1991 yılının Kasım ayında Boğaziçi Üniversitesi’nde bir öğrenci iken, o zaman hangi motivasyonla aldığımı dahi hatırlamadığım, ama asla pişman da olmadığım bir kararla Malezya’ya gitmiştim.
Herhalde beni cezbeden, başka ülke ve kültürleri tanıma konusunda karşı koyamadığım merakımdı. Başkent Kuala Lumpur yakınlarında Petaling Jaya semtindeki geçici kampüste kurulan Uluslararası İslam Üniversitesi o yıllarda Başbakan Mahathir Muhammed ve özellikle yardımcısı Enver İbrahim iktidarının çok önem verdiği ve desteklediği bir eğitim projesiydi.
1982 yılında kurulan üniversitenin aslında 1979 İran Devrimi’nin fikri etkilerinin önüne geçmek amacıyla, İslam İşbirliği Teşkilatı’nın desteğinde birçok ülkede yürütülen İslamizasyon politikalarının bir uygulaması olduğunu sonradan öğrenecektim. Bu kapsamda Türkiye de 12 Eylül darbesinden hemen sonra, Bülend Ulusu hükümeti döneminde üniversitenin kuruluşuna destek vermiş, bu nedenle de senatosunda temsil hakkını kazanmıştı.
Doğu ve Güneydoğu Asya’daki yakın ülkelerden çok sayıdaki öğrencisiyle birlikte, Uluslararası İslam Üniversitesi Sovyetler Birliği sonrasında Rusya Federasyonu’ndan, yeni bağımsız Orta Asya cumhuriyetlerinden ve Balkanlardan çok sayıda öğrenciyi barındırıyordu. Otoriter yönetimler nedeniyle kendi ülkelerinde akademik çalışma yapamayan, Libyalı, Cezayirli, Sudanlı, Tunuslu, Suriyeli çok sayıda uluslararası ölçüde nitelikli akademisyen için İslam Üniversitesi bir fırsat sunmuştu.
O sıralarda Türkiye’den de üst düzey bir akademik kadro Malezya’da kısa ya da uzun dönemli olarak çalıştı.
Ahmet Davutoğlu, merhum Sabri Orman, Cengiz Kallek, Yusuf Ziya Özcan, Teoman Duralı, Mehmet Paçacı ve daha bir çok seçkin akademisyen o dönemde Malezya’da görev yaptılar. Derslerin dışında da bu hocalar bir araya gelip akademik çalışmalarını tartışırlar, biz öğrenciler de onları dinler, zaman zaman tartışmalara katılırdık. Kısacası üniversite eğitiminin yanı sıra, akademik ve entelektüel olarak da doyurucu bir ortam vardı.
Malezya tecrübesinin bende bıraktığı en önemli etki, iletişimin ve dünya ile bağlantının önemini fark etmemdir. Oraya ilk gittiğimde Türkiye’nin telekomünikasyon konusunda ne kadar ilerlediğini anlamıştım. Türkiye’de dağ başındaki bir telefon kulübesinden Malezya’yı arayıp başvurumun durumunu sorduğumu hatırlıyorum. Oysa Güneydoğu Asya’nın en hızlı kalkınan ülkelerinden birinde yurtdışı görüşmenin her ankesörlü telefondan yapılamadığını, telefon açmak için yarım saat uzaklıktaki şehir merkezine gitmek gerektiğini duyduğumda çok şaşırmıştım. Türkiye’deki ailemi aramak için sıcak ve nemli bir havada ve aşırı trafikte meşakkatli bir yolculuk yapmam gerekiyordu. Daha sonra bu sorunu Malay bir öğrencinin ev telefonunu kullanıp, gelen faturayı ödemek suretiyle aşmıştık. Nihayet internet üniversite kampüsünde hizmete başlayınca Unix sisteminin talk komutunu kullanarak yazılı haberleşmeye de başladık.
Soğuk Savaş döneminin kapandığını ilk fark eden liderlerden biri olan Turgut Özal, Türkiye’yi iletişim alanında çağ atlatmış, her konuda dünyaya entegre etmişti. Takip eden 1990’lı yıllarda Türkiye maalesef giderek içine kapandı, ekonomik olarak yerinde saydı, siyaset ise otoriterleşti. Aynı yıllarda Malezya ise Mahathir Muhammed’in vizyoner ekonomik kalkınma hamleleri sayesinde, dış yatırımlar ve katma değeri yüksek sanayi ihracatı ile çok büyük bir sıçrama gerçekleştirdi.
