Onu sırtında sepetiyle tanıdım, ya da ilk hatırladığım… Her sabah gelip geçerdi önümüzden. Etem Emicenun karısıydı ve gelindi o. 15’inde gelin geldiği Salpurların evine 90 yaşını aşarak gelip geçti bu dünyadan. Eli ayağı tutana dek gübre sepetini sırtından hiç indirmedi. Adını öğrenmeyen, öğrenemeyen nesillerin içinde sessiz sedasız bir melek gibi göç etti bu dünyadan. Meleklere inanmayan biri varsa geline baksın. Var melekler… Bu hikaye Gelin özelinde adları olmayan kadınların hikayesidir. Varlıklarıyla yaşama güzellikler, iyilikler katan meleklerin hikayesi.
Baba ocağından koca ocağına geçişte kadınların isimlerinin yok olduğu zamanlarda bizim köye gelin gelmişti. Gelin gelenler isimleriyle anılmazdı genelde. Geldikleri köyün adıyla hitap edilirdi. Katmesli, Sahurlu, Kandavalı, Kaytazlı gibi. Benim annem karşı köyden gelmişti, ona Fosalı derdi köydekiler. Köyünün adı Fosa’ydı çünkü…
Gelin, Salpur Rıza’nın ikinci oğluyla evlendiğinde henüz 15’indeydi. Yaşı gibi bedeni de küçük olan kocaman yürekli kadına Gelin dediler. Kocası Etem Emice, aksi ama dürüst bir adamdı. Sözünü sakınmazdı, bir de ekmeğini… Köydekiler ona Etem Ağa derdi. Yıllar sonra ağalığın ne olduğunu öğrenince çok şaşırmıştım. Bizim Etem Ağa’nın öyle köyleri, ırgatları yoktu, zengin bir adam da değildi. Kendisi ırgat gibi çalışıp çocuklarına bakmıştı. Yine de Ağa idi. Bir dilim ekmeği karşısındaki ile paylaşan yüreğiydi onu köyün ağası yapan.
Kadınların adları olmadığı gibi hayatları da zordu. Ahırda birkaç inek bakılacak, dere kenarında otlar biçilip kurutulacak, çay zamanı çay toplanıp, taşınacak. Dağdan kışlık odun, ineklerin altına sermek için tırmıkla toplanan yapraklar taşınarak ahırın bir kenarına yığılacak. Kışın inekler üşümesin bir de doğal gübre olsun diye. Ahırların önünde toplanan doğal gübreler çok değerliydi, az kalan küçük tarlalara ekilen sebze fidanlarının altına dökülürdü. Bunların hepsi kadınların sırtındaydı. Katırların, eşeklerin inemediği dağlık araziden kadınlar, sırlarında 50-60 kiloluk yüklerle iniyordu, yağmur çamur demeden.
Yine o zamanlarda Rize’de Atatürk ve Cumhuriyet adında iki tane cadde vardı. Atatürk Caddesi genelde doktor ve eczanelerin bulunduğu caddeydi. Kadın Doğum Uzmanlarının muayenehanelerinin çokluğu dikkatimi çekmiş, bir keresinde sormuştum nedenini… Yağmurun eksik olmadığı nemli bir yer Rize. Çay tarlalarına yağmur çamur demeden giren kadınlar hastalığı kapıyordu. Çaydan kazanılan paralar ise doktorlara gidiyordu. Bir de bitmeyen bel ağrıları. Kadınların sırtlarındaki sepetler bedenleriyle o kadar bütünleşmişti ki iki kadın sırtında yüklü sepetleriyle saatlerce ayakta konuşabilirdi. Bir keresinde babaannemle komşu kadın yolda karşılaşmıştı. İkisinin de sırtında yükleri vardı konuşmaya başladılar, çocukluk işte “Sepetlerinizi yere koyup öyle konuşun” deme gafletinde bulundum. İki kadının öfkesinden zor kurtuldum, babaannem odun fırlattı peşimden…
Bir çocuğun kalbine girip, onu fetheden bütün dünyayı fethetmiş gibidir. Gelin, bütün çocukların kalbini fethetmişti, bizden öncekilerin de bizden sonrakilerin de… Bir çocuğa bağırdığını, kötü bir söz söylediğini hiç duymadım, kimse de duymamıştır. Kapısına giden hiçbir çocuğu eli boş geri göndermemiştir. Bitmek bilmeyen yaramazlıklarım yüzünden evden dayak yememek için kaçtığım zamanlarda ilk aklıma gelen Gelin’in yanına gitmek olurdu. O soru sormaz, azarlamaz önce karnımı doyururdu. Etem Ağa’nın ağalığı da eve gelen misafirlere bonkör davranan Gelin sayesinde oldu biraz da…
İki kızı ve oğlu vardı Gelin’in. Çocuklarını evlendirdi, eve gelin de geldi ama onun adı hiç değişmedi. En son geçen yıl Kurban Bayramı’nda gördüm onu. Yol yorgunuydum ilk gün “yarın giderim” diyerek yanına gitmedim. Haber almış geldiğimi kardeşimle haber yolladı, “Kasim efendi geldi, bizi görmeye bile tenezzül etmedi” diyerek… Çok üzüldüm, sabahın köründe evine gittim. Derdimi anlatmaya çalışırken gönlümü aldı. “Seni çok severum bileyisun. Gelduğuni duyunca görmek istedim” dedi. Bir bebeğin tenini okşar gibi yanağımı… Kınalıydı saçları, gözlerinin içi gülüyordu, çocukken hatırladığım gibi. Sağlık sorunları vardı, doktorlardan şikayet etti, lafladık uzun uzun. Bayram dönüşü vedalaşırken “ Seneye görüşür müyüz bilemem uşağum, buraları ihmal etme” dedi. Sarıldık…
Geçen sabah kardeşim ağlayarak telefon etti. “ Gelin öldü…” Dedi. Anladım o olduğunu. Sustuk karşılıklı. Gözümün önüne geldi kınalı saçlarıyla gülen gözleri. Bir de sırtında kerbe sepeti minik adımlarla önümüzden geçip dere kenarındaki azinasına giderken 35 numara cizlavet lastiğinin bıraktığı izler geldi. Birkaç yıl önce vefaat eden Etem’ine kavuşan Gelin’in nüfusta yazan ismi ise Havva idi…
*Bu yazı Cins Dergisi'nin Şubat sayısında yayımlanmıştır.