Başlangıçta fena bir fikir değil gibiydi.Buhar makinasının bulunuşuyla insanoğlu, enerji üzerinde hâkimiyet sağlamış, bu hâkimiyet büyük çaplı ve kontrollü güç aktarımının yolunu açmış, üretim kütleselleşerek, fabrikalarda yoğunlaşmıştı.Endüstri Devrimi kırdan kente büyük bir göçü tetikliyor, sanayi tesisleri çevresinde, büyük ve ortak sefaletleriyle yekdüze bir üretici sınıf, proletarya büyüyordu.Üretimin sermaye ile birlikte asli unsuru olan ve (hayatları dışında) zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri olmayan bu insanları, sermayeye karşı bir devrime sürüklemek ve tüm iktidarı üretim üzerinden ellerine teslim edip, (onların elleri değil tabii, onlar adına bu işi yapacak bir üst akla aslında) aynılaşarak eşitlenmiş bir sosyalist cennet yaratmak o yıllarda, makul ve gerçekleştirilebilir görünüyordu.Ama öyle olmadı.Sosyalist ütopya, Sovyetlerden başlayarak pratikte bir modernist kıskaca, söylemde dogmatizmin materyalist yeni bir versiyonuna evrilip, uygulandığı alanların hemen tümünde insanı ve umutlarını öğüten bir canavara dönüştü.Önce bu, yükselen vahşi kapitalizmin bir karşıtı olarak desteklendi, demir perdenin geçirimsizliğinden sebeple fark edilmedi ve bir seçenek olarak yükselip yayılmaya veya en azından onaylanmaya devam etti.Ne zaman ki, yine bir modernist kardeş olan Nazizm ve faşizm ile onların alternatifi diğer bazı emperyalistlerle ortaklaşıp girdiği savaş lehine sonuçlandı ve bu zaferin ödülü büyük, yaygın bir işgal oldu, işte meşruiyetinin zirvesine ulaştığı o günden itibaren, sosyalizmin sonu belli çöküşü başladı.Nefes aldırmaz bir baskı ortamında, kendi kırık dökük varoluşunu ancak gerçekleştirebildiği anlaşılmaya başladıysa da acımasız Güney Amerika diktatörlüklerine karşı gerçekleşen (sonradan yozlaştırdığı) haklı devrimlerin moral desteği sayesinde, yaşamını bir süre daha uzatabildi sosyalist ütopya ama bu da uzun sürmedi ve birkaç yalıtılmış özgün adacık dışında, büyük bir gürültüyle yıkılıp gitti.Sosyalizm yıkılıp gitti ama ardında, ütopyanın inanmışlarını, ideolojisinden beslenerek bir alt kültürü örgütlemiş entelejensiyasını ve yine onların çevresinde birikmiş türlü çeşitli sosyal organizmayı bıraktı.Charlie Hebdo mizah dergisi de onlardan biriydi.Çalışanları, yitirilmiş o sosyalist ütopyanın peşinden mızıldanmaktan başka hiçbir şey yapmayan, dönüp, kendilerini onun takipçisi yapan temel değerleri sorgulayıp, her şeye baştan başlamak gibi bir fikri aklından geçiremeyecek tembellikte, yenilgiden artık iyice acılaşmış söylemleriyle birer kalıntıydılar.Tüm inanç, kültür ve insanoğlunun hayata dair neredeyse yaptığı ne varsa hepsine saldırarak, alay edip küçümseyerek ve kendilerine saygısını yitirmiş bir dünyaya ve insanlığa cevabi pervasız, pespaye saygısızlıklarıyla yuvarlanıp gidiyorlardı ki birgün, alternatifini yanlış yerde aradıkları vahşi kapitalizm ve emperyalizmin yüzyıllık sömürüsünün yarattığı bir diğer canavarın, ezilenlerin İslam kisvesinde örgütledikleri bir başka nihilizmin kurbanları oldular.Ölümleri, kendileri gibi olanlarca kutsandı.Hebdo’da sürekli saldırdıkları kutsallığın birer kullanışlı öznesi haline gelip, kendileri gibi mızıldayanlarca birer seküler aziz mertebesine çıkartıldılar ve ürettikleri pespayelikler de benzerlerince yayılıp çoğaltıldı.