Malesef, 1997 Asya Finansal Krizi ardından Malezya’da iktidar partisi içerisinde ortaya çıkan perspektif farklılığı krize dönüştü. Başbakan Mahathir rakiplerini, özellikle koltuğunda gözü olduğu düşündüğü yardımcısı Enver İbrahim’i ekarte edebilmek için demokrasi dışı yöntemlere başvurdu. Mahathir, kendisine daha sadık olarak gördüğü siyasetçilere görevi bırakarak emekli oldu ama büyük skandallara karışan bu siyasetçiler döneminde ülke içine girdiği ekonomik ve siyasi istikrarsızlıktan çıkamadı.
90’lı yılların siyasi ve ekonomik kriz ortamından bunalan Türkiye’de ise, 2002’de iktidara gelen AK Parti, Özal dönemi sonrasındaki ilk tek parti iktidarının sağladığı istikrar ortamında ve AB tam üyelik hedefinin kazandırdığı perspektifle, kapsamlı bir demokratikleşme ve ekonomik kalkınma hamlesi gerçekleştirdi.
1995 yılındaki mezuniyetimin ardından Asya’da kalmaya devam etmek istiyordum. Çocukluğumdan beri merak ettiğim ülkelerden biri olan Japonya’da bir üniversitede (International University of Japan) Uluslararası İlişkiler alanında burslu olarak Yüksek Lisans öğrenimine başladım. Karla kaplı dağlar ve çeltik tarlalarının arasında ancak fotoğraflarda görülebilecek güzellikteki kampüsünde, hem üniversitenin kendi bünyesinden hem de dünyanın sayılı üniversitelerinden çoğunlukla kısa dönemli olarak gelen hocalardan ders alma şansına sahip oldum.
Japonya dış politikasında tarihi değişim ve süreklilik konusu ilgimi çekiyordu. Yüksek Lisans tezimi de bu konuda yazdım. Özellikle Japonya’nın İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki tepkilerini Almanya’nın benzer tecrübesiyle karşılaştırmanın ilginç bir doktora tezi konusu olacağını düşünmeye başlamıştım. Temas kurduğum ve önerimi anlattığım Tübingen Üniversitesi’nden doktora kabulü alarak Almanya’ya gittim.
Tam da bu sırada 28 Şubat günlerinde Türkiye’de sertleşmeye başlayan iç siyaset ortamında YÖK tarafından yurtdışındaki İslam üniversitelerinin denklikleri iptal edilmeye başladı. Bir 12 Eylül kurumu olan YÖK, cunta rejiminin açılışını yaptığı ve senatosunda Türkiye büyükelçisi tarafından temsil edildiği benim üniversitemin denkliğini de iptal etmişti. Böylece Almanya’da doktora yaparken, Türkiye’de artık bir lise mezunu statüsündeydim. Doktora yapıyor olsam da askerlik tecili yaptıramayacak, pasaportumun ve bir yıllık verilen öğrenci vizemin süresini uzatamayacaktım. Bu durumun devam etmesi halinde yakın bir sürede öğrenci vizesiz kalacağımı düşündüm ve Amerika’daki doktora programlarına başvurdum.
Uzun Amerika hikayem, böylece 1998 yılında Utah Üniversitesi’nde doktora öğrencisi olarak başlamış oldu. Hayal ettiğim Japonya-Almanya karşılaştırması üzerine çalışma fırsatı bulamadım ama yine de ilgimi çeken başka bir konuda, Türkiye ve Japonya dış politikalarını medeniyet kimliği açısından karşılaştıran bir doktora tezi yazdım. Sonraki süreçteki akademik çalışmalarım küreselleşme, İslamcılık, Türkiye siyaseti ve Türk dış politikası alanlarına yoğunlaştı.
