Parlamenter rejimler bugün halen dünyanın birçok ‘demokrasisinde’ varlığını sürdürse de hızla yıpranıyorlar. Bunun temel nedeni parlamenter sistemin onu meşru kılan teoriyi doğrudan ihlal etmesidir. Liberal demokrasi anlayışına göre yasama, yürütme ve yargının birbirinden bağımsız olması gerekiyor, çünkü ancak böyle bir durumda halkın doğrudan ve dolaylı bir denetim yeteneği elde etmesi mümkün oluyor. Oysa parlamenter sistemde yasamada çoğunluğu elde tutan bir siyasi parti hem yürütmenin yasama üzerinde vesayet kurmasına neden oluyor, hem de çıkardığı yasalar üzerinden yargının alanını doğrudan ve tek başına çizebiliyor. İronik bir durum ama parlamenter sistemin ‘demokratik’ bir mekanizma olarak çalışabilmesi için hiçbir partinin Meclis çoğunluğuna sahip olmaması lazım ki o zaman da istikrarsızlık sorunu ile karşılaşma ihtimali yükseliyor.
Oysa büyük değişimlerin yaşandığı, küreselleşmenin damga vurduğu, zamanın ‘hızlandığı’ dönemler çoğu zaman geleceği taşıyabilen tek bir partiyi öne çıkarabilir. Nitekim bugün Türkiye böyle bir süreçten geçiyor. AKP daha uzun yıllar Meclis çoğunluğunu sağlayarak tek başına iktidar olabilir. Eğer parlamenter sistem devam edecekse, bunun anlamı meşru bir AKP ‘tahakkümüne’ razı olunması gerekeceği, muhalefetin istediği türden bir denetleme yapmakta zorlanacağıdır. Sırf bu bile Türkiye’nin başkanlık sistemine geçmesini anlamlı kılabilir. Çünkü başkanlık sisteminde yasamanın başta bütçe yapmak üzere, yetki alanı ve denetleme gücü genişlerken, hükümette toplumun parlamento dışı vasıflı kişilerinden yararlanılabiliyor. Eğer yasama ve yürütmenin karşılıklı fesih yetkileri de dengeli ve akılcı ise karşımıza çok daha elverişli bir model çıkıyor.
Ancak ülkenin sorunları ve ihtiyaçları düşünüldüğünde, ‘iyi’ bir başkanlık sisteminin iki temel alanda daha parlamentarizme göreceli üstünlüğü var. Bunlardan biri adem-i merkezi bir idari teşkilatın hayata geçirilmesi. Merkeziyetçilik doğrudan sistemle ilişkili olmasa da, başkanlık sistemi yetki ve sorumluluk dağılımının yaygın ve yerele uzanan bir biçimde yapılanması açısından daha fazla imkan sunabiliyor. Dolayısıyla talep ve tercihlerdeki değişimin kararlara yansıması açısından çok daha esnek bir sistem… İkinci husus buna destek vermek üzere dar bölge seçim sistemine geçilmesidir. Yine seçim sisteminin yönetim yapısıyla doğrudan bağlantısı olmasa da, dar bölge mantığı başkanlık sisteminin ruhuna daha yakın bir anlayışı yansıtıyor.
Türkiye’nin temel meselesi hızla değişen koşullara aynı cevvaliyetle cevap verebilmek ve bunu yaparken yine hızla değişmesi beklenecek toplumsal tercihlerin siyasete katılımını ve etkilemesini garanti altına almak olmalıdır. Bunun şu anki parlamenter sistemle gerçekleştirilmesi olanaksız. ‘İyi’ bir parlamenter sistemin ise, Türkiye’nin siyasi geleceğinde tek parti hakimiyetinin geçerli olma ihtimalinin yüksekliği hesaba katıldığında, söz konusu amacı gerçekleştirecek bir zemin sağlaması son derece güç. Dolayısıyla Türkiye’de başkanlık sisteminin her yönüyle tartışılması, ‘iyi’ ve herkesin içine sinen bir alternatifin üretilmesi ve bunun sağlam bir anayasal çerçeve içine yerleştirilmesi gerekiyor.
Eğer amaç bir tahakküm sistemi yaratmak olsaydı, başkanlık ne AKP ne de Erdoğan’ın işine yarardı. Hiçbir ‘iyi’ başkanlık sistemi iktidarın şu anki gücünden daha fazlasını sağlayamaz. Ama ülkeyi bir bütün olarak yönetmeyi kolaylaştırır, riskleri azaltır, meşruiyeti pekiştirir. Bu da hem iktidarların daha sağlam bir zemin üzerinde iş yapmalarını, hem de toplumun siyasete doğrudan damgasını vurmasını sağlar.