[20-21 Haziran 2020] Kısa özet: Osmanlının modernliğini (ya da hibrid devlet yapısının ne kadar modernite içerdiğini) abartmayalım, demeye getireceğim. Temelde, tarıma dayalı geleneksel bir köylü ekonomisi ve toplumuydu. Üzerinde bir hanedan devleti yükseliyordu. Bu devlet aygıtının bir kısmı timarlıydı; toprağa dayalıydı. Sipahi denen hafif süvarilerin savaşçılığının karşılığı, timar denen koşullu toprak tevcihleri (daha doğrusu, yerel vergi toplama haklarının koşullu tevcihi) yoluyla ödeniyordu. Bir kısmı ise maaşlıydı; doğrudan nakit ödemelerle besleniyordu. Dolayısıyla 15. ve 16. yüzyıllardaki işleyişiyle Osmanlı devleti, bir ayağı Ortaçağda, bir ayağı Yeniçağda olmak üzere, iki eşitsiz ayak üzerinde sendeleyerek yürümeye çalışıyordu. Olsa olsa yarı-moderndi denebilir.
Ama yukarıdaki paragrafın içinde öyle bazı kritik tarihsel sosyoloji kavramları saklanıyor ve üstelik o kadar evrensel, Osmanlıyı çok aşan bir önem taşıyorlar ki, öncelikle onları biraz açmak gerekiyor. Bunlar, devletin finansman tarzıyla ve dolayısıyla örgütlenme tarzıyla ilgili iki konsept. Meşruiyet ilkesinden veya yönetim tarzından, gücün kimin elinde olduğundan söz etmiyoruz. Bütün isim ve biçimleriyle monarşi (krallık, sultanlık, beylik, emirlik, hanlık, hakanlık, kaganlık, çarlık, şogunluk, imparatorluk) veya oligarşi veya demokrasi veya diktatörlük gibi tasnifler değil kastım. Sadece, iktidarı sonuçta kim/ler kullanırsa kullansın, (a) devletin mekânı, teritoryalitesini, kendisine ait toprakları nasıl kontrol ettiği; (b) bu süreçte, ordusu ve bürokrasisiyle devlet aygıtının maliyetinin nasıl karşılandığıyla – yani bütün o merkez ve taşra yöneticilerinin, irili ufaklı görevlilerin, kumandan ve askerlerin, devlete sadık ve emir-komuta zincirine tâbi kalmalarını sağlayacak şekilde nasıl ödüllendirildiğiyle ilgileniyorum.
Bu yazının başlığında da ifade edildiği gibi, bu noktada başlıca iki alternatif çıkıyor karşımıza: (i) timara (veya fiyefe) dayalı devlet (fief-based state) ve (ii) paraya, nakde, likiditeye dayalı devlet (cash-based state). Başka türlü bir devlet finansmanı icat edilmiş değil, şimdiye kadar. Bu açıdan incelediğimizde, tarihte görülen bütün devlet aygıtları kâh birine kâh diğerine uyuyor, ya da ikisinin şu veya bu ağırlıklı bir bileşimini ifade ediyor. Ayrıca, ekonomik koşul ve kısıtlar itibariyle zaman içinde ilkinden ikincisine doğru bir gelişme söz konusu. Uygarlığın şafağından itibaren, geleneksel tarım toplumlarında daha çok (Osmanlıdaki adıyla) timara veya (Avrupa Ortaçağındaki adıyla) fiyefe dayalı devletler söz konusu. Bunun pek az istisnası var — Atina ve Roma, ya da Ege ve Akdeniz havzalarının denizci-ticarî uygarlıkları gibi. Buna karşılık, son 500 yılda ve ancak son 500 yıldadır ki nakde, likiditeye dayalı devlet tam anlamıyla ve geri dönülmez biçimde öne çıkıyor. Kapitalist piyasa ekonomilerinin gelişmesi ve para dolaşımının artması, bu devlet tipinin de dünya çapında yaygınlaşması ve kök salmasını beraberinde getiriyor.
Özetle, çoğu İlkçağ ve hemen bütün Ortaçağ devletleri tamamen veya büyük ölçüde timara/fiyefe dayalı. Buna karşılık modern devlet hemen tamamen paraya, likiditeye dayalı bir devlet. Dolayısıyla tarihin uçsuz bucaksızlığı içinde görece çok yeni de olsa, bize daha âşinâ ve anlaşılması daha kolay olan, bu modern devlet. Buna karşılık fiyefe dayalı devlet, tarihsel evrim çizgisi içinde daha önce de gelse, bize hayli uzak ve anlaşılması daha zor bir kurumlaşma ve işleyiş modeli. Zaten bu yüzden, nesiller boyu orta-lise ve hattâ üniversite öğrencileri, son derece kısır ve klişelere boğulmuş, sosyolojik izah getirmek yerine hukukî tanımlar sıralayan ders kitaplarımızdan (veya hattâ akademik literatürümüzden), Selçuklu iktâ veya Osmanlı timar sistemlerini okuyup anlamakta bu kadar zorluk çekiyor. Onun için tarih sırasıyla değil mantık ve kolaylık sırasıyla gidecek; önce paraya dayalı devletin ne demek olduğunu kısaca hatırlatıp, sonra, bu devlet finansmanı ve örgütlenmesinin mümkün olmadığı maddî ve teknik koşullarda ne olur sorusuna cevap getirmeyi deneyeceğim.