2005 ve 2006 yıllarında sırasıyla Mississippi State ve Michigan State üniversitelerinde misafir öğretim üyesi olarak çalıştıktan sonra, 2008’de tenure-track öğretim üyeliği statüsünde Chicago şehri yakınlarında bulunan Lake Forest College’ta göreve başladım. Sonradan çalıştığım üniversite listesine ekleyeceğim Mount Holyoke College ile birlikte, Amerika’nın farklı kültürlere sahip, farklı eyaletlerinde benzersiz bir tecrübe birikimi elde etmiş oldum.
2011 yılında ise aldığım teklifi değerlendirerek İstanbul Şehir Üniversitesi’nde çalışmak üzere Türkiye’ye dönüş kararı aldık.
Aldık diyorum çünkü bu kararın alınmasında ailevi nedenler önemli rol oynamıştı. Türkiye’de başörtüsü yasağının kalkmış olması nedeniyle 28 Şubat döneminde işinden uzaklaştırılan eşim artık görevine devam edebilecekti. Ben de denklik sorununun kalkmış olması nedeniyle o zamana kadar lise mezunu olduğum ülkeye öğretim üyesi olarak dönebilecektim. 28 Şubat döneminde ailece yaşadığımız mağduriyetin vermiş olduğu büyük bir motivasyon hissi vardı. Bir yıl önce babamın vefat etmesi de bu süreci hızlandıran başka bir faktör oldu.
Ancak İstanbul Şehir Üniversitesi gibi ikna edici ve heyecan verici bir proje olmasaydı, kalabalık bir aile olarak yerleşik sistemimizi bozup, riskli bir kıtalararası taşınma kararına ikna olmam çok daha güç olurdu. İstanbul Şehir Üniversitesi’nin kurucu kadrosundan Mustafa Özel ve Gökhan Çetinsaya’nın Chicago ziyaretleri esnasında, birlikte Kemal Karpat’ı dinlemek için yaptığımız Madison ziyaretinde bizzat onlardan üniversite hakkında duyduklarım beni daha da heyecanlandırmıştı.
Şehir Üniversitesi uluslararası mahiyette, nitelikli yüksek lisans ve doktora programlarına sahip iddialı bir araştırma üniversitesi olacaktı. Kısa zaman içinde Türkiye’deki en üst vakıf üniversiteleriyle birebir rekabet edecek, her alanın en iyi hocalarından müteşekkil uluslararası bir kadroya sahip, araştırma odaklı bir üniversite tasarlanıyordu. Diğer taraftan Türkiye, bölgesel siyasi değişimlere rehberlik yapabilecek ve model sunabilecek bir demokrasi kalitesini yakalamış görünüyordu. Benim açımdan ailevi motivasyonlar ile mesleki projeksiyonlar birleşmişti. Her ne kadar kararımda belirleyici bir faktör olmasa da, alacağım maaş da doların 1.6’dan hesaplandığı bir dönemde, rahat şartlara sahip olduğumuz Amerika’daki düzeni bozup taşınacağım kendi ülkemde, aileme nasıl bir yaşam kalitesi sunabileceğim sorusu açısından beni ikna edebilmişti.
30 Haziran 2020 tarihinde üniversitenin nihai kaderini belirleyen Cumhurbaşkanı kararıyla benim açımdan 2011’den bu yana devam eden Şehir Üniversitesi dönemi sona ermiş oldu.
Türkiye’yi genç bir üniversite öğrencisi olarak terk etmiş, dolayısıyla Türkiye akademik kültürüne dair fazla bilgisi olmayan biri olarak, yaşanan bütün olumsuzluklara rağmen, Şehir benim açımdan çok öğretici bir tecrübeydi.
Türkiye’den ayrıldığımda siyasi görüşlerim açısından keskin bir noktada bulunuyordum. Şehir’in benzersiz kozmopolit akademik ortamı Türkiye siyasetine dair düşüncelerimi olumlu anlamda etkiledi. Ayrıca, uluslararası tecrübelerimi ve özellikle yurtdışındaki hem araştırma ve hem de ‘liberal arts’ eğitim kurumlarında kazandığım deneyimi öğrencilere aktarma noktasında da faydalı olabildiğimi öğrencilerimden aldığım teşekkür mektuplarında gözlemleyebilmek çok sevindirici oldu.
