[13 Ağustos 2019] Birinci Dünya Savaşı 1918’de bittiğinde önce yükselen, sonra inişe geçen demokrasi, İkinci Dünya Savaşı sırasında (1939-45) tamamen dibe vurdu. Nazizm ve Faşizm hemen bütün Avrupa’yı kapladı. Hitler’in dize getiremediği İngiltere’nin yanı sıra, sadece beş tarafsız ülke (İsveç, İsviçre, İspanya, Portekiz ve Türkiye) Mihver çizmelerince çiğnenmedi. Madalyonun tersinde, özellikle Alman işgalinde SS’lerin ve Gestapo’nun yaydığı dehşet ses duvarını aştı. Doğu Cephesi bambaşka bir vahşete tanık oldu. Sovyetler Birliği’nin 1941-45’teki toplam can kaybı hakkında belki en iyi tahmin, (asker-sivil) 25.3 milyon. Bunun 1.5 milyonu rejimin kendi baskı ve teröründen, 23.8 milyonu ise savaş ve işgalden kaynaklanıyor. Alman ordularının toplam ölü sayısı 3.4 milyon — ve bunun da herhalde yüzde 80’i, belki daha fazlası Doğu Cephesinde. Bu arada, ateş hattının az gerisinde, çoğu Polonya’da kurulan toplama ve ölüm kamplarında sistematik bir soykırım da yaşandı. 6 milyona yakın Avrupa Yahudisi can verdi.
Derken, zar zor da olsa barış geldi. Gene Mark Mazower’ın işaret ettiği gibi, “hoyrat bir barış” oldu (a brutal peace). Yaşlı kıta, Amerika ile Rusya arasında ikiye bölündü. Sovyetlerin bir dizi Doğu Avrupa ülkesini Nazizmden kurtarması, kısa zamanda ikinci bir işgale dönüştü. Kızılordu’nun gözetimi altında, Polonya’da, Doğu Almanya’da, Macaristan’da, Çekoslovakya’da, Romanya’da ve Bulgaristan’da, Stalin’in sosyalizm modelini bire bir kopyalayan tek parti diktatörlükleri kuruldu. Yugoslavya ve Arnavutluk daha sonra yollarını Sovyetlerden ayırsa da, temel kurumları aynı kaldı. Hepsinin üzerine, Varşova Paktı ve COMECON bindi. Bu “halk demokrasileri” demokrasinin karikatürü oldu.
ABD nüfuz alanında kalan Batı Avrupa ise farklı gelişti. Amerika bu bölgeye 1945-48 arasında 17 milyar dolar, sonra Marshall Planı çerçevesinde bir 17 milyar dolar daha akıttı. Harap ekonomiler toparlanmaya başladı. Soğuk Savaş kutuplaşması, sağı (tipik olarak Hıristiyan Demokratları) sübvansiyonlarla besleme komünist partilerini ise izole etme, özellikle güçlü oldukları Fransa ve İtalya gibi ülkelerde yollarını tıkama ve iktidar ortağı dahi olmalarını önleme dışında, parlamenter kurumların işleyişinde yapısal bir tahribata yol açmadı. NATO’da somutlanan “Atlantisizm”in gölgesinde yeni bir Avrupa uç verdi. 1952’de “altılı” bir Avrupa Kömür-Çelik Topluluğu kuruldu (ECSC = AKÇT). 1958’de Roma Antlaşması’yla (hep aynı altı ülke temelinde) Avrupa Ekonomik Topluluğu’na dönüştü (EEC = AET). 1967’de adını daha da kısalttı: sadece Avrupa Topluluğu (EC = AT). 1969’da Lahey’de AT’yi genişletme kararı alındı. 1973’teki “Kuzey Genişlemesi” İngiltere, İrlanda ve Danimarka’yı kapsadı. 1981-86’daki “Güney Genişlemesi”nden (diktatörlük rejimlerini artık geride bırakan) Yunanistan, İspanya ve Portekiz yararlandı. 1991’deki Maastricht Antlaşması temelinde, Avrupa Topluluğu 1993’te resmen Avrupa Birliği’ne dönüştü (EU = AB). 1999-2002’de ortak para birimi olarak Euro (Avro) devreye girdi. 2004’ten itibaren sıra, Sovyetlerin çöküşüyle birlikte demokratikleşen Doğu Avrupa ülkelerine geldi. Üye sayısı 1995’te 15’ten, 2004’te 25 ve 2007’de 27’ye fırladı.
