şaka gibi göründü bu klipler. Âdeta “şu klipleri hazırlatıp sosyal medyaya verelim de, halkımız ailecek eğlensin, gülsün” diye yaptırmış Diyanet. Belki bu da bir taktiktir aile bağlarını güçlendirmek için!
Bir yandan da şunu düşündük, 2019 yılında Ak Parti Türkiyesi “temsili” olarak bundan daha iyi tasvir edilemezdi: İçerik çökmüş, şekil her yeri kaplamış, ama maalesef o da yanlış şekil. Herhangi bir iş için yandaşlar arasından olsa bile işin ehlinin aranıp bulunmasına gerek duyulmuyor. “Açık yönlendirme”, hatta o bile değil, “bizzat elinden tutup gideceği yere bırakma” propaganda sayılıyor. Kimse kimseyi, ama daha garibi Ak Parti, kendi tabanını bile ikna etme gereği duymuyor. Reislik müessesi çok pratik, Reislik sistemi harika!!! Detaylarla kimse uğraşmak zorunda değil. Yolda olmanın faziletlerini kimse görmek istemiyor.
Propaganda yapmak, baştan sona “kaba” bir eylem gibi görünebilir ilk bakışta. Ama, propagandanın da incesi olur, hatta hakiki propaganda ince olur.
Propaganda kelimesi, “çubuktan fide üretmek”, “bitki dikmek” anlamına gelen Latince “propagare” fiilinden geliyormuş. Kelimenin kökeni propaganda yapmanın o kadar kolay olmadığını ima ediyor bize. Ekip biçme işleriyle ilgilenenler bilir, bitkinin tutması, kök salması, çiçeklenmesi, meyva vermesi vs son derece ince işlerdir. Toprağı ikna etmezseniz olmaz.
Peki o halde, Hazine ve Maliye Bakanımızın tonlamasıyla soralım: İncelik, incelik, nedir bu incelik? Buyrun, sizi 2019 Türkiye’sinin “adrese teslim” kliplerinden, 1964 Küba’sının “büyüleyici” propaganda filmine davet edeyim.
“Soy Cuba”/ “Ben Küba’yım”, Imdb sitesinde 8.2 puanı olan bir komünist Küba propaganda filmi. 1964 yılında çekilmiş, yönetmeni Mikhail Kalatozov olan, Küba-Rusya ortak yapımı, 141 dakikalık uzunca siyah beyaz bir film.
Tabii, her propaganda filmi gibi özellikle kurgu ve karakterlerde belli bir miktar sığlık, amaca giderken araç olarak kullanılmanın getirdiği bir eğretilik var, bunu baştan söylemek gerek. Ama o yıllarda bu filmi görüp de etkilenmemek, Küba’ya Sovyet Rusya’sına sempati duymamak imkânsız görünüyor. Bu nedenle olsa gerek, yıllarca batı dünyası görmezlikten gelmiş. İşin ilginç yanı, “biraz fazla” avangard sayıldığından, komünizm cenahında da hasır altı edilmiş. Yani, Kübalı devrimciler tarafından özellikle karakterlerin basmakalıp bulunmasından, Moskova’da ise yeterince devrimci görülmemesinden ve hatta devrim öncesi hayat ile çokça empati kuruyor hissi verdiğinin düşünülmesinden dolayı beğenilmemiş. Propaganda estetiğinin sınırlarını çizmiş zamanın sosyalist zihinleri bana kalırsa. Bu film, sınırların çok ötesine taşmış.
Kısaca, filmimiz uzunca bir süre, bütün dünyada farklı sebeplerle yok sayılmış.
Soy Cuba’nın, çekildikten yaklaşık 30 yıl sonra, yani 1990’larda, Martin Scorsese, Francis Ford Coppola gibi ünlü yönetmenler tarafından keşfedilmesiyle, restore edilip çeşitli festivallerde gösterilmeye başlanması bir olmuş. Film, propaganda için çekildiğini kimsenin umursamadığı bir kült film haline gelmiş.
