Kendisini “sol” olarak niteleyen siyasi kimliğin kavramlar dünyasında, “sol-sağ” ayrımının varoluşsal bir değer taşıdığını söyleyebiliriz. Sol aidiyetin çok baş vurduğu bu ayrışma, aktüel siyaset alanını aşan, insanlık macerasının ezelden ebede uzanan temel meselesinin üstüne oturur. Buna göre “sol”, ezilenlerin, haksızlığa uğrayanların, dışarıda bırakılanların sesi olmak demektir. Siyaset sorunları ile yüksek erdemlerin buluştuğu insani sorumluluk alanında yer alır. Şemanın öteki tarafını işgal eden “sağ”, eşitsizliğin, adaletsizliğin, güçlünün onaylandığı pozisyonu ifade eder. Bu soyutluk düzeyinde sol-sağ ayrımı, sol tasavvur dünyasının kendisini kayırdığı ahlaki bir pozisyona dönüşür ve siyaset zemininde analize elverişli bir kavramdan beklenebilecek işlevsel değerini yitirir.
Oysa siyasi pozisyonların anlaşılması, tartışılması, eleştirilmesi veya onaylanması; çok daha somut programlar, eylemler, söylemler üzerinden yürütülmek durumundadır. Böyle yapıldığında da, hayatın, solun iddia ettiği genellik düzeyinde “sol/sağ” olarak birbirini dışlayan iki kimlik içine hiç sığmadığı; çok daha karmaşık, geçirgen, kararsız, melez pozisyonlara sahne olduğu görülür.
Okuyucuya soyut gelebilecek bu girişi neden yaptığımı açıklayayım. Türkiye’nin tarihte ve bugün yaşadığı büyük sorunların nedenini toplumsal çoğunluğun “sağcı” olmasına bağlayan ve doğal olarak kendisini “sol” aidiyet üzerinden kimliklendiren hatırı sayılır bir sosyoloji mevcut. Benimsedikleri ve açıklayıcılığına fazlaca güvendikleri bu şemadan “sağ” kavramını alıp sorunların merkezine yerleştirdiklerinde meselenin anlaşılabildiğini varsayıyorlar. Bütün diğer ayrımları, nüansları silip süpürür sahayı aşırı basitleştirirlerken, yönelimlerinin aslında anlamak değil düşünsel konfora kaçış olduğunu fark etmiyorlar.
Türkiye’nin sorunlarını tartışırken “sol/sağ” kavramlarını dışarıda bırakarak; örneğin milliyetçilik, militarizm, otoriterizm, ataerkillik gibi kavramsal malzemelerden ilerlendiğinde analizin eksik kalacağını varsaymak, tam bir eski ezber kanımca. Üstelik bizim yanlış, fiktif yönlere bakmamıza; dolayısıyla körlüğe yol açan bir ezber.
Türkiye’de ataerkil, otoriter zihniyetin hâkim olduğunu; bu zihniyetin milliyetçi- militarist duygulanma ritüellerine fazlaca duyarlı, manipüle edilmeye elverişli özellikler taşıdığını ileri sürmek; bu tez üzerinden kendimizi tanımak ve değiştirici müdahaleler önermek “sol/sağ” kavramı üzerinden ilerlemeye çalışmaktan çok daha anlamlı gözüküyor.
Yukarıdaki önermeye sol aidiyet içinden bakan birisi kestirmeden şu cevabı verebilir: ”Ataerkillik, otoriterlik, milliyetçilik, militaristlik gibi sıralanan zihniyet ve değerlerin tamamı sağ siyasi kimliğin taşıdığı nitelikleri anlatır; bu önerme aslında sağı tartışalım demekle aynı şeydir” …
Kendisini ataerkil, otoriter zihniyetin dışında gören bu itirazın içe bakıştan yoksun olduğu açıktır. Hem daha geniş ve esnek bir zemin olarak kendisini “sosyal demokrat” kimlik içinde gören, Kemalist referanslara yaslanan sol; hem de çok daha dar ve sert bir çekirdek olarak kimliğini Marksist referanslarla tanımlayan sosyalist sol, otoriter zihniyet kalıplarıyla yüzleşmiş, onu aşmış, demokratik kültürü içselleştirmiş olmaktan uzaktır. Bu sosyolojinin duygu ve düşünce dünyasında “devrim” ya da “darbe”nin bir iktidar kazanma yöntemi olarak meşruiyetini kaybettiğini söylemek kolay değildir.