Üstelik de bu, bu tahrikkar, bu umutsuz, bu kimseye faydası olmayan, güya tüm insanlığın mabedini kurmaya çalışırken, diğer mabedlerin, inançların, ananelerin ve insanlığın tüm kültürel mirasına küfür bu işler, (tabii görece denetimli bir seçicilikle) “fikir özgürlüğü” adı altında pazarlanıp, bir ayrı beyhude provokasyona dönüştürülerek yapıldı.Şimdi bunu yapanlar, Avrupa’da bir konferans masasının arkasında toplanmış, provokasyonlarına tepki gösteren küçük bir kalabalığın eylemini, üzerlerindeki “faşist baskı”ya bir örnek olarak, kendilerini sopa ve silahlarla korumak zorunda hissetmelerinin sosuyla da süsleyip anlatıyorlar.Tabii bunu, o kalabalığın toplanmasından çok önce gazetelerini korumaya almış güvenlik güçlerinin varlığından tek kelimeyle bile söz etmeyerek yapıyorlar.Çünkü o güvenlik güçlerinin sabah dağıtımından once gelip yaptıkları denetim ve yerleşimi “gazeteye polis baskını” olarak anlatmış ve ortalığı ayağa kaldırmışlardı.Dolayısı ile de polisin varlığının onları koruyan kısmı, hikayelerinin işlevselliği ile uyuşmuyor.Onlar için sıradışı bir durum değil.80 yıllık, halkları üzerindeki tahakkümünden başka başarısı olmayan bir faşist cumhuriyetin yıkıntısında yaşıyor, oradan besleniyorlar.O yıkıntıda kurdukları tezgâhlarına mızıldanmalarıyla çektikleri müşterilere satıyorlar fikir ve gazetelerini, onlarla var oluyorlar.Bu kırık dökük tezgâhın, yaydıkları çarpık algının ömrü kadar olacak ömürleri, bunu biliyorlar ve bazen Suriye’nin eli kanlı diktatörünün kendini halkının isyanından korumak için akıl ettiği bir mezhep savaşına kanaat taşıyorlar, bazen de “devletten geçinen” bir yarı aydın maaşlı oyuncular güruhunun “sansür sayıklamaları”na…Bazen, geçmiş felaketlerin sorumluluğunu bugünün ilişkisiz insanlarına yıkarak adaletsizlik pazarlıyorlar, bazen de türlü dezenformasyonlarla sokağa döküp polisin üzerine yürüttükleri insanların çıkan olaylardaki kaza sonucu ölümleri üzerinden iş görüyorlar.Gösterici kitlenin içinde yaralanmış çocukların ölü bedenlerini bayrak yapıp sallıyor, komadaki çocuğunun acısıyla perişan ailenin etrafını çevirip, hayatına ve zihnine yerleşiyorlar.Yerleşiyorlar ki oradan da bir anneye “oğlumun katili Erdoğan” dedirterek acıyı çoğaltıp, tıynetlerine uygun şekilde araçsallaştırabilsinler.Dün “karda çıkan sessiniz siz, birer hiçsiniz” dedikleri Kürtlerin, bugün devletle çatışmalarından bir kaos umudu bulup işliyor, sonra bunu bırakıp, geçmişlerinden sızan tektipçi ve kıyıcı aydınlanmacılıklarının güzellemelerine dalıyorlar, ellerinde kurumuş kanı unutarak.Hiçbir umutları yok, hiçbir önerileri yok, hiçbir çözüm yolu göstermeden, gidilen gidilebilecek tüm yolları kötüleyerek mızıldanıp duruyor ve bakir zihin tarlalarına birbirinden tutarsız fikir ve kanaatler ekerek, okuyucu, takipçi, müşteri, seçmen biçiyorlar.Giderek azalarak, azaldıkça gerçeklikten koparak, koptukça daha da acılaşarak bunu sürdürüyorlar.Bunlar, bu Hebdocular, mızıldanarak bitecekler, bunu, onlar da gayet iyi biliyorlar.Bize ise mızıldanmaları artık duyulamayacak kadar cılızlaşan birer vızıltıya dönüşene dek katlanmak kalıyor. Not: Umalım ki komşu Yunanistan’da seçim zaferini kutlayan Syriza, bu yukarıda sayılanlardan olmasın, ve sosyalizmin cesedinden insanlığın umutlarını çekip çıkararak, vahşi kapitalizme Türkiye’de Müslümanların oluşturduğu gibi bir alternatif oluşturabilsin.
Sonu gelmez bir mızıldanma: Hebdoculuk
- Advertisment -
Önceki İçerik
Sonraki İçerik