Başından sonuna yayılan geniş açı ve birkaç tanesi sinema tarihine geçmiş seyre doyulamayan kesintisiz tek plan çekimleri ile filmin baş rolünü açık ara farkla eline geçirmiş görüntü yönetmeni. Kamera, sanki çok yaklaşırsa, çektiği insanları ve nesneleri daha iyi anlatabilirmiş gibi, çok yakından kullanılıyor çoğu zaman. Görsel açıdan, bırakın propaganda filmlerinin ilerisinde olmasını, sinema sanatına 1960’lı yıllardan çıkıp gelip önemli bir katkı sunduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Filmin başlangıcında yaklaşık beş dakika uçsuz bucaksız, bazen denize doğru zarifçe uzanan palmiye ormanlarının üzerinde dolaşıyoruz. Sonra kamera doğa ile iç içe yaşayan Kübalıların arasında dolaşmaya başlıyor ve bir kadının sesinden o çok kırılgan, meramını çok etkileyici olarak aktarabilen kelimeler tane tane dökülüyor:
“Ben Küba’yım. Bir zamanlar Kristof Kolomb karaya burada ayak basmıştı. Günlüğünde şöyle yazmıştı: “Burası insan gözünün görebileceği en güzel yer.” Teşekkürler Kolomb Bey.
Beni ilk gördüğünde şarkılar söyleyip gülüyordum, gemilerini selamlamak için palmiyelerimin yapraklarını sallıyordum. Gemilerinin mutluluk getirdiğini sanmıştım.
Ben Küba’yım. Senin gemilerin şekerleri alıp bana göz yaşları bıraktılar. Garip bir şeydir şu şeker Kolomb Bey. İçindeki onca göz yaşına rağmen hâlâ tatlı.”
Filmde Batista yönetiminde, ABD’lilerin kumarhanesi haline gelmiş Küba’dan dört hayat kesiti anlatılıyor. Birinci hikayede fahişelik yaparak geçinmek zorunda olan genç bir Havana’lı kızın dramı gösteriliyor. İkincisinde, şeker kamışı yetiştirerek iki çocuğunu büyüten bir köylünün tarlasının mal sahibi tarafından o ünlü “United Fruit” şirketine satılmasıyla intihara uzanan acıklı hikayesi var. Üçüncü hikayede, “devrimci” üniversiteli Enrique’nin öldürmeyi planladığı bir polisi, çocuklarıyla birlikte görünce merhamet ederek öldürememesi üzerine, bu sefer o polisin Enrique’yi nasıl öldürdüğü görülüyor. (Enrique’nin cenazesi sokaklarda taşınırkenki plan sekansa özellikle dikkatinizi çekerim.) Dördüncü hikayede ise, devrimcilere katılmayı değil de ailesiyle “huzurlu” bir hayat yaşamayı tercih eden çiftçinin, hükümetin bombalaması sonucunda evini ve oğlunu kaybetmesi anlatılıyor. Sonrasında Sierra Maestra dağlarındaki isyancılara ve devrimi “müjdelemek” için dağlardan Havana’ya yapılan zafer yürüyüşüne katılıyor bizim çiftçi.
İşte böyle… 1964 Küba’sından 2019 Türkiye’sine gelirkenki 55 yılın son 18’inde yolu Ak Partiyle birlikte yürüdüğümüzü söyleyebiliriz. Bu dönemin bir kısmında, 2011 seçimleri için hazırlanan ve Ak Partinin hâlâ Türkiye’de yaşayan herkesi ikna etme isteği ile dolu olduğunu bize gösteren “Aynı yoldan geçmişiz biz” gibi prodüksiyonlar, propaganda deyince aklımıza gelen 1970’lerin “devrimci” filmlerine göre Ak Parti muhalifleri tarafından bile, en azından, samimi bulunmuştu.
Sonrası yeknesak yıllar… Devlet büyüklerimiz her şeyi biliyor ve bizi bizden daha iyi düşünüyor olmalılar ki, ikna etme gereği bile duymuyorlar artık. Hiç kimsenin umrunda değil ince olmak.
O zaman, Cin Ali cep telefonunu bıraksın ve ailesiyle bütünleşsin.