Bu dönem zarfında çok kaliteli öğrencilerle ve nitelikli akademisyen meslektaşlarımla birlikte çalışma, uluslararası anlaşmalardan yararlanarak birçok farklı ülkede bu tecrübeleri başka öğrenci ve akademisyenlere aktarma imkanı buldum. Bununla birlikte, Şehir’deki tecrübem kısa süren bölüm başkanlığı dışında öğretim üyeliği ile sınırlı kaldı. Üniversitenin idari kadrosunun ve karar alma sürecinin dışında kalan bir akademisyendim. Hiçbir zaman bir parçası olmayı arzu etmesem de, üniversite yönetimine farklı akademik vizyonumla daha doğrudan katkı sunabileceğim bir imkana sahip olabilmeyi dilerdim.
Şehir Üniversitesi başlangıçtaki hedeflerine ulaşmayı tam olarak başaramamış olsa da, çok kısa bir süre zarfında herkes nezdinde kalitesini ispatlamış bir üniversite haline geldi. Böyle bir kurumun faaliyetine son verilmiş olması, ilmi geleneğinin ve akademik birikiminin yok edilmesi çok üzücü.
Bu süreç son aylarını maaşsız geçirmiş olmalarına rağmen, işlerini aksatmayan ve dönemi tamamlayan yüzlerce seçkin akademisyeni geleceklerine dair belirsiz bir durumda karşı karşıya bırakmış durumda.
Akademik iş piyasasında kariyerinin orta düzeyinde bulunan akademisyenler için fırsat ve şartlar, genç akademisyenlere göre daha olumsuzdur. Özellikle Türkiye’nin içine girdiği demokrasi ve düşünce özgürlüğü şartlarında, siyasi görüşlerini açıklamaktan kaçınmayanlar için, mesleki nitelikleri ne olursa olsun iş bulma imkanları fiilen kapalı durumda.
Üniversitenin kapatılma süreci, küresel Kovid-19 krizinde Türkiye dışındaki imkanların da sınırlı olduğu bir döneme denk geldi. Şahsen bundan sonra nerede iş bulup, çalışabileceğimize dair herhangi bir yol haritasına sahip değiliz. Bu olumsuz şartlarda, Türkiye’deki ve yurtdışındaki öğrencilerimden, akademisyenlerden ve dostlardan aldığım destek, gerçekten en büyük moral kaynağı oluyor. Desteğini esirgemeyen herkese minnettarım.
İslam dünyasının sancılı demokratikleşme süreçlerinden geçen iki ülkesi olarak Malezya ile Türkiye arasındaki kader benzerliği her zaman ilgi çekmiştir. Bir zamanlar, “Türkiye Malezyalaşacak mı?” diye bir tartışma vardı.
İktidar-içi mücadele anlamında tam olarak bu durum gerçekleşmiş durumda. Malezya dar iktidar mücadelelerinin neticesinde içine girdiği siyasi kaos ortamından bir türlü çıkamazken, Türkiye ise giderek hem Turgut Özal’ın hem de AK Parti’nin kendi kuruluş perspektifinin gerisine düşmüş oldu. Özal’ın tabuları sorgulayan, AK Parti’nin yasakları ortadan kaldıran vizyonunun yerine, sosyal medyanın yasaklandığı, “milli diktatörlüğün” konuşulduğu, dışarıyla bağlarını koparmış bir ülke tasavvuru ikame edildi.
Malezya ve Türkiye arasındaki benzerlik, şahsen birinde öğrenci, diğerinde akademisyen geçmişim olan iki eğitim kurumunu da doğrudan etkiledi. Malezya’da İslam Üniversitesi resmen kapanmadıysa da, üniversitenin banisi Enver İbrahim’in iktidardan uzaklaştırıldığı dönemde uğradığı ihmal nedeniyle, geçmişte elde ettiği haklı şöhret ve itibarını kaybetti. Üniversiteye kalite kazandıran yerel ve uluslararası kadro dağıldı. Şehir ise çok daha sert bir sürecin sonunda, nihayet kapatılma aşamasına getirildi ve ortadan kaldırıldı. Kim bilir, belki de Şehir’in ilkelerinden taviz vermeden, akademik itibarını koruduğu bir zamanda kapatılması, ileride tekrar aynı marka değeriyle yeniden kurulmasını kolaylaştırabilir.
