Çözüm süreci başladığında AKP iktidarının ne pahasına olursa olsun yıkılmasını arzulayan çevrelerden gelen bir ses vardı: “Önce demokrasi sonra çözüm”.
Kürt kartını kaybetmekten korkan muhalifler Öcalan’ın barış projesinde yer almasından çok rahatsız oldular. Tarih dışı kalmış laik cemaat ve geniş siyasette esamisi okunmayan sol çevrelerle, AKP iktidarını yıkmanın imkânsızlığı açıkça gözüküyordu. Silahlı Kürt muhalefetine ihtiyaç vardı. İktidarın yönetme kapasitesini sınırlamanın aracı silahtı. Barış, Kürtlerin haklar temelinde entegrasyona yöneldiği yeni düzenin inşası ve istikrar anlamına geliyordu. Bu ise yıkıcı muhalefet zemininin tamamen tükenmesi demekti.
İşte tam da bu okumayla muhalifler, can havliyle “Demokrasi olmadan barış olmaz” sloganını ürettiler. “Hangi hakları aldınız ki silahı bırakacaksınız” diyenler oldu. Silah demokrasinin güvencesi olarak tanımlandı. Barış masasının karşısına demokratlığın iflas masası kuruldu.
Bugün o bırakılmayan silahların Türkiye’nin demokratikleşmesine nasıl etkisi olduğunu görüyoruz.
Aslında açığa çıkan gerçek şu: Türkiye’nin demokratikleşmesiyle silahın bırakılması arasında doğrudan işleyen bir ilişki yok. Kürt haklarının genişlemesi, kimlik üzerindeki inkâr ve kültürel baskının kalkması, siyasal temsilin güçlenmesi savaş ikliminin sona ermesini garanti etmiyor. Orta Doğu’da Kürdistani egemenlik talebi olan bir siyaseti “anadilde eğitim, yerel yönetimlerin güçlenmesi” vs. ile tatmin edemezsiniz. Dilin ve kültürün önünü nereye kadar açarsanız açın; açık siyaset imkânlarını ne kadar kullanılır kılarsanız kılın; ulus devlet perspektifini terk etmeyen bir etnik hareketi kolay kolay silahsızlandıramazsınız. Sorun demokratik hakların tanınması değil. Toprak egemenliği tanıyor musunuz, tanımıyor musunuz? Sorun bu…
O nedenle “demokrasi olmadan barış olmaz” apolojisiyle süreci sabote etmek için elinden geleni yapan muhalifler, bugün “Kürtler hangi hakları elde etmek için ölmek ve öldürmek zorundalar” sorusunu duymazdan geliyorlar. Savaşın demokratikleşmeyle ilişkisi olmadığı apaçık ortaya saçıldığı için silahın meşruiyetini doğrudan savunamıyorlar. Fakat, düne kadar “silahı bırakmayın” diyenler, bugün o silahların döktüğü kandan iktidarı sorumlu tutuyorlar.
Her gün onların suratına bıkmadan çarpmak gerekir bu soruyu: Hangi hakları elde etmek için ölmek ve öldürmek gerekir? Hiçbir demagoji bu çıplak soruyu örtecek güçte değil bu ülkede. Demokrasinin eksiklikleri; otoriter savrulmalar; iktidarın süreci yönetirken yaptığı yanlışlar… Avaz avaz listeler sıralamakla unutturulacak bir soru değil bu.
Türkiye demokratik bir ülke değil. Bu ülke, tarih boyunca kurucu iradenin kurumsal vesayeti altında “demokrasicilik” oynamış bir ülke. Bu ülke, demokratikleşmenin yollarını; değişimin kapılarını zorlayan bir ülke. Çoğunluğun temsilcilerinin ilk kez iç ve dış siyasetin belirlenmesinde söz sahibi olduğu; iktidarın gerçekten seçimlerle vücut bulduğu tarihsel bir süreç içindeyiz. Buradan ileriye doğru mu gideceğiz; geriye mi düşeceğiz? Soru bu.
Seçkinci maksimalist kafayla durmadan demokrasinin eksiklerine işaret edip silaha mazeret arayarak mı demokratikleşeceğiz? Ajitasyon listelerine ihtiyacımız yok. Savaşın demokratikleşmenin yöntemi olup olmayacağına, kıvırtmadan, saklanmadan ortaya çıkıp cevap verecek dürüst seslere ihtiyacımız var.
Kürt hareketinin ayrılma hakkı dahil herhangi bir hakkı elde etmek için elinde silah tutması meşru mudur değil midir?
Bu soru kaya gibi ortada duruyor.
Buna açık cevap vermeden “demokratikleşmeden” dem vurmak, “barışçı” maskeler takmak ve hınçla Erdoğan’a parmak sallamak da utanç verici bir sahtekârlıktan başka anlam taşımıyor.