Telefonum çaldı. Telefondaki ses “9. Cumhurbaşkanı arıyor” dediğinde önce “Acaba hangi Cumhurbaşkanı?” diye bir düşündüm. Süleyman Demirel’in sesiydi. “Başınız sağolsun Oral Bey. Bugün annenizle ilgili yazdıklarınızı okudum. Çok hislendim. Tam anlamıyla bir Anadolu kadınıymış anneniz. Allah rahmet eylesin…” Annemi toprağa verdiğimiz 16 Temmuz 2012 akşamıydı… Annem, Demirel’e kızardı.
Bütün hayatı boyunca onun karşısında olmuştu. “Acaba böyle bir telefondan haberi olsaydı ne yapardı?” diye düşündüm. Tam beş yıl önce yitirdiğimiz Demirel işte böyle biriydi. Hem nefret hem de sevgi kazanmıştı fazlasıyla. Uzun siyasi yaşamı bizim kuşak için bitmeyen bir senfoni gibiydi. Bir askeri darbenin (27 Mayıs 1960) külleri içinden siyaset sahnesine çıktı.
Bir askeri müdahaleyi (12 Mart 1971) Başbakanlık koltuğunu terk ederek atlatmaya çalıştı. Bir başka askeri darbenin (12 Eylül 1980) ardından koltuğundan olmakla kalmamış, tutuklanmıştı. Demirel, Mendereslerin devamı olan bir siyasi çizginin mirasçısıydı. Cumhuriyeti kuran kuşağın içinden çıkan ama bu çizginin radikal laikliğini ve otoriter modernizmini benimsemeyen akımdandı.
Çoban Sülü
“Dindar bir ailenin imkansızlıklarla okuyan halk çocuğu” öyküsünü simgeleyen “Çoban Sülü” imajı boşuna değildi. Merkezin dışladığı Anadolu köylüsüne seslenen yeni siyaset dilini böyle oluşturmuştu. Ankara’daki evinin bahçesinde tavuk yetiştirmesi, evinin tereyağı, yumurta, bal getiren yurttaşlarca ziyaret edilen kapısı açık bir yer haline dönüşmesi, yapay bir mizansen değildi.
Sağcıydı, demokrat olduğunu söylüyordu. Demokratlığı, komünizm, örgütlenme ve düşünce özgürlüğü gibi alanlara hiçbir zaman uzanmadı. Demokrasiyi yalnızca “seçilenin yönetebileceği rejim” olarak anlamayı tercih etti. Kuvvetler ayrılığına da çok inanmadı. Bir askeri darbeye tepki içinde siyasete girdiği için uzunca bir dönem askerlere uzak durdu. Ancak iki askeri darbenin ardından, bedeller ödeyerek koltuğundan olmasından sonra anti-militarist sayılabilecek özelliklerini geride bıraktı. YAZININ TAMAMINI OKUMAK İÇİN