Alper Görmüş’ün yazılarının (Temel saflaşmanın ekseni değişiyor: Laiklik yerine ‘millî’lik ) verdiği ilhamla kaleme aldığım metinlerin sonuncusunda “eksen kaymasının” siyasal sonuçları üzerine öngörülerimi tartışmaya çalışacağım.
Alper, bu konuyu ele aldığı yazısında iki önemli noktaya dikkat çekiyordu.
(1) İktidarın siyasal ayrışmayı milli/gayrı milli eksenine oturtmasının laiklik duyarlılığı üzerinden sert muhalefet yapan kesimlerde yankı bulduğuna ve onları tavır değişikliğine zorladığına işaret ediyordu.
(2) “Beka” tespiti ve onu izleyen “milli çizgiye davet” in her zaman otoriterleşme lehine ve başta ifade özgürlüğü olmak üzere, özgürlükler aleyhine işleyen sonuçlar doğuracağını söylüyor ve Türkiye’de bir süredir böyle bir süreç yaşandığı tespitinde bulunuyordu.
Varoluş korkusu gelir özgürlükler gider
İkincisinden başlarsak; Alper Görmüş’ün, bir iktidarın siyasal karşıtlıkları “milli beka” sorunu olarak okumasının özgürlükleri tehdit altına alan sonuçlar üreteceği uyarısına kuşkusuz katılıyorum. Nitekim siyasal üslubun sertleştiğine ve buna bağlı olarak yargının anti-demokratik tasarruflarının arttığına tanık oluyoruz.
Eleştiri ve muhalefetin; hakkaniyetsiz, çarpıtıcı ve hatta -kimi somut girişimler düşünüldüğünde- gerçekten “dış güçleri” iktidara karşı müdahaleye davet edici bir perspektif taşıdığı söylenebilir. Fakat açıkça şiddet çağrısı içermeyen her türlü eleştiri, ifade özgürlüğünün koruması altında olmalıdır. İşte “beka kaygısı” öyle ağır bir atmosfer yaratmaktadır ki; “düşmanla işbirliği yapan hainler”in cezalandırılması ruhuyla, en temel demokratik hakların çiğnenmesi meşru bulunmaktadır. Muhalif eleştirileri benimsemeseler bile hak ve özgürlükler üzerine söz alanlar da “gerçeklerden uzak, kitabi konuşan aymazlar” sınıfına sokulabilmektedir.
Sözün kısası; “milli varoluşun” tehdit altında kaldığı algısı, siyasal aktörlerden medya sözcülerine ve giderek genişleyen toplumsal katmanlara kadar yayılan faşizan bir ruh üretir; farklı olan kolayca düşmanlaştırılır ve onun bir hak süjesi olduğu kabul edilmez.
Millilik islamofobinin yerini alır mı?
Görmüş’ün, iktidarın siyasal çatışmayı milli/gayrı milli güçlerin mücadelesi olarak anlamlandırmasının, laik duyarlılık temelinde muhalif duygularla yüklü kesimlerde bir tavır değişikliği yaratmakta olduğu izlenimine gelince… Gerçekten, tarif ettiği kesimden yazısında andığı kimi örnekler çıktı. Perinçek’in AKP’ye bakışındaki değişiklik; Barolar Birliği Başkanı Feyzioğlu’nun, Erdoğan’ın akademiklerin bildirisine verdiği çok sert tepkiyi haklı bulduğunu ima eden açıklamaları Alper Görüş’ü doğrular nitelikte.
Fakat kanımca buradaki asıl soru, bu tutumun ne kadar yaygınlaşabileceği. İslamofobinin çok sert bir çekirdek olarak merkezinde durduğu; kimi olay ve söylemlerle katlanarak büyümüş bir nefretin varlığını unutmamak gerekir. “Millilik” gibi -çok elverişli de gözükse- yeni bir ortak kaygı üzerinden oluşabilecek yakınlaşmaların marjinal kalacağını sanıyorum. Laiklik merkezli muhalif sosyolojinin “millilik” çağrılarına duyarsız kalacağından değil; millilik ile İslamofobik hassasiyetlerin birbiri yerine geçmeksizin bir arada var olabileceğini varsaydığım için böyle düşünüyorum. Başka bir deyişle; “milli aidiyet” duygusu ve tehdit algısı İslamofobiyi aşındıracak bir özellik değil.
