7 Şubat gibi güçlü bir işaret fişeği hafızalarda çok taze olmasına rağmen, kabul edelim ki bu kadar iddialı bir darbe girişimine şaşırmayan çok az insan oldu Türkiye’de. Hükümeti felç etmeye dönük, kendinden emin, kuvvetli bir hamleydi. Meşruiyetinden kuşku duymuyordu. Oyun ahlaki alanda kurulmuştu. “Hırsızlık”; bundan ötesi var mı? Üstelik suçlamanın sahibi, suyu çıkmış medya ya da elde dosya kürsü kürsü dolaşan siyasi rakipler değildi. Ses yargıdan geliyordu. Toplumun en güçlü meşruiyet üreticisinden! Dahası; iddiaların da çok büyük ihtimalle karşılığı vardı. Yani, bir inandırıcılık sorunu yaşanmayacağı düşünülüyordu…Peki, ne oldu? Umulan gerçekleşti mi? Her önemli olay gibi, bilardo topları çarpıştı yeni yollar tutturdular. Artık yeni koşullar oluştu ve yeni bir Türkiye’de yaşayacağız. Fakat hayır, umulan olmadı.Sayısız iradenin işe karıştığı toplumsal süreçler, oyun kuruculara sundukları “sürpriz”lerle öngörülemezliklerini hatırlattılar. Şimdi bize, olup bitenleri anlamaya çalışmak düşüyor.Yaşadığımız “anomali”yi tespit ederek başlayabiliriz düşünmeye. Sanırım dünyada eşi benzeri olmayan bir durumla karşı karşıyayız. Kürt sorunundan, askeri darbelere; yukarıdan dayatılan birleştirici ulusal kimlik projelerinden, askerî vesayete kadar; tarihimizin her türlü “normal dışı” meselesine, dünyanın bir köşesinde yaşanan tecrübelere atıf yaparak tartışmaya alışkın bir ülkeyiz. “İspanya modeli”, “Latin Amerika darbeleri”, “Almanya uluslaşması” vs. bizim tartışma külliyatımızda kendine yer bulmuştur. Fakat şimdi içinde bulunduğumuz durumu karşılayan bir yeryüzü tecrübesi olduğunu zannetmiyorum.Çatışan aktörlere ve devletin durumuna bir bakın. Bir yanda, Emniyet- yargı bürokrasisinde kontrolü sağlamış; bununla da sınırlı kalmayıp diğer bürokratik katlara da oldukça yayılmış olduğu anlaşılan konspiratif bir yapı. İslami motifler üzerinden, okullar, vakıflar, şirketler gibi araçlarla küresel bir etkinliğe sahip ve önemli küresel odaklarla, yabancı devletlerle sınırlarını bilemediğimiz bağlantılar söz konusu… Diğer yanda, bildiğimiz prosedürlerle parlamento çoğunluğunu kazanmış ve buradan aldığı yetkilerle devleti yönetmeye çalışan ve siyaset üreten bir hükümet… Böyle bir eksende, bu kadar derin bir yarılmanın olduğu benzer bir rejim bilenimiz var mı? Tam burada sözü uzatmak pahasına bir parantez açmama izin verin: Söz, devletin bu ikili yapısını ele almaya geldiğinde hemen “bu aykırılıktan hükümet sorumludur; eski rejimi tasfiye ederken kol kola yürüdüler şimdi iktidar kavgası içine düştüler” gibi (bence) konuyu anlamaya ilişkin hiçbir argüman değeri taşımayan, sadece asabiyeti ifade eden itirazlar duymaya alıştık. Bu itiraz sahiplerinin dikkatini çekmeye çalıştığım nokta şu: Burada bu anomalinin tarihsel nedenlerini tartışmıyorum, o ayrı bir konu. Burada üzerinde akıl yürütülmesini teklif ettiğim soru şu: Bu ikili yapı “normal” midir? Eğer değilse; bu anomaliden çıkış yolu nedir?Bu parantezden sonra muhalefet neden kaybetti sorusuna döneyim. Kısa cevabım şudur: Muhalefet tam da bu anomalinin yol açtığı meşruiyet zafiyetinden kaybetti.Açayım.Bu darbeye soyunanlar “hukuk”un yaratacağı meşruiyete çok fazla güvendiler. “Siyasal meşruiyeti” de çok hafife aldılar. Hukukun kendi alanında kalarak doğal işlevini yerine getirmesi ile hukukun imkânlarını kullanarak siyaset yapmak arasındaki meşruiyet farkı, bu operasyonun zayıf noktasıydı. Şöyle de söylenebilir: Hukuk siyaset kavgasının enstrümanına dönüştüğü zaman en değerli vasfını yitiriyor; toplumsal düzenin tarafsız hakemliğinin ona tanıdığı dokunulmazlığın yerini “siyasi meşruiyetin” acımasız rekabeti alıyordu. Yani, hakem yer değiştiriyordu. Hukuk taraf oluyor, toplum hakem mevkiine geçiyordu. İşte darbe burada kaybetti.Siyasi bir aktör olarak Erdoğan kendisinden bekleneni yaptı. Muhalifler dâhil herkesin gördüğünü daha çarpıcı sertlikte deşifre etti. Devletin ikili yapısını ve siyasi iktidar mücadelesini ortaya serdi. Toplumu, “yolsuzluklar örtülüyor” eleştirisi ile “derin devlet darbe yapıyor” mesajı arasında tercih yapmaya çağırdı. Ve bu çağrı Erdoğan’ı bütün rakiplerinden daha hakiki, daha inandırıcı bir yere oturttu.Rakipleri de hukukun, kendi işlevinden sapıp siyasal enstrümana dönüştüğünde etkisizleşeceğini, hakemliği topluma kaptıracağını biliyorlardı. Bu nedenle herkesin gözünün içine baka baka operasyonun örgütle bir ilişkisinin olmadığını, kanıt bulunmadığını söylemek zorunda kaldılar. Bu söylemin başlı başına kendisi zaten siyasaldı; mücadelenin hukukla değil toplumu ikna etmekle ilgili olduğunun farkındalığını ele veriyordu. Fakat umutsuzdu; çünkü apaçık ortada duran anomaliyi gizlemeye çalışıyordu. Kendilerinin de inanmadığı bu söylem onların hakikiliğini, inandırıcılığını yok etti.Sonuç şudur: Toplumun büyük çoğunluğu yolsuzlukların olduğuna inanmaktadır. Polis ve yargı gücü üzerinde hükümetin kontrol sağlamak istediğinin de farkındadır. Fakat bu durumu siyasetin meşru müdafaası olarak görmektedir.Toplum hukukun kendisine gösterdiği yolsuzluklardan çok, ne yapmak istediğini anlamaya çalıştı. Ve siyasi iradesine müdahaleyi ayakkabı kutularından daha fazla önemsedi.Kavga hukuki olsaydı son sözü yargıçlar söyler ve belki de Erdoğan kaybederdi. Kavga siyasiydi, söz topluma kaydı ve darbeciler kaybetti.Ve bu sözünü ettiğimiz ikili devlet anomalisinden normalleşmeye giden bir yol arayışında samimiysek, kabul edelim ki Pennsylvania’dan yönetilen kapalı, konspiratif bir yapının kontrol ettiği bürokrasinin siyasi operasyonları ve iktidar hamleleriyle değil; görünür, denetlenebilir, açık siyaset alanının güçlenmesiyle başarabiliriz bunu.Kolay mı? Hayır değil.Fakat “normalleşme”nin de başka bir tanımı icat edilmedi bu güne kadar.
- Advertisment -
Önceki İçerik
Sonraki İçerik