Öyleyse bir, paraya, nakde, likiditeye dayalı devlet. (1) Nedir, ne yapar? Çok basit: (1.1) asker-sivil bütün devlet görevlilerinin maaşlarını nakit olarak öder; (1.2) keza devlet sektörü için gerekli (silâh, cephane ve sair askerî teçhizat dahil) mal ve hizmet alımlarının bedelini nakit olarak öder; (1.3) dar anlamda devlet sektörünün dışında kalan sözleşmeli veya taşeron kuruluşların verdiği hizmetlerin karşılığını da gene nakit olarak öder. (2) Peki, nasıl yapabilir bunu? Bu kadar nakit harcamayı nasıl gerçekleştirir? Gene çok basit: bütün vergileri ve sair gelirlerini de nakit olarak toplayabildiği için. Bir hazine vardır ortada. Artık illâ fiziksel bir mekân değil, daha çok bir maliye konseptidir. Defter kayıtlarıdır. Emme basma bir tulumba gibidir; bir yandan nakit vergi gelirleri girer, diğer yandan nakit giderler çıkar. (3) Bütün bunlar hangi maddî-teknik zemin üzerinde gerçekleşir? İki temel koşulu vardır bunun. (3.1) İleri ve çok hızlı işleyen bir ulaşım ve iletişim teknolojisinin olması gerekir. (3.2) Yüksek düzeyde gelişmiş bir para ekonomisinin olması gerekir. Eğer ekonomi tamamen veya çok büyük ölçüde parasallaşmışsa (monetize olmuşsa), yani hemen bütün mal ve hizmetler para karşılığı alınıp satılıyorsa, yani (Marx’ın Kapital’in birinci cildinde tarif ettiği gibi) kesintisiz M – P – M’ – P’ – M” – P” zincirleri söz konusuysa… o zaman devlet hortumunu bu nakit akışlarına daldırır ve bir kısmını vergi olarak kendine sifonlar. Likiditeye dayalı devletin çarklarının dönmesi bu suretle sağlanır.
Peki, yukarıda sözünü ettiği (3.1) ileri ve çok hızlı işleyen bir ulaşım ve iletişim teknolojisi ve (3.2) yüksek düzeyde gelişmiş bir para ekonomisi koşulları mevcut değilse ne olur? Devlet kurulamaz mı? Tabii kurulur; aksi takdirde İÖ 3000 – İS 1500 arasında hiç devlet olmazdı yeryüzünde. Kuşkusuz var, nitekim olmuş — eski Mezopotamya ve Mısır’dan, Hindistan ve Çin’den, sonra İran alanından ve bütün diğer “erken kara imparatorlukları”ndan (early land empires) başlayarak.
İyi de, nasıl olmuş, olabilmiş? Cevabı iki, fiyef veya timara dayalı devlet. Şöyle düşünelim: günümüzden 12-10,000 yıl öncesinden, Gordon Childe’ın Neolitik Devrim dediği tarımın icadı sürecinden bu yana, giderek genişleyen ekilebilir tarım arazileri mevcut. Üzerinde köyler kuruluyor; bu köylerde köylü (peasant) dediğimiz birincil üreticiler (primary producers) yaşıyor. Nüfusun yüzde 90-95’i bu uçsuz bucaksız köylü kitlelerinden oluşuyor. Tipik üretim ve yeniden-üretim birimine gelince… Atina ve Roma’nın vardiya köleliği yoluyla işletilen büyük malikâneleri gene bir istisna. Bunun dışında, çoğunlukla küçük köylü üretimi hakim. Köylü hanehalkı, küçük bir emek gücü. Köylünün küçük çifti veya çiftliği, küçük bir toprak parçası. İkisi yanyana, bir emek-ve-toprak birlikteliği demek. Modern tapu ve kadastro ölçümlerinin olmadığı binyıllarda, her şey sosyal kullanım ortalamalarından hareketle oluşturulan geleneklere, örf ve âdet hukukuna dayanıyor. Geniş köylü ailesinin (hanehalkının) emek gücü, “işte o kadar” bir toprak parçasını ekip biçmeye yetiyor. Tipik küçük köylü çifti veya çiftliğinin boyutları, “işte o kadarlık” bir hanehalkını beslemeye yetiyor. Sonbaharda mahsul kaldırılıyor. Gene binyılların tecrübesi sonucu, el yordamıyla biliniyor, bir yıl boyunca köylü ailesinin kendi tüketimine, koşum hayvanlarını beslemesine ve gelecek baharda tohumluk olarak kullanmasına ne kadarının (belki ucu ucuna) yeteceği. Bunun üstü, “potansiyel olarak vergilendirilebilir artı-ürün” demek (PTS, potentially taxable surplus). En sonda alınmıyor; en başta alınıyor. Şöyle de tanımlanabilir: tipik bir “aile emeğine dayalı köylü çiftliği”nin (Chayanov; peasant family-labor farm) veya “çift-hane” biriminin (İnalcık; household-holding unit) mahsulünden ne kadarını çekip alırsak, söz konusu birim gene de kendini bir yıldan diğerine yeniden-üretmeye devam edebilir? Yani köylü ekonomisi aşırı-sömürü sonucu çökmez; gelecek yıllar ve onyıllar boyunca, düzenli olarak vergilendirilecek bir köylülük varlığını koruyabilir? Bu ortalamaların da geleneksel bilgisi, köylüler ile efendileri arasındaki yüzyıllar boyu bitmek bilmez “karşılıklı halat çekme”lerin, çelişkili ve çatışmalı symbiosis içinde sürüp giden gündelik sınıf mücadelesinin deneye-yanıla biriken tecrübesiyle vücut buluyor.