Malezya Uluslararası İslam Üniversitesi ve İstanbul Şehir Üniversitesi tecrübeleri iktidar-üniversite ilişkisi açısından bize ilginç bir karşılaştırma imkanı sunuyor. Her iki örnekte de, iktidar ve siyasi konjonktürün avantajıyla kurulmuş kurumların iktidar dengeleri değiştiğinde ve siyasi konjonktür dönüştüğünde faaliyetlerini sürdürmede zorlandıklarını görüyoruz.
Özellikle bizim gibi kurumsallaşma kültürünü oturtamamış, demokrasisi yerleşmemiş ve siyaseti rakiplerine karşı bir intikam aracı olarak gören ülkelerde, konjonktürel avantajlara fazla güvenmemek gerektiği ortaya çıkıyor.
Şüphesiz intikamın en sert ve dokunaklı olanı dostlardan geleni olsa gerek. Üniversitedeki mütevazi ofislerimizde demokrasi ve düşünce özgürlüğüne dair uzun ve derin teorik tartışmalara girdiğimiz meslektaşlarımızı, kendi eski arkadaşlarını işsiz bırakan bu süreçte demokrasi karşıtı cephede konumlanmış bulduk. Çoğuyla üniversite tarihinden çok daha ötesine uzanan bir dostluğa sahiptik. Şüphesiz bütün bunları tecrübe etmek, gönüllerde izi kolay silinmeyecek yaralar açmıştır.
Malezya’dan aldığım diplomanın denkliğini iptal ederek beni lise mezunu durumuna düşüren, 28 Şubatçı YÖK’ün bir kararıydı. Şehir Üniversitesi’ni kapatan irade ise 28 Şubat’ın insan hakları ihlallerini ve inanç özgürlüğü üzerindeki yasakları kaldırmayı ve bu anlamda kazanılmış hakları korumayı kendisine hedef olarak gören mevcut iktidar. 90’lı yıllarda başörtüsü yasağı nedeniyle üniversitelerde okuyamamış ve o dönemde öğrenci protestolarında sivrilmiş birçok ismin şimdi milletvekili olarak üniversitenin kapatılmasına izin veren kanun tasarısını desteklemiş olması, kuşkusuz kendisini “muhafazakar demokrat” olarak tanımlayan bir hareketin dramıdır.
Şehir Üniversitesi farklı görüşlere sahip öğretim üyesi kadrosuyla ve öğrencileriyle muhafazakar bir üniversite değildi. Ancak öncüleri ve kurucularının benimsediği değerler manzumesi açısından, Şehir mütedeyyinlerin kültür hayatında birinci sınıf iş çıkardığı sayılı girişimlerden biriydi. Muhafazakar bir iktidar döneminde her açıdan düşünce özgürlüğü seviyesinin ve akademik kalitenin geriye gittiği bir ortamda, çoğulcu ve kaliteli bir akademik kültürü öğrencilerine yaşatabildi. Şehir’i tercih eden ve bir kısmı da iktidarda bulunan siyasetçilerin kendi yakın akrabaları olan öğrenciler, bu ortamda eleştirel düşünme ve sorgulama yeteneklerini geliştirme ve ifade etme fırsatı buldular. Düşünmeyen, sorgulamayan, itaatkar bireylerin daha makbul görüldüğü bir siyaset kültürü açısından, Şehir’in dikkat çekip, rahatsız etmemesi mümkün değildi.
Öğrenci ve mezunlarının heyecan ve azmine baktığımda, Şehir’in yakın bir gelecekte olmasa bile, bir gün yeniden açılacağına dair beklentim güçlü. Çalıştığım hiçbir kurumda bu denli üniversitesiyle kendisini bütünleştiren bir öğrenci ve mezun topluluğu görmedim. Onların Şehir’in mirasını gönüllerinde yaşatacağından, buldukları ilk fırsatta, bu tecrübenin hatalarından da ders çıkararak onu yeniden, daha güçlü temeller üzerinde kurumsallaştıracağından en ufak bir şüphem yok.
———————————————-
(*)Doç. Dr. Hasan Kösebalaban, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü, İstanbul Şehir Üniversitesi.