Bu “ağır konuyu” biraz yumuşatacak bir örnek verebilirim. Erkek dünyası beni hemen anlayacaktır! Eskiden Galatasaraylılardan da Fenerbahçelilerden de ağırlıklı çoğunluğu oluşturan taraftarlar, yabancı kulüplerle yapılan maçlarda “milli hislerle” “ezeli rakiplerinin” başarısına sevinirlerdi. Ya da en azından başarısız olmasına sevinmezler veya bu ayıp sayıldığı için belli etmezlerdi. Şimdi bakın bakalım çevrenize durum böyle mi? Ben,- hem de yıllar önce- İstanbul’da, Galatasaray-Beşiktaş maçına gittiğimde – o zamanlar her iki takımın taraftarlarına derbilerde yer ayrılıyordu- Galatasaray tribününde “Hollanda’nın gururu büyük Beşiktaş” yazılı devasa büyüklükte bir pankart gördüğümü hatırlıyorum. Beşiktaş kısa zaman önce Avrupa Kupası maçında İstanbul’da karşılaştığı Ajax’a 4-0 yenilerek elenmişti ve kuşkusuz bu sonuç Galatasaraylılar için “milli bir incinmişlik” değil tadına doyulmaz eğlence vesilesi olmuştu.
Şaka kaldırmaz konumuza dönersek; Kürt savaşı laik Kemalist sosyolojinin ezici çoğunluğunda PKK’ya ilişkin öfke üretmiştir kuşkusuz; ancak bu, o kesimde AKP’ye dair bir dostluk/yakınlaşma/dayanışma duygusu oluşabileceği anlamına gelmez. En kolay kullanıma girebilecek söylemin “hem AKP ve Erdoğan’ı hem de PKK’yı düşman görmek ve savaşın sorumluluğunu da öncelikle Erdoğan’ın siyasetlerinde aramak” üzerine kurulu olacağını tahmin etmek zor değil.
Peki; seküler muhalefet dünyası AKP’ye doğru hiç mi “fire” vermez? Bence verir. Bu kesimde Alper’in de işaret ettiği ve örnek verdiği gibi çalkantılı bir alan oluşabilir. Fakat bence bu siyasal güçler dağılımını etkileyecek genişlikte ve derinlikte olmaz.
Saflaşma ekseninin “milli/gayrı milli” ayrımına kaymasının siyasal sonuçlarına ilişkin Alper Görmüş’ün öngördüğü iki hususa dair görüşlerim bunlar.
Peki, ya AKP'ye oy verenler?
Bir de önemine inandığım ilave soru var kafamda: Bu yeni eksen söyleminin AKP’yi destekleyen kesimler üzerinde yaratacağı etkiler ne olacaktır?
Cevabı çok kolay bir soru değil bence bu. Söylemin nasıl bir bağlama oturtulacağı ve hangi politikaların taşıyıcılığını yapacağıyla ilgili olarak değişik etkiler olabilir.
Yazıyı çok fazla uzatmamak için, içeriğini başka yazılarda genişletmek üzere önemli bulduğum iki öngörümü özetlemek istiyorum.
(1) “Milli beka” kaygısı ve bütünleşme çağrıları yeni anayasa tartışmalarına transfer edilir ve özellikle de başkanlık sisteminin kabulü yönünde bir araçsallaşmaya evrilir ya da böyle algılanırsa, istenen yankıyı AKP’nin en geniş sınırlarına taşıyabileceğini sanmıyorum.
(2) Aynı biçimde bu söylem; bölgesel ve küresel güçlerle gerilimi azaltmayı, yakınlaşmayı sağlayacak yeni politika arayışlarını gereksiz görmeyi ve bu yönde niyetsizliği çağrıştıran bir anlamlandırmaya yol açarsa, yine umulan faydayı sağlamayacağını düşünüyorum.
Kısacası, “millîlik” söylemi, bir yandan yalnızlaşmayı olağanlaştıran diğer yandan güçlü bir başkanlık isteğini meşrulaştıran ideolojik bir enstrümana dönüştüğü ya da böyle algılandığı oranda AKP tabanında da kırılmalara yol açabilir.
Bunun da basit bir nedeni var. Evet, AKP tabanı da kuşkusuz “milli aidiyet ve beka” konusunda hassas. Fakat aynı zamanda, makul ölçülerde işleyen bir demokrasiyi ve dünyayla daha barışık, iyi geçinen bir ülkeyi daha güvenli ve yaşanılır bulacağı açık.