Bu nicel büyüme, bir yere kadar çok önemli nitel dönüşümlerle elele gitti. Yol açtığı onca felâketle birlikte milliyetçilik, yaygın bir kitle seferberlik ideolojisi olmaktan çıktı. Ekonomik büyüme, politik ve sosyo-kültürel anlamda daha fazla rahatlamayı da beraberinde getirdi. AET, sonra AT, sonra AB, her aşamada eski-yeni diktatörlüklerin alternatifi oldu. Demokrasi burada tekrar inşa edildi ve veniden tanımlandı; refah devletiyle 20. yüzyılın ikinci yarısını karakterize eden, alıştığımız için kanıksadığımız ve kıymetini pek bilemediğimiz çehresine kavuştu. Prag 1968 Sovyet tanklarınca ezildi, ama Paris/Fransa 1968 reaksiyoner bir baskı rejimine değil, hak ve özgürlüklerde büyük bir genişlemeye yol açtı. Tam o sıralarda Amerika da hem ırk ayırımına karşı medenî haklar hareketini, hem Vietnam’daki haksız savaşa karşı protesto hareketini birlikte yaşadı. Bütün bu damarlar birleşti; mevcut iktidar ilişkileri önemli ölçüde silkelendi; büyük bir sol-demokratik açılım doğdu. Bu çerçevede Avrupa, dış politikada da Amerika’dan giderek ayrılan, daha barışçı, daha çözümcü, Batı dışını çok daha fazla kollayan bir çizgi izlemeye koyuldu. (Kişisel bir anekdot: Türkiye’de, 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında Turan Güneş olağanüstü zor bir durumda kalmıştı. TBMM kapatılmış ve kendi milletvekilliği de sona ermişti, ama diğer yandan Avrupa Konseyi üyeliği devam ediyordu. Hayatının bu son iki yılında, bir yandan Türkiye’nin Avrupa kurumlarından tümüyle çıkarılıp atılmaması — ve dolayısıyla aradaki bütün iplerin kopmaması — için çaba sarfederken, diğer yandan içerde ve askerî rejim karşısında evrensel demokratik değerleri savunup generallere dert anlatmaya çalışmak, çok ağırına gidiyordu. “Orası bir briç kulübü ve ona göre kuralları var; sen de illâ ben briç değil prafa oynayacağım diyemezsin,” 1980-82 arasında belki en çok tekrarladığı benzetmeydi. Herhalde bugün de hayatî bir hatırlatma değeri taşıyor.)
Gerek Avrupa ve gerek Amerika’da, özellikle 1960’larda başlayıp 70’ler ve 80’lere kadar devam eden bu göreli demokratikleşme, dünyaya da yansıdı. Gene 1945’ten, fakat asıl 1950’den itibaren muazzam bir dekolonizasyon süreci hız kazanmakta; yığınla eski sömürge, çoğu barışçı mücadelelerle ama bir kısmı silâhlı millî kurtuluş savaşları vererek bağımsızlığına kavuşmaktaydı. İki süper devlet bu “ara bölge”ye de el attı ve etkileyebildiklerini kendi kampına çekmeye, çekemezse devirmeye kalkıştı. Dolayısıyla demokrasi bir süre, iki tarafın da (yani Batının da) umurunda değildi. Bu çerçevede, Sovyetler Birliği “anti-emperyalizm” adına “Arap sosyalizmi”ni ve Nâsırcı, Baasçı, Gaddafici Ortadoğu diktatörlüklerini destekledi. ABD de “anti-komünizm” uğruna kâh Orta ve Güney Amerika, kâh Doğu Asya (Güney Kore, Tayvan, Filipinler, Endonezya) diktatörlüklerine arka çıktı. Fakat 1970’lerin ortalarında, Vietnam yenilgisinin ardından bu durum da değişti. Jimmy Carter’ın başkanlık dönemi (1977-1981), Amerika’nın dış ilişkilerinde “insan hakları” kıstasını hiç olmazsa bir dönem öne çıkarmasına yol açtı. 1982-89 arasında beş Latin Amerika diktatörlüğü peşpeşer çöktü: Arjantin, Brezilya, Bolivya, Uruguay, Paraguay. Nihayet 1989-90’da Sovyetler Birliği de, “Brejnev doktrini” temelinde son âna kadar yaşattığı Doğu Avrupa polis devletleri de son buldu. Bu dönüşüm, sırf “sosyalizm tarihî dönemi”nin değil, aynı zamanda bir bütün olarak 1789-1989 Yakınçağının sonunu belirledi.
Nobel sahibi ünlü iktisatçı Amartya Kumar Sen (İngiltere’den sonra şimdi Harvard’da profesör), 1999’daki “Democracy as a Universal Value”(Evrensel Bir Değer Olarak Demokrasi; Journal of Democracy, cilt 10, sayı 3, 3-17) yazısını bu temelde kaleme aldı. 20. yüzyılın en önemli süreci, dedi, “demokrasinin yükselişi”dir. Uzak bir gelecekte de insanlar bu asırda ne olup bittiğine tekrar eğildiklerinde, “demokrasinin hemen tek kabul edilebilir yönetişim biçimi olarak zuhur etmesine öncelik tanımamaları” çok zor olacaktır. “İster Avrupa’da, ister Amerika’da, ister Asya’da, ister Afrika’da, her milletin hak ettiği ‘normal’ hükümet biçimi olarak demokrasi fikri, yirminci yüzyılda yerleşti… Demokrasinin evrensel ölçüde geçerli bir sistem olarak kabulü ve ardından, evrensel bir değer olarak da kabul edilmeye başlaması, düşünce alanında büyük bir devrimdir ve yirminci yüzyılın en önemli katkıları arasında sayılmalıdır.”
Ama sonra ne oldu? Bu inanç, bu iyimserlik bugün hâlâ yaşıyor mu?