Hamidiye çeşmesinin hemen dibindeki hamamın köşesinden kıvrıldım. Şimdilerde iki şeridinden biri çatapat tabancasının horozuna efelenemeyen bu cadde, o zamanlar üzerine uçak inecek kadar geniş gelirdi bana. Caddeye her varışımda, kuyruğunu ardından kapanan kapıya son anda sıkıştırmaktan kurtarmış kedi gibi hissederdim. Hani peşime düşen birileri varmış; oysa bu cadde sihirli bir halı gibi, ileride kıvrılarak, hemen ardından uzanarak beni başka diyarlara atacakmış gibi. Halbuki eve kaç adımdı şunun şurasında? Evin hükümranlığı saymamı yasaklardı. Sanki hemen önündeki dar patika da öyle. Bir sınır vardı. Bütün sınırlar gibi, kuşların, kedilerin anlamadığı; benim de anlama isteğimi sürekli ertelediğim. O sınırın da bir kapısı olurdu elbet, sürekli kuyruğumun peşinde olan.
Bitişik nizam dizilmiş evlerin gelmesi şart değil gözünüzün önüne. Öyle de olabilir, ya da evleri ilk bakışta anlayamadığımız bir üslûpla yerleştirmişlerdir; ama gidip, etrafını çevirip, adına site demiş olabilirler. Ne bitişik dizilip, bir satıh üzerinde “haydi hep birlikte” diyen evlerde; ne de bir site içinde olup, sırt sırta verip güneşi paylaşamayanlarda huzur bulabildim. Huzursuzluğum, evlerin üzerine çöktükleri alan dışında neyi paylaştıklarını anlamadığım içindi belki. Belki de, saklamak istedikleri birşeyler varmışcasına münasip buldukları yerlerini teşhir eden, bu teşhir için illâ birlikte durmaya gereksinim duyan haneler olduklarından.
Sokakları öne çıkarmak az buz bir iş değil. Bağlı olduğu toprağa kazık çakmış evlerin ve sahiplerinin, adı sanı belli tüm mekânların arasında kalmış; herkesin olan ve belki bu sayede kimsenin olmadan, ince uzun, kalın kısa mülklerin etrafında cirit atabilen; bazen inceden bel veren, bazen üçüz dördüz yavrulayabilen bereket tanrısıdır sokaklar. Bereketi, sulamak istediği topraklara erişir gibi, malikânesinden boşanmış çocuklara yataklık yapmasından gelir. Aklınızın aldığı her yöne akar gibidir. Anlı şanlı apoletlerle numaraları verilmiş evler, ince ince düşünerek verdiğiniz ama bir çırpıda değiştirmeye kıyıverdiğiniz sokak isimlerinden sonra gelir adres defterlerinizde. Uzatmayayım değil mi; münasebetsiz dizilmiş, kuru kalabalık evler erkek; sokaklar kadındır.
Hamidiye çeşmesine akşam ezanından az önce giderdim. Büyükbabam “taze su gibisi yoktur evlâdım” derdi. Suya “taze” derken, çıtırdayan ekmek kabuğunu getirirdi gözümün önüne büyükbabamın son hecesi. Ustanın fırına vermeden önce kulağının arkasındaki kalemle biçim verdiği hamurun, pişince elinizde kırılan cilvesi. İçine helva sıkıştırmaya kalktığınızda o tazeliğin… tamam tamam, sustum. Anladım, ağzınız sulandı, canınız çekti. Vakte getiriyordum lâfı. Çeşmeye gideceğim vakti bana güneş söylüyordu büyükbabamdan önce.
İlk ne zaman farkına vardım bilmiyorum. Sanırım rastlantı sonucu ilk defa dikkatimizi yoğunlaştırdığımız olayların, ne zaman olduğunu hatırlamakta güçlük çekiyoruz. Sevgilinizi ilk öptüğünüz zamanı anımsarsınız elbette; rastlantı olabilir mi? Ama bir gün, her zamanki gibi sağ dizim suyun ağırlaştırdığı küçük bidona altından destek verirken ve sol elimle de bidonun dengesini korurken, yeni alındığından olmalı, gözüm gayri ihtiyâri sol bileğimdeki saate takıldı. Saat tam beşi yirmibeş geçiyordu. Mevsimi bulursunuz. Tabii ki dijital değildi saatim. Akrebi ve yelkovanı yeni öğrenmiştim. Akrep için “yarabbim bu ne itici bir isim,” yelkovan içinse “kimin yelini kovuyoruz” diye etrafta caka sattığımı hatırlıyorum. Beşi yirmibeş geçe, akrep ve yelkovanın üst üste düşmesine bakarken bidondaki su taşmıştı.(Küsurunu affetsin malûm arkadaşım, belki beşi yirmibeş küsur geçiyor olabilir, tam tamına üst üste düşmeleri için.)
Bir kere üst üste düştüklerini gördüğümde, diğer düşecekleri zamanları iple çekmeye başladım. Yetmedi, özel zamanları bunların üst üste düştüğü anlara denk getirmeye uğraştım. Sabah uyanmak için, üzerinde pamuk prenses ve yedi cüceler olan saati yediye yirmibeş kalaya kurmuştum. Öğleden sonra dördü yirmi geçe iskeleye gidip, Karaköy-Ortaköy vapurunun yanaşmasını bekliyordum. Elbette beklerken ilk önce akrebin ne kadar yavaş hareket ettiğini, yelkovanın ise deli danalar gibi sürekli onun etrafında döndüğünü farkettim. Cinsiyet ve tercih olarak yelkovan olduğumu, sırasıyla, o zaman ve bir vakit daha sonra öğrendim.
Sadece akrebe bakar oldum, bir de güneşe. Güneş yer değiştirirken akrep bir şeyleri hafızasına atıp, sonra onların üzerinde bir işlem yaparak, yelkovanın kuru gürültüsüne aldanmadan bir yeri işaret ediyordu. Bütün ayrıntıları kaale almasına karşın, onlarla böbürlenmeden, sanki hiç yoklarmış gibi davranıyordu. Bir doğrultu işaretlendiğinde, değiştirilmesi için evrenin tüm ayarlarının onu ikna etmesi gerekiyordu. Uzatmayayım değil mi; avare ve biteviye dönüp dolaşan yelkovan erkek; akrep ise kadındır.
Adalet için sokaklara ve akrebe gereksinim var. Kimin yalan söylediğini, kimin hangi çeşit şiddet uyguladığını görmek için, çok hareketli yelkovana değil, yavaş değişen akrebe; bereket ve huzur için neden sıkılaştırdığımızı bilmediğimiz safları tutmuş evlere değil, hareketli, canlı, cıvıl cıvıl sokaklara muhtacız. Akrepler de, sokaklar da bunu biliyor. Huzurlu olmam bundandır.