28 Şubat’a hayat veren duygu dinamiklerinin artık sönümlendiğini; Cumhuriyet Mitinglerinde esen ordu göreve rüzgarıyla hesaplaşıldığını, bu defterin en derinlerde kapatıldığını ileri sürmemizi haklı çıkartacak kanıtlara sahip değiliz. Marksist sol için de aynı durum söz konusu. Tarih boyunca, totalitarizmin en katı modellerini “Proletarya diktatörlüğü” kavramıyla yüceltirken, evrensel değerler olarak kabul görmüş hak ve özgürlükleri “burjuva demokrasisi” ve hatta “cici demokrasi” gibi sıfatlarla küçümseyen bir düşünsel miras söz konusudur.
Genel olarak kendisini sol aidiyet içinde gören kesimlerde “Mutlak doğru” inancı, “uzlaşmaz karşıtlık” kurma, siyasi tercihleri “dönülmez yüce davalar” olarak kodlama, kişi kültüne bağlılık gibi otoriter zihniyetin temel unsurları, derece derece varlığını sürdürmektedir.
Özetle; evet, “sağ” kimlik içinde tanımlanan Cumhur İttifakı ve Erdoğan çizgisinin, kıvamı gittikçe katılaşan bir militarizm, milliyetçilik ve otoriterlik modeli içinden yol aldığı çok açık. Bunda tereddüt yok.
Fakat bu özelliklerin, kurduğumuz şemada sadece “sağ” olarak isimlendirdiğimiz kimliğe ait ve üstelik de “özsel” olduğunu ileri sürüp içe bakıştan kaçmak, “sol” aidiyetin yalnız kendisini değil ülkenin sorunlarını da anlamasını zorlaştırır. Aidiyetlere biraz mesafe koyarak bakınca sayılan niteliklerin “sol/sağ” ayrımıyla örtüşmediğini; tasavvur edilen şemanın iki yanını da kuşatıp sakatladığını fark ederiz.
Daha gerçekçi, daha işlevsel analizler için “sol-sağ” gibi siyasi kimlik ayrımları yerine, algılama ve davranış kalıplarımızı anlamamıza imkân tanıyan ayrımlara ihtiyacımız var. Otoriterlik-demokratlık farklılaşmasında neredeyiz? Altta kalmışları, dışlanmışları, güçsüzleri savunuyoruz diyerek açıkta bırakamayacağımız kadar net bir soru bu. Neyi yapmaya çalıştığımıza göre mi farklılaşacağız, nasıl yapmaya çalıştığımıza göre mi?
Sağ, milleti-devleti-dini kurtarmaya çalışıyor. Sol ise halkı -işçi sınıfını- ezilenleri… Bunu her şeyi açıklayan bir ayrım olarak görmek yerine “sağ ve sol” olarak tanımladığımız perspektiflerin kendi amaçlarıyla nasıl bir ilişki içinde oldukları, yürüdükleri yolda hangi yöntemleri kullandıkları, bu davranış kalıplarına yön veren zihniyetin özelliklerini tanımaya çalışmalıyız.
Basit gibi gözüken ama çok zorlayıcı bir çaba bu. Yıllarca varoluşsal anlamlar yüklediğimiz kavramları; o kavramlar üstüne bina ettiğimiz benlik duygumuzu sarsmayı göze almamızı gerektirir.
“Sağ-sol” ayrımına bütün benliğiyle inananlar, samimi bir zihniyet araştırmasına yöneldiklerinde her solcunun içinde bir de sağcı ile karşılaşabilirler.
Bu sürprize hazır olmakta fayda var.