Öyle veya böyle; sınıflaşma ve devletleşmeyle birlikte, artık tarımsal üreticiler özgür ve bağımsız değil. Tepelerinde devlet ve hakim sınıflar oturuyor. Çatalhöyük misali “ilk çiftçiler” (early farmers) olmaktan çıkıp üstlerine vergi-rant ödeyen “köylüler” (peasants) haline geliyorlar. Tersten söylersek, üstlerine (her kimse) bütün o küçük küçük PTS’leri, “potansiyel olarak vergilendirilebilir art-ürün”leri vergi-rant biçiminde transfer etme yükümlülükleri yerleşiyor ve gelenekselleşiyor; ister sözlü ister yazılı, yukarıda defalarca sözünü ettiğim örf ve âdet hukunca tescil edilen bir beklenti ve taahhüt biçimine bürünüyor.
Fakat demek ki bir noktadan sonra devlet, genel olarak devlet veya her bir geleneksel tarım devleti, tek tek her köylü çift-hane biriminden ve dolayısıyla tek tek her köyden ortalama ne kadar vergi-rant toplayabileceği konusunda, modern ölçülerde kesin ve istatistikî olmasa bile yaklaşık bir fikre sahip. Dolayısıyla hükmettiği ekilebilir tarım arazisi içinden şurada 3 köy, burada 8 köy, nehrin öbür yakasında 15 köy diye alt-birimler yaratıp bunları Avrupa Ortaçağında Latince beneficium veya feodum (İngilizce fief), Bizans’ta pronoia, Arap-İslâm halifeliğinde katia, Selçuklularda iktâ, Osmanlılarda timar gibi adlarla asker-sivil devlet görevlilerine dağıttığında, bunun ne büyüklükte bir yıllık gelire tekabül ettiğini de kestiriyor, üç aşağı beş yukarı. Şunu demiş oluyor, saray nâzırları, baronları, dükleri, kontları ve en alttaki küçük şövalyelerine — ya da vezirleri, beylerbeyleri, sancakbeyleri ve an alttaki küçük sipahilerine: Kusura bakmayın, (şu şu şu koşullar nedeniyle) size nakit maaş ödeyemiyorum. Ama onun yerine, mevkiiniz, rütbe ve ünvanınızla orantılı şu fiyef veya timarı verebiliyorum. Hizmet koşuluyla tevcih ettiğim falanca köy ve köylerden geleneksel vergi yükümlülüklerini toplama hakkı bundan böyle size aittir. Karşılığında kendinizi ve (gelirinize göre münasip sayıda) ikincil savaşçınızı (İngiltere’de men-at arms, Osmanlıda cebelu) iyi birkaç savaş atı, zırh, miğfer, kılıç, mızrak (süngü veya kargı), yerine göre ok ve yay ile donatıp (bkz Aşıkpaşazâde’nin alplik veya gazilik koşulları), savaş zamanında orduma katılmanızı bekler; bunu yapmadığınız (sefere eşmediğiniz) takdirde fiyef veya timarınızı alıp başkasına vereceğimi bilmenizi isterim.
Fiyef veya timara dayalı devlet de bu işte; nakit maaş ödemenin mümkün olmadığı tarihsel (maddî-teknik) koşullarda, çarklarını “nakit maaş yerine geçen” (Marc Bloch: as a substitute for a cash salary) hizmet koşullu toprak-vergi tevcihleriyle döndürmeye gayret ediyor. Fakat tabii biri diğerinin ikamesi olsa da, nakit maaş ödemek ile toprak vermek aynı şey değil. Farklı dönem, kültür ve coğrafyalarda çok farklı sonuçları olabiliyor.